Kâinatın Sırrı ve İnsanın Sorumluluğu: Bir Risale-i Nur Penceresinden Bakış

Kâinatın Sırrı ve İnsanın Sorumluluğu: Bir Risale-i Nur Penceresinden Bakış

İnsanoğlu varoluşundan beri kâinatın engin sırlarını çözmeye, evrenin işleyişini anlamaya ve kendi yerini sorgulamaya çalışmıştır. Bu kadim arayış, pek çok medeniyette farklı şekillerde tezahür etmiş, özellikle ilahi vahyin rehberliğinde eşsiz bir derinlik kazanmıştır. Risale-i Nur külliyatı da, modern çağın getirdiği sorulara Kur’an’ın ışığında cevaplar sunarak, kâinatı bir “kitap” gibi okumanın ve insanın sorumluluklarını idrak etmenin yollarını gösterir.

Kâinat: Daim İşleyen Bir Fabrika, Misafirhane, Saray
Bediüzzaman Said Nursi’nin şu hikmetli sözünü izah eder:
“Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir.”
Bu ifade, evrenin durağan bir yapı olmadığını, aksine sürekli bir dönüşüm ve işleyiş içinde olduğunu anlatır. Tıpkı bir fabrika gibi, kâinat da her an üretmekte, dönüştürmekte ve yaratılışın sonsuz mucizelerini gözler önüne sermektedir. Aynı zamanda bir “han” veya “misafirhane” benzetmesi, dünya hayatının geçiciliğine ve insanın bu hanedeki kısa süreli misafirliğine işaret eder. Bizler bu misafirhanede bir süreliğine konaklar, sonra da ebedi yurdumuza doğru yol alırız.

Diğer bir ifade de kâinatın “gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmünde” olduğu belirtilir ve ardından “Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır” denilir.
Bu ifadeler, evrendeki mükemmel düzenin, ahengin ve güzelliğin tesadüfen meydana gelemeyeceğini, aksine sonsuz bir kudret ve ilim sahibi Yaratıcı’nın varlığını açıkça gösterir. Her bir gezegenin yörüngesinde kusursuzca dönmesi, mevsimlerin döngüsü, canlılardaki mükemmel sistemler; hepsi de bu “Hakim”, “Malik” ve “Usta”nın varlığının şahitleridir.

İnsanın Nefsi ve Manevi Açlıkları, insanın maddi ihtiyaçları ile manevi ihtiyaçları arasında bir köprü kurar: “Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbaniyemin hava-yı nesîmini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerekir.”
Bu pasaj, yeme-içme ve nefes alma gibi fiziksel ihtiyaçlarımızın tekrar etmesine rağmen bunlardan bıkmadığımızı, aksine zevk aldığımızı belirtir. Benzer şekilde, kalbin gıdası olan iman, ruhun hayat suyu olan ibadetler (özellikle namaz), ve ilahi lütufların tecelligâhı olan manevi hayatın da sürekli tekrarlanmasına rağmen insana usanç vermemesi gerektiğini anlatır. Bu, ibadetin bir angarya değil, aksine ruhun derin bir ihtiyacına cevap veren, insana zevk veren bir manevi beslenme olduğu gerçeğini ortaya koyar.

Modern Medeniyetin Tuzakları ve Riyakârlık
Bazı ifadelerde ise modern medeniyetin ve insanın zayıf yönlerine dikkat çekilir. “Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, insanları da o çamurla telvis ediyor. Riyâya şan ve şeref namını vermiş insanları da o pis ahlâka sevk ediyor.”
Bu ifadeler, günümüz medeniyetinin bazı yönlerinin ahlaki yozlaşmaya yol açabileceğine ve insanların “riya”ya, yani gösterişe ve yapmacık davranışlara “şan ve şeref” adı altında yönlendirildiğine işaret eder. Toplumun genelinde görülen bu tür davranışlar, bireyleri de olumsuz etkileyerek, gerçek değerlerden uzaklaştırabilir.

Ayrıca “insanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır” denilerek, şöhret düşkünlüğünün ve gösteriş arzusunun ne denli tehlikeli bir zaaf olduğu anlatılır. Bu hırs, hem ahiret hayatı için büyük bir engel teşkil ederken, hem de dünya hayatında pek çok kötü ahlaki özelliğin kaynağı olabilir.

