HİSSE-34
HİSSE-34
Güneşi testiciye sordum, hayattır dedi…
Dönüp buzcuya sordum, felakettir dedi….****************
İBRİK MENKIBESİ…
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri gençlik yıllarında iken, Bağdat’ta bir işi olması sebebiyle uzun bir yolculuğa çıkar… Bu yolculuk esnasında bir dere kenarında balık tutmaya çalışan derviş kılıklı bir adama rastlar,adama yaklaşır ve selam verir! Ne yaptığını sorar!
Adam: ben gördüğün şu sazdan yapılmış kulubede yaşıyorum,geçimim içinde her gün iki balık tutarım, biri kendim için biriside sizin gibi yolu düşenlere ikram etmek için der.
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri adama misafir olur…adam ne tarafa yolculuk yaptığını sorar…mübarek: Bağdat’a doğru gidiyorum deyince adam çok sevinir ve “benim orada çok sevdiğim bir ALLAH adamı vardır.. O nun yanına uğrayıp benim için nasihat etmesini rica edermisin.” der..
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri : tabi zaten gidiyorum.orayada uğrarım der..neyse yolculuk devam eder..
Bağdat”a varır.. kendi işlerini gördükten, sonra! “şu dervişin dediği zata bir uğrayayım diye düşünür… ve o adrese uğrar..
bir de bakarki, kapıda nöbetçiler ve bir sürü hizmetlileri olan ulu bir konak!
Derdini anlatır, o zatın kendisini kabul edeceği haber verilir…içeri girer,O zatla tanışır.! sohbet ederler,dervişten bahseder, O zat dervişi tanır..
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri müsaade istemeden önce dervişin nasihat istediğini söyler…
O mübarek zat bir süre gönlüne eğildikten sonra başını kaldırır ve “söyle ona dünyayı gönlünden çıkarsın” deyince
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri şaşırır ama bir şey söylemez….ve oradan ayrılır…
Günlerce süren yolculuktan sonra tekrar o dervişin oturduğu sazdan kulubeye varır..
Onunla hoş beşten sonra,derviş O mübarek zat bana nasihat ettimi diye heyecanla sorar!
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri:”Evet sana nasihat etti…” dedi ki “söyle ona dünyayı gönlünden çıkarsın” deyince.. derviş bir nara atar ve bayılır!..
Ayıldıktan sonra Muhyiddin-i Arabi Hazretleri onun bu haline hayret ederek derki! “ben bu işten bir şey anlamadım..Sana dünyayı gönlünden çıkartsın diyen zat ihtişam içerisinde nöbetçileri, hizmetçileri olan ulu bir konak ta yaşıyor…
Ve senin gibi hiç bir şeyi olmayan bir dervişe “dünyayı gönlünden çıkartsın” diyor..
sende bu hale düşünüyorsun bu işteki sır nedir? bana da söyle…
Derviş derin bir ah çektikten sonra “benim” diyor “işte sende gördün dünya adına neredeyse hiç bir şeyim yok geçimimi dereden balık tutarak temin ediyorum, sazdan yapılmış kulübemde ise abdest almak için kullandığım bir İBRİĞİM var, lakin ben ne zaman namaza dursam zikre, ibadete yönelsem bütün varlığım olan o İBRİK kaybolurmu? yoldan geçen birisi alırmı? düşüncesi benim kalbimi sürekli meşgul eder!
“O” zat bir sürü dünya malına sahip iken hiç bir malı “O” nunla ALLAH arasına girmezken benim üç kuruşluk “ibriğim” bana perde olur, ALLAH”la arama girer….onun için “O” mübarek bana bu nasihatte bulunmuş deyince,
Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin gönlünde büyük fırtınalar kopmasına sebep olur….
**************
Nasreddin Hoca’nın Evliliği
Nasreddin Hoca’ya sormuşlar:
– Hocam, evliliğiniz nasıl geçti?
