ZATA ULAŞMAK, O YOLDA YOL ALMAK VE O YOLUN YOLCUSU OLMAK

ZATA ULAŞMAK, O YOLDA YOL ALMAK VE O YOLUN YOLCUSU OLMAK[1]

اٰنْ خَيَالَاتٖى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ


عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ

Şualar
2. Şua’da geçen Mevlana Hazretlerine air farsça ibarenin manası şöyle verilmiş: “Evliyaullahın ayaklarına tuzak olan, esma ve sıfat-ı ilahiyenin tecelliyatıdır. O tecelliyat, hakikati görmeyen halka, hayalat kabilinden gelir” Bu sözü izah edebilir misiniz?

Bu söz, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin tasavvufi anlayışını ve evliyaullahın (Allah dostlarının) yaşadığı derin ruhsal halleri ifade eden bir ifadedir. Burada, esma ve sıfat-ı ilahiyenin tecelliyatı (Allah’ın isim ve sıfatlarının yansıması) ile insanın bu yansımaları algılayışı arasındaki ilişki derin bir şekilde ele alınmaktadır. Şimdi bu ifadeyi parçalara ayırarak açıklayalım:

1. Evliyaullahın Ayaklarına Tuzak Olan Tecelliyat

Evliyaullah (Allah dostları): Tasavvufi anlamda Allah’a yakın olan, O’nun sevgisini kazanmış ve sürekli O’nunla birlikte olma şuurunda olan kullardır.

Esma ve sıfat-ı ilahi: Allah’ın isimleri (örneğin: Rahman, Rahim, Alim) ve sıfatları (örneğin: kudret, ilim, hikmet) kâinatta ve insan üzerinde tecelli eder, yani yansır.

Tuzak olma: Burada “tuzak” ifadesi mecazi bir anlam taşır. Allah’ın esma ve sıfatlarının parlak ve şaşaalı tecellileri, Allah dostlarının bile bazen bu tecellilerde takılıp kalmasına neden olabilir. Yani, tecelliler o kadar muhteşemdir ki, Allah’ın zatını arayan kul, bu tecellilerde oyalandığı için hakiki hedefe ulaşmayı geciktirebilir.

2. Tecelliyatın Hakikati Görmeyen Halka Hayalat Gibi Gelmesi

Halka (Avam): Burada halk kelimesi, Allah’ın hakikatine vakıf olmayan, derin tasavvufi tecrübelerden uzak kimseleri ifade eder.

Hayalat (hayal, zan): Allah’ın isim ve sıfatlarının bu dünyada tezahür edişi, bu kimselere anlaşılmaz ve hayal gibi gelebilir. Onlar, bu tecellileri hakiki anlamda idrak edemez ve onları sıradan olaylar gibi görürler.

3. Sözün Genel İzahı

Bu ifadede iki ana nokta üzerinde durulmaktadır:

1. Evliyaullah için: Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımaları (tecellileri), birer güzellik ve hikmet kaynağıdır. Ancak bu güzellikler bazen kulun yalnızca Allah’ın zatına yönelmesine engel olabilir. Çünkü bu tecelliler bile insanı hayran bırakan birer manevi zenginliktir.

Örneğin, bir evliya Allah’ın Cemal isminin (güzellik) tecellisini gördüğünde, bu güzelliğin kendisine büyüleyici bir cazibe ile gelmesi mümkündür. Bu durumda kul, bu güzellikte oyalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.

Tasavvufta bu durum, “Hedef tecelli değil, tecelli sahibidir” ilkesiyle anlatılır.

2. Halk için: Halk ise bu tecellileri anlamaktan uzaktır. Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımasını ya tesadüf olarak görür ya da anlam veremediği bir hayal olarak değerlendirir. Onlar için bu tecelliler, sıradan olaylardan farklı değildir.

4. Tasavvufi Derinlik ve Uygulama

Bu söz, Allah’ı arama yolundaki her seviyedeki insan için önemli bir mesaj taşır:

Allah dostlarına uyarı: Allah’ın tecellilerini birer durak olarak görmeyip, bu durakların ötesindeki hakiki hedefe, yani Allah’ın zatına yönelmek gerekir.

Halk için öğüt: Dünyada görülen güzellikleri, hikmetleri ve olağanüstü halleri sıradan birer olay olarak görmek yerine, bunların Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımaları olduğunu anlamak gerekir.

Sonuç

Bu söz, Allah’ın yarattığı evrende görünen tüm güzelliklerin, hikmetlerin ve olayların O’nun isim ve sıfatlarının bir yansıması olduğunu; ancak insanın bu yansımaların ardındaki Allah’ın zatına yönelmesi gerektiğini vurgular. Evliyaullah bile bu tecellilerde oyalandığında hakiki hedefe ulaşmayı zorlaştırabilir. Halk ise bu tecellileri göremez veya yanlış yorumlar. Tasavvufî bir eğitim, insanı bu tecellilerin ötesine geçmeye ve Allah’ın zatına yönelmeye davet eder.

@@@@@@

“Fehlâ’ na’leyk” (فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ), Kur’an-ı Kerim’de Tâ-Hâ Suresi 12. ayetinde geçer. Bu ifadede, Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya seslenmekte ve şöyle buyurmaktadır:

> “Ben, gerçekten senin Rabbinim; artık ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ’dasın.”