İnsan: Zalim ve Nankör mü?
İbrahim Suresi’nin 34. ayetinde: “Şüphesiz İNSAN ÇOK ZALİMDİR ÇOK NANKÖRDÜR” denilmesi, insan tabiatındaki bu zayıf yönlere ve olumsuz potansiyellere dikkat çeker. Ancak bu, insanın tamamen kötü olduğu anlamına gelmez. Aksine, insanın bu potansiyellerinin farkında olması ve onları iyi yönde dönüştürmek için çaba sarf etmesi gerektiğinin bir hatırlatıcısıdır.

Manevi Yangınlar ve Zikirin Gücü
“Bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ü cinn şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli manevî yangınlar yaparlar” ifadesi, küçük gibi görünen kötü amellerin veya günahların, insan ruhunda ve toplumda ne denli büyük manevi yıkımlara yol açabileceğini gözler önüne serer. Şeytani düşünceler ve eylemler, bir kıvılcım gibi parlayıp büyük manevi yangınlara dönüşebilir.

Buna karşılık, zikirin (Allah’ı anmanın) gücüne dikkat çekilir: “Zikreden adamın feyz-i ilahiyi celbeden muhtelif latifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir.” Bu, zikirin sadece bilinçli bir anma eylemi olmadığını, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerine nüfuz eden ve farkında olmadan dahi ilahi feyzi celbeden bir ibadet olduğunu gösterir. Hatta “gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir” ifadesi, zikirin insan ruhu üzerindeki olumlu etkisinin genişliğini ifade eder.

Güven ve Teslimiyet

Son olarak, “Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur, ben yalnız O’na güvenip dayanırım…” (Tevbe Suresi, 129) ayeti, bütün bu düşüncelerin nihai noktası olan Allah’a tevekkül ve teslimiyetin önemini anlatır. İnsan kâinatın ihtişamını, kendi zayıflıklarını ve dünya hayatının geçiciliğini idrak ettiğinde, gerçek huzuru ve kurtuluşu yalnızca Yaratıcı’ya yönelmekte bulur. Bu ayet, insanın en büyük dayanağının ve güvencesinin Allah olduğunu hatırlatır.

Sonuç
Bu derinlikli ifadeler, kâinatın muazzam bir düzen içinde işlediğini, insanın ise bu düzen içinde hem bir misafir hem de büyük sorumlulukları olan bir varlık olduğunu hatırlatır. Modern çağın getirdiği maddi ve manevi hastalıklara karşı Risale-i Nur, Kur’an’ın eşsiz reçetesini sunar: Kâinatı bir kitap gibi okumak, nefsin kötü arzularına karşı uyanık olmak, gösteriş ve şöhret düşkünlüğünden sakınmak, zikir ve ibadetle ruhu beslemek ve her durumda Allah’a güvenmek ve dayanmak. Ancak bu şekilde insan, dünya ve ahiret saadetine ulaşabilir, kâinatın derin sırlarını idrak edebilir ve yaratılış gayesine uygun bir yaşam sürebilir.

Makalenin Özeti:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur külliyatından alınan ifadelerden ilhamla, kâinatın bir fabrika, han ve saray gibi düzenli işleyişini ve bunun arkasındaki ilahi kudreti ele alır. İnsan nefsinin maddi ve manevi ihtiyaçlarına değinerek, ibadetlerin ruhsal bir besin olduğunu anlatır. Modern medeniyetin riyakârlık ve şöhret düşkünlüğü gibi olumsuz etkilerine dikkat çekerek, küçük kötü fiillerin dahi büyük manevi yıkımlara yol açabileceğini belirtir.

Makale, insanın “zalim” ve “nankör” potansiyelini hatırlatırken, zikirin ruh üzerindeki olumlu etkisini ve ilahi feyzi celbetme gücünü öne çıkarır.
Son olarak, Tevbe Suresi’nin 129. ayetiyle Allah’a tevekkül ve teslimiyetin önemini anlatarak, insanın ancak bu şekilde dünya ve ahiret saadetine ulaşabileceği sonucuna varır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 7th, 2025