Hoca da anlatmış:
– Evliliğimizin ilk senesi çok güzel geçti… Ben söyledim, hanım dinledi,
ben söyledim hanım dinledi… İkinci sene, bizim hanım işi anladı… O
söylemeye başladı… O söyledi ben dinledim, o söyledi ben dinledim…
– Peki, hocam, sonra nasıl oldu, diyenlere de,
– Hiç sormayın, demiş, sonraki yıllarda da, ikimiz birlikte söyledik,
komşular dinledi…
İmam-ı Azam ve yaşlı annesi
Bir gün İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin yaşlı annesi, oğlundan kadı
efendiye yeminle ilgili bir soru sormasını ister. Ebû Hanife, Bağdat’ın en
büyük âlimi olmasına rağmen annesinin gönlünü hoş etmek için kadıyla
görüşür ve ona annesinin sorusunu sorar. Kadı efendi de sorunun cevabını
Ebû Hanife’den öğrenir. Sonra da “Bu cevabı annenize aynen söyleyin.”
der. Ebû Hanife annesine gider ve sorusunun cevabını verir. Böylece
gönlünü hoş etmiş olur. Ebû Hanife cevabı kadı efendiden daha iyi bildiği
halde annesine “Ben kadıdan daha iyi bilirim.” vb. bir ifade kullanmaz..
Âlimlerin rivâyetlerdeki titizliği:
Suriyeli merhum âlim Abdülfettâh Ebû Gudde Hoca Efendi, Safahât min
Sabri’l-Ulemâ alâ Şedâidi’l-İlm ve’t-Tahsîl isimli eserinde hadis âlimlerinin
bir hadisi, hatta bazen hadisteki bir kelimeyi doğru bir şekilde yazmak için
ne zorluklara katlandıklarına dâir birçok örnek verir. Bunlardan bazıları
şöyledir:[160]
Tâbiîn âlimlerinden Ebu’l-Âliye (rh) şöyle demiştir:
“Biz Basra’da Resûlullah (sav)’ın ashâbından rivâyet edilen bir hadis
duyardık. Fakat içimiz rahat etmez, onların ağzından duymak için
bineğimize atlar, tâ Medine’ye giderdik.”
Yine tâbiîn âlimlerinden Saîd b. Müseyyeb (rh) şöyle demiştir:
“Ben tek bir hadisi öğrenmek için günlerce yolculuk yapardım.”
Başka bir tâbiîn âlimi, ilim ve takvâsıyla meşhur İmam Şa‘bî (rh) üç hadis
duymuş, belki Resûlullah (sav)’la görüşmüş birisini görür de bu hadisleri
sorarım ümidiyle Kufe’den kalkıp Mekke’ye seyahat etmiştir.
Yine tâbiîn âlimlerinden Hasan el-Basrî ve Mesrûk’un bir hadis değil
sadece bir kelimenin doğru şeklini öğrenmek için seyahat ettikleri rivâyet
edilmiştir.
*Şair Nâbî
Osmanlı Devleti’nin büyük şâirlerinden Urfalı Yusuf Nâbî 1678 senesinde
bir kafile ile hac yolculuğuna çıkar. Kafilede bazı devlet adamları ve paşalar
da vardır. Hicaz bölgesine giren kafile gece yarısı Medine-i Münevvere’ye
yaklaşmış ve bir yerde konaklamıştı. Nâbî bakar ki kafilede bulunan bir
paşa ki rivâyetlere göre bu kişi Râmi Mehmed Paşa’dır, muhtemelen
farkında olmadan ayaklarını kıble tarafına doğru uzatmış yatıyordu.
Mübarek topraklarda gördüğü bu manzara Nâbî’nin canını sıkar, bu duruma
üzülür. Hemen paşanın duyacağı bir şekilde içinde şu beyitlerin yer aldığı
meşhur şiirini okumaya başlar:
Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!
Nazargâh-i ilahîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.
Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyâdır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.
Bu beyitlerin günümüz Türkçesi şöyledir:
Edebi terketmekten sakın! Zira burası Allah’ın Habibi’nin beldesidir.
Burası, Allahu Teâlâ’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed
Mustafâ’nın makamıdır.
Ey Nâbî, bu dergâha edep şartlarını gözeterek gir.
Burası, meleklerin tavaf ettiği ve peygamberlerin (toprağını, eşiğini)
öptüğü bir yerdir.