Bu ayetin kelime anlamı ve farklı yönlerden izahı şöyledir:

Kelime Analizi

فَاخْلَعْ (Fehlâ’): Çıkarmak, soyunmak, terk etmek anlamına gelir. Bu kelime, bir şeyi bırakma ya da çıkarma fiilini ifade eder.

نَعْلَيْكَ (Na’leyk): “Senin ayakkabıların” anlamına gelir. Arapçada “na’l”, ayakkabı veya sandalet anlamında kullanılır. Çift ayakkabı olduğu için tesniye (ikil) hâlindedir.

Tefsirlerdeki İzahı

Tefsirlerde bu ayet, farklı bağlamlarda yorumlanmıştır:

1. Zahiri Anlamı:

Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya Tûr Dağı’nda kutsal bir yerde olduğunu bildirmiş ve ona maddi anlamda ayakkabılarını çıkarmasını emretmiştir. Bu, bölgenin kutsallığını ve tevazu göstermek gerektiğini ifade eder.

Tefsirlerde Hz. Musa’nın giydiği ayakkabıların, ceylan derisinden olduğu belirtilir.

2. Manevi Anlamı:

Bazı müfessirler, burada ayakkabıların, dünya ile olan bağı temsil ettiğini söylemişlerdir. Hz. Musa’dan dünya ile manevi bağını kesmesi istenmiştir.

İmam Kurtubî, buradaki ayetin, tevazu ve maneviyata yönelme anlamına geldiğini ifade eder.

3. Toprak ve Safiyet Bağlantısı:

Zemahşerî’nin “Keşşâf” tefsirinde, çıplak ayakla yeryüzüne basmanın, insanın safiyetini ve Allah’a daha yakın bir hâle gelmesini temsil ettiği açıklanır.

Tasavvufi Açıdan Değerlendirilmesi

Tasavvuf ehli, bu ayeti derin bir sembolizmle ele alır:

1. Ayakkabılar ve Dünya Bağı:

“Na’layn” (ayakkabılar), insanın dünyaya olan bağını ve nefsânî isteklerini temsil eder. Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya “ayakkabılarını çıkar” buyurarak, ona nefsânî arzulardan sıyrılmasını ve yalnızca Hakk’a yönelmesini emretmiştir.

Tasavvufi yolda, “dünyevi bağları terk etmek”, kişinin manevi yükselişine engel olan unsurları bırakması anlamına gelir.

2. İki Dünya Bağı:

Ayakkabılar, iki bağ ile temsil edilir: madde (dünya) ve mana (ahiret). Hz. Musa’dan hem dünyadan hem de ahiretten gelen menfaat beklentisini bırakması ve yalnızca Allah’ın rızasına yönelmesi istenmiştir.

Bu bağlamda, ayakkabıların çıkarılması, “fenâ” makamına (dünyevi her şeyden sıyrılma) geçişi temsil eder.

3. Tuvâ Vadisi ve Manevi Temizlik:

Tuvâ, tasavvufi açıdan kişinin kalbine işaret eder. Bu kutsal yere girmek için tüm dünyevi ağırlıklar terk edilmelidir. Ayakkabıların çıkarılması, kalbin saflaşmasını ve Allah’ın huzuruna layık hâle gelmesini sembolize eder.

4. Tevazu ve Huzur:

Tasavvuf ehli, bu ayeti “Allah’ın huzurunda yalnızca tevazu ve teslimiyetle durulabileceği” şeklinde yorumlar. Ayakkabıyı çıkarmak, varlık iddiasını ve kibri terk etmeyi de ifade eder.

Sonuç

“Fehlâ’ na’leyk”, zahiren bir emir gibi görünse de derin manevi ve sembolik anlamlar içerir. Bu ifade, kişinin dünyevi bağlarından sıyrılmasını, kalbini saflaştırmasını ve Allah’ın huzurunda tevazu ile durmasını öğütler. Tasavvuf ehli için, bu ayet, Hakk’a ulaşmak isteyen bir yolcunun, nefsani bağlarını terk ederek Allah’a tam teslimiyetle yönelmesi gerektiğini hatırlatan bir ilham kaynağıdır.

“Fehlâ’ na’leyk” (فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ), Kur’an-ı Kerim’de Tâ-Hâ Suresi 12. ayetinde geçer. Bu ifadede, Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya seslenmekte ve şöyle buyurmaktadır:

> “Ben, gerçekten senin Rabbinim; artık ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ’dasın.”

Bu ayetin kelime anlamı ve farklı yönlerden izahı şöyledir:

Kelime Analizi

فَاخْلَعْ (Fehlâ’): Çıkarmak, soyunmak, terk etmek anlamına gelir. Bu kelime, bir şeyi bırakma ya da çıkarma fiilini ifade eder.

نَعْلَيْكَ (Na’leyk): “Senin ayakkabıların” anlamına gelir. Arapçada “na’l”, ayakkabı veya sandalet anlamında kullanılır. Çift ayakkabı olduğu için tesniye (ikil) hâlindedir.

Tefsirlerdeki İzahı

Tefsirlerde bu ayet, farklı bağlamlarda yorumlanmıştır:

1. Zahiri Anlamı:

Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya Tûr Dağı’nda kutsal bir yerde olduğunu bildirmiş ve ona maddi anlamda ayakkabılarını çıkarmasını emretmiştir. Bu, bölgenin kutsallığını ve tevazu göstermek gerektiğini ifade eder.

Tefsirlerde Hz. Musa’nın giydiği ayakkabıların, ceylan derisinden olduğu belirtilir.

2. Manevi Anlamı:

Bazı müfessirler, burada ayakkabıların, dünya ile olan bağı temsil ettiğini söylemişlerdir. Hz. Musa’dan dünya ile manevi bağını kesmesi istenmiştir.

İmam Kurtubî, buradaki ayetin, tevazu ve maneviyata yönelme anlamına geldiğini ifade eder.

3. Toprak ve Safiyet Bağlantısı:

Zemahşerî’nin “Keşşâf” tefsirinde, çıplak ayakla yeryüzüne basmanın, insanın safiyetini ve Allah’a daha yakın bir hâle gelmesini temsil ettiği açıklanır.

Tasavvufi Açıdan Değerlendirilmesi

Tasavvuf ehli, bu ayeti derin bir sembolizmle ele alır:

1. Ayakkabılar ve Dünya Bağı:

“Na’layn” (ayakkabılar), insanın dünyaya olan bağını ve nefsânî isteklerini temsil eder. Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya “ayakkabılarını çıkar” buyurarak, ona nefsânî arzulardan sıyrılmasını ve yalnızca Hakk’a yönelmesini emretmiştir.

Tasavvufi yolda, “dünyevi bağları terk etmek”, kişinin manevi yükselişine engel olan unsurları bırakması anlamına gelir.

2. İki Dünya Bağı:

Ayakkabılar, iki bağ ile temsil edilir: madde (dünya) ve mana (ahiret). Hz. Musa’dan hem dünyadan hem de ahiretten gelen menfaat beklentisini bırakması ve yalnızca Allah’ın rızasına yönelmesi istenmiştir.

Bu bağlamda, ayakkabıların çıkarılması, “fenâ” makamına (dünyevi her şeyden sıyrılma) geçişi temsil eder.

3. Tuvâ Vadisi ve Manevi Temizlik:

Tuvâ, tasavvufi açıdan kişinin kalbine işaret eder. Bu kutsal yere girmek için tüm dünyevi ağırlıklar terk edilmelidir. Ayakkabıların çıkarılması, kalbin saflaşmasını ve Allah’ın huzuruna layık hâle gelmesini sembolize eder.

4. Tevazu ve Huzur:

Tasavvuf ehli, bu ayeti “Allah’ın huzurunda yalnızca tevazu ve teslimiyetle durulabileceği” şeklinde yorumlar. Ayakkabıyı çıkarmak, varlık iddiasını ve kibri terk etmeyi de ifade eder.

Sonuç

“Fehlâ’ na’leyk”, zahiren bir emir gibi görünse de derin manevi ve sembolik anlamlar içerir. Bu ifade, kişinin dünyevi bağlarından sıyrılmasını, kalbini saflaştırmasını ve Allah’ın huzurunda tevazu ile durmasını öğütler. Tasavvuf ehli için, bu ayet, Hakk’a ulaşmak isteyen bir yolcunun, nefsani bağlarını terk ederek Allah’a tam teslimiyetle yönelmesi gerektiğini hatırlatan bir ilham kaynağıdır.

@@@@@@@@

Ayette “Ben, gerçekten senin Rabbinim; artık ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ’dasın.” Burada bahsedilen Tuvâ neresidir ve Özellikleri nelerdir?

Kur’an-ı Kerim’de, Tâ-Hâ Suresi 12. ayetinde geçen Tuvâ Vadisi (وَادِ ٱلطُّوَىٰ), Hz. Musa’ya vahyin ilk ulaştığı ve Allah’ın kendisiyle konuştuğu kutsal bir yer olarak anılmaktadır. Bu bölgenin özellikleri ve anlamları üzerinde hem tarihsel hem de manevi boyutta çeşitli değerlendirmeler yapılmıştır.

Tuvâ’nın Coğrafi Konumu

1. Sina Yarımadası’nda Bulunduğu Rivayeti:

Tuvâ Vadisi’nin, Mısır ile Filistin arasında bulunan Sina Yarımadasında olduğu düşünülmektedir. Bu, Hz. Musa’nın Mısır’dan Medyen’e giderken geçtiği bir bölgeyle ilişkilendirilir.

Geleneksel olarak Tûr Dağı’nın eteklerinde yer aldığı kabul edilir. Tûr Dağı (Cebel Musa), Hz. Musa’nın Allah’tan vahiy aldığı yer olarak bilinir.

2. Özel Bir Vadi:

“Kutsal vadi” ifadesi, Tuvâ Vadisi’nin sıradan bir yer olmadığını ve manevi bir anlam taşıdığını belirtir. Allah Teâlâ, buranın kutsal bir alan olduğunu vurgulamış ve Hz. Musa’dan ayakkabılarını çıkarmasını istemiştir. Bu, yerin temizliği ve kutsallığına duyulan saygıyı simgeler.

Tuvâ’nın Özellikleri

1. Kutsallığı:

Tuvâ Vadisi, Kur’an’da bizzat “mukaddes” (kutsal) olarak nitelendirilmiştir. Bu durum, vadinin Allah’ın vahyine mazhar olmuş bir yer olduğunu ifade eder. Hz. Musa burada peygamberlikle görevlendirilmiş ve Allah ile doğrudan konuşma lütfuna nail olmuştur.