Bu beyitleri işiten paşa hemen toparlanır. Nâbî’ye dönerek:
– Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye
sorar. Nâbî şöyle der:
– Sizi bu halde görünce içime gelen ilhamla şimdi yazdım ve okudum.
İkimizden başka bilen yok!
Paşa şöyle der:
– Öyleyse aramızda kalsın.
Kafile, sabah ezanına yakın Mescid-i Nebevî’ye yaklaşır. Bir de bakarlar
ki mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî’nin paşayı
uyardığı şiirini okuyorlar. Nâbî ve paşa şaşırırlar. Hemen müezzinin yanına
giderler. Nâbî büyük bir heyacanla sorar:
– Allah aşkına söyle, ezandan önce okuduğun o kasideyi kimden
öğrendin?
Müezzin der ki:
– Bu gece Peygamber Efendimiz (sav)’i rüyamda gördüm. Bana şöyle
buyurdular:
– Ümmetimden Nâbî adında bir şair beni ziyarete geliyor. Onu, ezandan
önce, benim için yazdığı kasideyi okuyarak karşıla!
– Ben de Efendimiz (sav)’in emrini yerine getirdim.
Müezzinin bu müjdeli sözlerini duyan Nâbî sevincinden gözyaşları döker.
Karahan, Nâbî, s. 10
*Kusurlu Mal
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe (rh), ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin
çocuğu olarak Kûfe’de dünyaya gelmiştir. Kendisi de ilim öğrenmeye
başlamadan önce kumaş ticaretiyle uğraşmış, ilim hayatına atılınca da
ticaret işini ortakları aracılığıyla sürdürmüştür.
İmam-ı Âzam’ın Hafs adında bir ortağı vardı. Onu kumaş satması için
zaman zaman komşu şehirlere gönderirdi. Yine bir gün onu şehir dışına
gönderirken:
– Şu şu mallar kusurlu. Bunları satacağın zaman alıcıya söyle, diye uyarır.
Hafs bütün malları satarak Kufe’ye geri döner. Kusurlu elbiseleri de
kusurlarını söylemeden satmıştır. Ve bu elbiseleri kimlere sattığını
hatırlamaz.
Ebû Hanîfe bu durumu öğrenince içi rahat etmez ve bu kusurlu malların
tamamının parasını ihtiyaç sahiplerine dağıtır.
Ebû Hanîfe insanların sevgisini kazanmaya çok düşkündü, dostlukları
sürdürmeye özen gösterirdi. Herhangi birisi yanına oturup da kalktıktan
sonra onu tanıyanlara durumunu sorardı. İhtiyaç sahibiyse ihtiyacını giderir,
hastaysa ziyaretine giderdi. Bu yolla insanların gönlüne girer, sevgilerini
kazanırdı.
(Abdurrahman Ra’fet el-Bâşâ, Suver min Hayâti’t-Tâbiîn, I, 489-490; Ebû
Zehra, Ebû Hanîfe, s. 34.)
***********
Mübârek bir cum’a günü sevgili Peygamberimiz, mescidde hutbeye çıktılar.
Hazret-i Abdullah da telâşla, cum’aya yetişmeye çalışıyordu. Henüz epeyce ilerde, “Beni Ganm”de bulunuyordu. Tam o sırada, Peygamber efendimizin:
– Oturun! buyurduklarını işitti.
Derhal bulunduğu yere oturdu. İki Cihân Güneşi’nin hutbeleri bitinceye kadar da, yerinden kalkmadı. Bu hâli gören Müslümanlar, durumu Peygamber efendimize arz ettiler:
Resûlullaha itâ’at
– Yâ Resûlallah! Revâha oğlunun, nerede oturduğunu görüyor musunuz?
Sevgili Peygamberimiz o tarafa doğru baktılar.
– Çünkü sizin “oturun” emrinizi, orada duydu ve hemen oturdu!.. dediler.
Peygamber efendimiz bu hareketten çok hoşlanıp, Hazret-i Abdullah’a:
– Cenâbı Hak senin, yüce Allaha ve Resûlüne olan itâatte hırsını arttırsın, diye dua buyurdu.
******”