2. İlahi Hitap Mekânı:

Tuvâ Vadisi, tevhit mesajının bir tecelli noktasıdır. Allah, Hz. Musa’yı burada ilahi bir görevle şereflendirmiştir:

> “Ben seni seçtim, şu hâlde vahyolunacak olanı dinle!” (Tâ-Hâ, 13)

3. Temizlik ve Manevi Hazırlık:

Hz. Musa’dan ayakkabılarını çıkarması istenmesi, yalnızca zahiri bir emir değil, aynı zamanda ruhsal bir hazırlığı ifade eder. Ayakkabıların çıkarılması, dünyevi bağlardan ve kirlerden arınmayı, Allah’a yakın olmayı simgeler.

4. İsmi ve Anlamı:

Tefsir alimleri, “Tuvâ” kelimesinin anlamı üzerinde durmuştur. Kelimenin kökü, “iki kere temizlenmiş yer” ya da “geceleyin kutsanmış yer” anlamına gelir. Bu, buranın manevi olarak arındırılmış ve özel bir mekân olduğuna işaret eder.

5. Tarihi ve Manevi Değeri:

Tuvâ Vadisi, Hz. Musa’nın peygamberlikle görevlendirildiği ve Allah’ın ona doğrudan vahyettiği bir yer olduğu için, İslam inancında özel bir öneme sahiptir. Bu vadi, İslam’da yalnızca bir coğrafi alan değil, aynı zamanda vahyin ve ilahi tebliğin başladığı kutsal bir mekân olarak anılır.

Tuvâ’nın Tasavvufi ve Manevi Yorumu

Tasavvuf ehli ve bazı müfessirler, Tuvâ Vadisi’ni sembolik anlamlarla yorumlamışlardır:

1. Kalbin Safiyeti:

Tuvâ Vadisi, insanın kalbini temsil eder. Kalp, Allah’ın tecelligâhıdır ve O’nun hitabına açık bir mekân gibidir. Hz. Musa’dan ayakkabılarını çıkarması istendiği gibi, insanın da kalbini dünyevi bağlardan ve kirlerden arındırması gerekir.

2. İki Saflık (Tuvâ):

“Tuvâ” kelimesi, bazı tasavvufi yorumlarda, iki safiyet anlamında açıklanmıştır. Bu, zahirî ve batınî temizlik ya da dünya ve ahiret arası bir arınma hâli olarak değerlendirilir.

3. Vahyin Tecelli Mekânı:

Tuvâ, Allah’ın kudretini, insanın varlığını ve ilahi mesajın doğrudan tecellisini temsil eder. Bu nedenle, Tuvâ Vadisi, insanın Allah ile buluşma ve ilahi hakikati idrak etme mekânı olarak yorumlanır.

Sonuç

Tuvâ Vadisi, Hz. Musa’nın peygamberlik görevine başladığı, Allah ile konuşma şerefine nail olduğu kutsal bir mekândır. Coğrafi olarak Sina Yarımadası’nda olduğu kabul edilmekle birlikte, manevi anlamı daha derin ve büyüktür. Burası, temizliğin, arınmanın, ilahi hitabın ve insanın Allah’a yönelişinin simgesi olarak anılır. Ayetteki “kutsal vadi” ifadesi, buranın zahirî temizliğin ötesinde, Allah’ın vahyine mahsus özel bir yer olduğunu açıkça ifade eder.

@@@@@@@@

TECRİD-TECERRÜD-MÜCERRED-

TECRİD, TECERRÜD VE MÜCERRED: DERİN MANALAR VE İBRETLERLE DOLU BİR YOLCULUK

İnsanın ruhsal yolculuğunda, derin anlamlar taşıyan kelimeler, bazen bir rehber bazen bir durak olur. Bu yazıda, üç kavram üzerinde duracağız: tecrid, tecerrüd ve mücerred. Her biri ayrı bir hikâye anlatır; fakat bu hikâyeler birleştiğinde, insanın özüne ve hakikate ulaşma çabasını derinden kavramamıza yardımcı olur.

1. TECRİD: DÜNYA İLE ARAYA MESAFE KOYMAK

Tecrid, sözlük anlamıyla bir şeyden soyutlanma, arındırma, uzaklaşma demektir. Tasavvufî anlamda ise, kişinin kalbini dünyaya bağlayan geçici şeylerden kurtulması ve yalnızca Allah’a yönelmesi anlamına gelir.

Tecrid, yalnızlık değil; bir özgürleşme halidir. İnsan, sahip olduklarının esiri olmadan yaşayabilmeyi, dünyanın cazibesine kapılmadan hakikatle bağ kurabilmeyi öğrenir. Bu, maldan mülkten vazgeçmek anlamına gelmez; ancak kalbin, bu maddî bağlardan kurtulmasını ifade eder. Mevlâna Celaleddin Rumi’nin, “Eşya, elinde olsun; gönlünde olmasın,” öğüdü, tecridin özünü açıklar.

Tecrid, sadece maddi şeylerden uzaklaşmak değil, zihnin ve kalbin de her türlü şirkten, kibirden ve kötü düşünceden arınmasıdır. Bu saflaşma, insanı Allah’a yaklaştırır ve onu yaratılışının özüne döndürür.

2. TECERRÜD: BENLİKTEN SOYUNMAK

Tecerrüd, tecridin bir adım ötesidir. Bu kavram, insanın sadece dünya ile değil, kendi nefsiyle de arasına mesafe koymasını ifade eder. Tecerrüd, “benlikten soyunmak” ve Allah’a tam bir teslimiyetle yönelmek anlamına gelir.

Nefis, insanı çoğu zaman hakikatten uzaklaştıran en büyük engeldir. Tecerrüd ise bu engeli aşmayı, nefsin arzularından kurtulmayı öğretir. Bu noktada, insan artık yalnızca Allah’a kulluk etmenin bilincine varır. Hazreti İbrahim’in, “Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim” dediği gibi, kişi her şeyden sıyrılarak Allah’a yönelir.

Tecerrüd, aynı zamanda dünyayı “mücerred” bir gözle görmeyi öğrenmektir. Yani, dünyaya sadece bir araç olarak bakmak ve ebedî olanın peşinde koşmaktır.

3. MÜCERRED: SOYUT GERÇEKLİK

Mücerred kelimesi, soyut veya maddi olmayan anlamına gelir. Ancak tasavvufî anlamda mücerred, insanın saf hakikatle buluşmasını ifade eder. Dünya, insanın algıladığı şekliyle somuttur; ama hakikat, soyuttur.

Mücerred, tecrid ve tecerrüdün neticesinde ulaşılabilen bir bilinç halidir. Bu hâl, insanın eşyaya ve dünyaya bakışını değiştirir. Artık her şeyde Allah’ın bir tecellisini görür. Bir çiçeğe baktığında, onun Allah’ın isimlerinden birine işaret ettiğini fark eder. Bir olay yaşadığında, bu olayın bir hikmet taşıdığını bilir. Mücerred düşünceye ulaşan kişi, dünyayı yalnızca bir perde olarak görür ve perdenin ardındaki hakikati arar.

BU KAVRAMLARIN İBRETLİ HİKÂYESİ

Tecrid, tecerrüd ve mücerred kavramları bir araya geldiğinde, insanın manevi yolculuğunun üç aşamasını temsil eder. Önce dünyadan tecrid olunur; ardından nefsin arzularından sıyrılarak tecerrüd haline geçilir. Son aşamada ise kişi, mücerred bir bilinçle her şeyin özünü ve Allah’ın mutlak varlığını idrak eder.

Tasavvuf ehline göre bu yolculuk, bir ömür boyu süren bir arınma sürecidir. İnsanın, her gün biraz daha az yükle yürümeyi öğrenmesi gerekir. Bu, kolay bir yolculuk değildir; çünkü hem dünya, hem nefis insanı bu yolda geri çekmek ister. Ancak tecrid ile özgürleşen, tecerrüd ile teslim olan ve mücerred bir hakikat bilinciyle hareket eden kişi, en nihayetinde gerçek huzuru bulur.

SONUÇ: YOLCULUĞUNUZA DAVET

Tecrid, tecerrüd ve mücerred, yalnızca kelimeler değil; insana, hakikate giden yolda rehberlik eden kavramlardır. Bu üç adımı anlamak ve hayatımıza uygulamak, bizi dünyanın gelip geçici zenginliklerinden, nefsimizin bitmek bilmeyen arzularından kurtarır ve Allah’a yakınlaştırır.

Şimdi kendimize soralım: Kalbimiz ne kadar tecrid içinde? Nefsimizden ne kadar tecerrüd edebildik? Ve biz dünyaya ne kadar mücerred bir bilinçle bakabiliyoruz? Bu soruların cevapları, bizi hakikate bir adım daha yaklaştırabilir.

@@@@@@@@

“Der tarik-i Nakşibendî lazım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk” ile
“Der tarik-i aczmendî lazım âmed çâr çiz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz”

Bu iki mısra, farklı tarikatların manevi eğitim yolunda takip ettiği esasları veciz bir şekilde özetler. Her birinde, insanın dünya ve nefs bağlarından kurtulup hakikate ulaşması için bir yol haritası sunulmaktadır. Şimdi bu ifadeleri ve taşıdıkları derin manaları ayrı ayrı inceleyelim.

1. “Der tarik-i Nakşibendî lazım âmed çâr terk”

Bu ifade, Nakşibendî tarikatının manevi yolculuğunda gerekli olan dört terk aşamasını dile getirir:

Terk-i dünya: Dünya nimetlerine ve geçici arzulara bağlılıktan kurtulmak. Bu, dünya hayatını tamamen terk etmek anlamına gelmez; bilakis, dünya ile olan ilişkiyi bir araç düzeyinde tutmak ve ona kalben bağlanmamaktır. Dünyanın cazibesi insanın gönlünü işgal ettiğinde, hakikate giden yolda bir engel haline gelir.

Terk-i ukbâ: Ahiret sevabını kazanma hırsını da terk etmek. İnsan ibadetlerini sadece cennet arzusu ya da cehennem korkusuyla yapmamalıdır. Bu aşama, Allah’a sadece O’nun rızasını kazanmak için yönelmeyi öğütler.

Terk-i hestî: Kendi varlığını, benliğini (ene) terk etmektir. “Ben” duygusundan sıyrılıp, nefsin arzularını aşarak Allah’a tam bir teslimiyetle yönelmeyi ifade eder. Kul, Allah’ın büyüklüğünü idrak ettikçe kendi varlığını önemsiz görür.

Terk-i terk: Son aşamada, terk etme fikrinden bile vazgeçmek. Bu, bir manevi kemal noktasıdır. Kul, artık terk ettiğini düşünerek bile bir “varlık” iddiasında bulunmaz; tamamen Allah’a teslim olur.

Derin Mana: Bu dört terk, insanın Allah’a yakınlaşma yolunda tüm dünyevî ve hatta uhrevî bağlarından arınıp, hakiki tevhide ulaşmasını simgeler. Kişi, kendini tamamen unutarak Allah’ın huzurunda yok olma haline erişir.

2. “Der tarik-i Aczmendî lazım âmed çâr çiz”

Bu mısra ise Aczmendîlik yolunun esaslarını dile getirir. Aczmendîlik, Bediüzzaman Said Nursî’nin fikirlerinden ilham almış bir mefkûredir ve “acz”, “fakr” gibi kavramları merkeze alır. Buradaki dört esas şunlardır:

Fakr-ı mutlak: İnsan, Allah karşısında mutlak bir fakirlik içindedir. Sahip olduğu hiçbir şeyin gerçek anlamda kendisine ait olmadığını, her şeyin Allah’tan geldiğini idrak eder. Bu fakirlik, insanın kendi acziyetini kabul etmesi ve Allah’a olan ihtiyacını derinden hissetmesidir.

Acz-i mutlak: İnsan, varlığı ve kudreti itibarıyla Allah karşısında tamamen âcizdir. Kendi gücüyle hiçbir şey yapamayacağını, Allah’ın her şeyin gerçek faili olduğunu anlaması gerekir. Bu, insanı tevazua ve teslimiyete götürür.

Şükr-ü mutlak: İnsan, Allah’ın nimetlerini her an hatırlamalı ve bu nimetlere karşı şükür duygusu içinde olmalıdır. Şükür, kulun hem dilde, hem kalpte, hem de amelde Allah’a yönelmesidir.

Şevk-i mutlak: Allah’a kavuşma yolunda sürekli bir heyecan ve coşku içinde olmaktır. Bu, manevi yolculuğu diri tutan ve kulun ibadetlerini ihlasla yapmasını sağlayan bir haldir.

Derin Mana: Aczmendîlik, insanın nefsinin acizliğini ve Allah’a olan mutlak bağımlılığını kabul ederek tevhide ulaşmasını amaçlar. Bu yolculukta insan, Allah’a olan muhtaçlığını her an idrak eder ve bu muhtaçlık onu şükür, coşku ve teslimiyetle Allah’a yaklaştırır.

Bu İki Yolun Ortak ve Farklı Yönleri

Ortak Nokta: Her iki yol da insanın nefsini terbiye ederek Allah’a yönelmesini amaçlar. Hem Nakşibendîlik hem de Aczmendîlik, kişinin dünyevî ve nefsanî bağlardan kurtulup Allah’a teslim olmasını öğütler.

Farklılıklar: Nakşibendîlik daha çok “terk” üzerinden bir manevi yolculuk çizerken, Aczmendîlik “acz” ve “fakr” üzerinden Allah’a yakınlaşmayı esas alır. Nakşibendîlikte “terk” ile bir yok oluş (fenafillah) vurgusu vardır, Aczmendîlikte ise “acz” ile Allah’a olan bağımlılığı hissetmek ön plandadır.

Sonuç: Her İki Yol da Hakka Götürür

Her iki yol da, insanı Allah’a ulaştırmak için farklı yöntemler sunar. Nakşibendîlikte “terk” yoluyla varlıktan soyutlanarak Allah’a yönelmek; Aczmendîlikte ise “acz” ve “fakr” ile Allah’a olan mutlak muhtaçlık idrakiyle O’na yakınlaşmak esastır. Her iki yol da nihayetinde insanı, Allah sevgisiyle dolu bir kulluğa ve O’nun rızasına götürmeyi amaçlar. Bu yollardan hangisi tercih edilirse edilsin, asıl önemli olan samimiyetle bu yolculuğu sürdürmektir.

Kısacası, bu mısralar bize şu hakikati öğretir: İnsan, varlığını unutarak ve Allah’a muhtaç olduğunu idrak ederek gerçek anlamda kulluk mertebesine ulaşabilir. Bu ise ancak dünya, nefis ve benlik bağlarını aşmakla mümkün olur.

@@@@@@@@

اِنَّمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌۜ وَاللّٰهُ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ

İnnemâ emvâlukum ve evlâdukum fitne(tun)(c) va(A)llâhu ‘indehu ecrun ‘azîm(un)”Teğâbun Suresi 15. Ayet.
Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.

MALLARINIZ VE ÇOCUKLARINIZ BİRER İMTİHAN: TEĞÂBUN SURESİ 15. AYETİN DERİN MESAJI

Kur’an-ı Kerim’in her ayeti, insanın dünyadaki varoluş amacını ve ahiret yurdunu kazanma yolculuğunu aydınlatan bir rehberdir. Teğâbun Suresi’nin 15. ayeti olan “Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır” ifadesi de insana derin bir hakikati hatırlatır: Dünya hayatının süsü olarak gördüğümüz mal ve evlat, aslında birer emanet ve aynı zamanda imtihan vesilesidir.

Bu ayeti anlamak ve hayatımıza yansıtmak, sadece bireysel huzurumuzu değil, aynı zamanda Allah’a olan bağlılığımızı güçlendirecek bir farkındalık kazandırır. Peki, bu ayet bize neler öğretir ve nasıl bir ders verir? Gelin, birlikte düşünelim.

MALLAR VE ÇOCUKLAR: NİMET Mİ, İMTİHAN MI?

Dünya hayatı, insanlar için türlü nimetlerle süslenmiştir. Mallarımız, evlatlarımız, sahip olduğumuz her şey, Allah’ın bize birer lütfudur. Ancak bu nimetler, aynı zamanda bizim için birer imtihan vesilesidir.

Mal sahibi olmak, insana sorumluluk getirir. Malı nasıl kazandığımız, nerede harcadığımız, ne kadar şükrettiğimiz; işte bunların hepsi birer imtihan sorusudur. İslam, malı kötülemez; ancak malın kalpte yer edinmesine karşı uyarır. Malı, Allah’ın rızasını kazanmaya vesile kılmak gerekirken, ona aşırı bir sevgiyle bağlanmak, insanı manevi yoldan alıkoyabilir. Bu yüzden ayette, malların sadece bir süs değil, aynı zamanda bir fitne (imtihan) olduğu hatırlatılır.

Evlatlar da böyledir. Onlar Allah’ın bize verdiği en büyük nimetlerden biridir. Ancak ebeveynlik, büyük bir sorumluluk demektir. Çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimiz, onlara hangi değerleri kazandırdığımız, dünya ve ahiretleri için ne kadar gayret gösterdiğimiz, bizim için bir imtihandır. Çocuk sevgisi, elbette doğal ve güzeldir. Ancak bu sevgi, Allah sevgisinin önüne geçerse, o zaman bu nimet de bir fitneye dönüşebilir.

MALLAR VE ÇOCUKLAR: KALPTE Mİ, ELDE Mİ?

Ayette geçen “fitne” kelimesi, tasavvufî bir açıdan değerlendirildiğinde, insanın dünyaya olan bağımlılığını temsil eder. Mallar ve çocuklar, insanın kalbinde yer ettiğinde, insanı Allah’tan uzaklaştırabilir. Ancak bu nimetleri birer emanet olarak görebilen kişi, onlarla imtihanını kazanmaya adaydır.

Mevlâna Celaleddin Rumi’nin şu sözü bu meseleyi çok güzel açıklar:
“Gemiyi su batırmaz; gemiyi batıran, suyun içine girmesidir. Dünya malı da böyledir; elinde kalırsa zarar vermez, ama kalbine girerse seni batırır.”

Mallar ve evlatlar da böyledir. Onlar elimizde, bize emanet edilen şeylerdir. Ancak kalbimize yerleştiğinde, Allah’a olan sevgimizi ve bağlılığımızı gölgeleyebilir. Bu nedenle Kur’an, insanı sürekli olarak bu konuda uyanık olmaya davet eder.

ALLAH’IN KATINDA BÜYÜK MÜKÂFAT

Ayette, malların ve çocukların bir imtihan olduğu vurgulanırken, bu imtihanı hakkıyla verenlere Allah katında büyük bir mükâfat olduğu hatırlatılır. Bu mükâfat, dünya nimetlerinden çok daha büyüktür. Çünkü Allah katındaki mükâfat, ebedî olan cenneti ve O’nun rızasını kazanmaktır.

Dünya hayatında sahip olduklarımız geçicidir. Ne mallar, ne de evlatlar bize kalıcı bir huzur ve mutluluk verebilir. Bu yüzden insan, ebedî olan ahiret yurdunu kazanmak için çabalamalıdır. Malları, Allah yolunda harcayarak sadaka ve infakla ebedîleştirmek; çocukları ise salih evlatlar olarak yetiştirerek, hem kendi ahiretini hem de onlarınkini kurtarmaya çalışmak, bu büyük mükâfata ulaşmanın yollarından biridir.

GÜNLÜK HAYATIMIZA YANSIMALAR

Bu ayetten alınacak dersler, günlük hayatımızda birçok alanda kendini gösterir:

1. Mal sevgisini dengelemek: Mal, kazanılmalı ama paylaşılmalıdır. Zenginlik, yalnızca kendimiz için değil, ihtiyaç sahipleri için de bir rahmet vesilesi olmalıdır.

2. Evlada karşı sorumluluk: Çocuklarımızı yalnızca dünya hayatı için değil, ahiret hayatı için de hazırlamalıyız. Onlara değerli miras, para değil, ahlak ve iman bırakmaktır.

3. Allah’a teslimiyet: Mallar ve evlatlar, bize ait değil, Allah’ın birer emanetidir. Bu emanete riayet etmek, Allah’a olan kulluğun bir gereğidir.

SONUÇ: İMTİHANIN FARKINDA OLMAK

Teğâbun Suresi 15. ayeti, bize hayatın gerçeklerini hatırlatan bir uyarıdır. İnsan, mal ve evlat gibi dünya nimetlerini sever; ancak bu sevgiyi Allah sevgisinin önüne koyduğunda, gerçek huzuru kaybeder. Mallar ve çocuklar, bizden alınabilir; ama Allah katındaki mükâfat, kalıcı ve ebedîdir.

O halde kendimize sormamız gereken soru şudur:
Mallarımıza ve çocuklarımıza olan sevgimiz, bizi Allah’a yaklaştırıyor mu, yoksa uzaklaştırıyor mu? Eğer bu soruya samimiyetle cevap verir ve dünya nimetlerini hakikatli bir dengeyle kullanmayı öğrenirsek, hem bu dünyada hem de ahirette huzuru yakalayabiliriz. Çünkü bu dünyadaki imtihanı kazananlar, Allah katında büyük bir mükâfata erişecektir.

Ve unutmayalım: Sahip olduklarımızın değil, sahip olduklarımızla yaptıklarımızın hesabı sorulacaktır.

@@@@@@

MADDENİN VE EŞYANIN ESİRİ Mİ OLDUK?

MADDENİN VE EŞYANIN ESİRİ Mİ OLDUK?

İnsan, yaratılışı itibarıyla fıtraten hürdür. Ancak çağımızın gerçeklerine baktığımızda, bu hürriyetin giderek azaldığını, maddenin ve eşyanın insanı esir aldığını görüyoruz. Modern dünyada, sahip olmakla var olmak arasındaki sınırlar bulanıklaşmış durumda. İnsan, kendi özünü ve maneviyatını ihmal ederek, eşyaya ve maddi şeylere köle olmaya başlamış durumda. Peki, bu durumdan nasıl kurtulabiliriz? Bu yazıda, bu derin sorunun köklerini ve çözüm yollarını birlikte arayacağız.

EŞYA İLE İNSAN ARASINDAKİ İNCE ÇİZGİ

Eşya, insanın hayatını kolaylaştırmak için yaratılmış bir araçtır. Ancak bu araç, zamanla bir amaca dönüşmüştür. Sahip olduklarımız, artık kim olduğumuzu belirler hale geldi. Evlerimizdeki mobilyalar, arabamızın markası, kıyafetlerimizin fiyatı; bunlar hep bir statü göstergesi olarak anlaşılıyor. Daha fazlasını almak, daha iyisine sahip olmak ve hep bir adım öne geçmek için sürekli bir yarışın içindeyiz.

Ancak burada unuttuğumuz çok önemli bir gerçek var: Eşya, insanın hizmetkârı olmalı; insan, eşyanın kölesi olmamalıdır. Oysa bugün, insanlığın büyük bir kısmı, eşyaya ve maddeye olan bu bağımlılık nedeniyle kendi ruhsal derinliğini kaybetme noktasına gelmiştir.

MODERN KÖLELİK: TÜKETİMİN HÜKMÜ ALTINDA YAŞAMAK

Bugün, modern dünyanın bize dayattığı tüketim kültürü, bizleri farkında olmadan zincire vuruyor. Reklamlar, sosyal medya, vitrinler ve ekranlar, bize sürekli şunu söylüyor: “Daha fazlasına sahip olursan mutlu olacaksın.” Ancak her yeni eşya, her yeni alışveriş, bizi biraz daha tatminsiz ve boş bir hâle getiriyor. Çünkü maddi şeylerin, insanın ruhsal açlığını doyuramayacağını unutuyoruz.

Daha fazla tüketmek, daha fazla sahip olmak bizi özgürleştirmek yerine, daha fazla bağımlı hale getiriyor. Artık sadece eşyalara değil, bu eşyaları kazanmak için harcadığımız vakitlere, kaybettiğimiz maneviyata, azalttığımız insani ilişkilerimize esir oluyoruz.

RUHUN ÇIĞLIĞI: EŞYA YÜKÜNDEN ARINMAK

İnsanın asıl yaratılış amacı, eşya biriktirmek değil, Allah’a yakın olmaktır. Ancak maddeye olan bu esaret, ruhumuzu ağır bir yük altına sokuyor. Hz. Mevlana’nın şu sözü, bu konuda bize çok şey anlatır:
“Hırs, gemlenmemiş bir at gibidir. O at seni dilediği yere sürükler, ama sonunda bir uçuruma götürür.”

Bu uçurum, aslında insanın ruhunu boşlukta bırakmasıdır. Maddi şeylere olan bağlılık arttıkça, insan kendi manevi değerlerinden uzaklaşır. Maneviyat, aslında insanın en derin ihtiyaçlarından biridir. Ama eşyanın çekiciliği, bu ihtiyacı gölgeler.

KURTULUŞ YOLU: EŞYA İLE HAKİKİ DENGEMİZİ BULMAK

Eşyaya ve maddeye esir olmaktan kurtulmanın ilk yolu, neyin gerçekten ihtiyaç, neyin ise israf olduğunu ayırt edebilmektir. İslam, bu konuda bize yol gösterir:
“Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” (A’râf, 31)

İsraf, yalnızca yemek ve içmekte değil, eşyada, zamanda ve enerjide de olur. Sahip olduğumuz şeylerin kıymetini bilmek, ama onlara kalbimizi bağlamamak gerekir. Kalbimizi bağladığımız şey, sadece Allah olmalıdır. Çünkü dünyadaki her şey fanidir ve sonunda bizi terk eder. Ancak Allah’a olan bağlılık, bizi hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluşa ulaştırır.

SONUÇ: ÖZGÜRLÜK YOLCULUĞUNA ÇIKMAK

Eşyaya esir olmak, insanın kendi varoluş amacından uzaklaşması demektir. Bu esaretten kurtulmak ise ancak tefekkür, şükür ve kanaatle mümkündür. İnsan, sahip olduklarının kendisine bir emanet olduğunu ve asıl sahibinin Allah olduğunu idrak ettiğinde, bu dünyadaki yüklerinden kurtulur.

Şimdi kendimize şu soruları soralım:

Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz şeylere mi sahibiz, yoksa israf mı ediyoruz?

Eşyayı mı yönetiyoruz, yoksa eşya mı bizi yönetiyor?

Maddi şeylerin peşinde koşarken ruhsal ihtiyaçlarımızı göz ardı mı ediyoruz?

Bu soruların cevapları, bizi bir hakikat yolculuğuna çıkarabilir. Çünkü insan, ne zaman ki eşyanın esaretinden kurtulur, işte o zaman gerçek hürriyetine kavuşur. Ve bu hürriyet, insanı Allah’a yaklaştıran en büyük adımdır.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=zwWcOe0pTZ0

Loading

No ResponsesŞubat 9th, 2025