KISSADAN HİSSELER

KISSADAN HİSSELER

Arif Nihat Asya’nın ifadesiyle : “Allah’ım kulun olarak doğmasaydım, gelir, fahri kulun olurdum.” der.

*****  

Konya’ya ilk vali olarak atandığı günlerde henüz kamuoyu tarafından tabii olarak pek tanınmaz.

Bir gün sabah namazına Konya’daki postane civarındaki camilerden birine gider.

Tabi koruma yok, makam şoförü yok, etrafında pervane olan bürokratlar filan yok…

Evi camiye yakın olan cemaatten biri camiyi açıp ezanı okumuştur, sair zamanlarda imam efendi genellikle daha sonra gelip vakit olunca namazı kıldırmaktadır.

Sabah namazına durma vakti gelir fakat o gün ne tevafuk ki hoca efendi namaza gelememiştir.

İçlerinden biri;

“Arkadaşlar hoca efendi bu gün gelemedi. İçinizde hocalığı olan varsa geçsin namazı kıldırsın” der.

Bunun üzerine cemaat birbirine bakışır fakat kalkan olmaz.

Cemaatin hiç tanımadığı Hazım Oktay Başer kalkar sarığı cüppeyi giyer mihraba geçip sabah namazını bir güzel kıldırıverir.

Sabah namazından sonra Anadolu’nun birçok yöresinde olduğu gibi Konya’da da mahalledeki lokantada çorba içilir, esnaf dükkânına, işinin başına geçer.

Hele camide ilk defa gördükleri kılığı kıyafeti düzgün, hali tavırları son derece naif ve nazik üstelik önlerine geçip imamlık yapıp namazlarını güzelce birlikte eda ettikleri beyefendi bir misafirleri de olunca yakasını bırakmazlar.

Cemaatten birisi;

“Efendim sabah kahvaltısını bu gün bizim fakirhanede yapalım buyurmaz mısınız” der. Tabi bu nazik daveti kimse kırmak istemez ve hacı amcanın evine geçilir.

Kahvaltı sofrası kuruluncaya kadar maneviyat dolu harika bir sohbet olur.

Kahvaltı yapılır, artık mesai saati de yaklaşmıştır, ama önemli bir husus unutulmuştur.

Birinin aklına geliverir;

“Yahu arkadaşlar sohbetin güzelliğine daldık tanışmayı unuttuk, şöyle bir tanışsak…” der. Hazım Oktay Bey sağındakine “Buyurun efendim sizden başlayalım der” ve sırasıyla adını-soyadını, ne işle meşgul olduğunu filan söyleyerek herkes kendisini tanıtır.

En sonunda sıra kendisine gelir:

“Efendim bendeniz Hazım Oktay Başer, âcizane Konya valisi” der.

Herkes bir şok olmuştur.

Aman efendimler,

Muhterem valimler filan…

Misafirlerinin vali olduğunu öğrenen cemaat hürmet ve saygının dozunu daha yüksek seviyelere çıkarınca, Hazım Oktay bey,

“Arkadaşlar bu vazife bize emanet, biz burada karşımızda insanları dizip el pençe divan durdurmak için değil sizlere hizmet için bulunuyoruz.

Lütfen bu fakire olan alakanızı deminki halden daha farklı yöne değiştirmeyin, tabii olun, hep öyle kalmaya devam edin” der.

Memlekete hizmet için hangi görev ve makamda bulunursak bulunalım hayırla ve rahmetle yâd edilen bir insan olmak ne kadar büyük bir onur değil mi?

Vatandaşa racon kesen,

Tüm vali ve bürokrata örnek olması temennimizdir elbet…

************ 

Eşeğin Şahitliği

Kütahya’nın Gediz Kazası’nda işlenen bir cinayet çok enteresan bir metodla çözüldü.

Katil olduğundan şüphelenilen, ancak sağlam delillere ulaşılamadığı için hakkında işlem yapılmayan A.D. isimli şahıs, cinayeti soruşturan Jandarma Astsubayı tarafından hadisenin görgü şahidi eşek ile yüzleştirildi.

Öldürülen şahsa ait olan eşek, katil zanlısı olan A.D. yanına getirilince çılgına döndü ve sanığı ısırıp çifte atmaya çalıştı.

Bu denemeden sonra, bu defa katil zanlısının kıyafetlerinin aynısını giyen bir Jandarma eri eşeğin yanına gitti. Ancak eşek Jandarma erine en küçük bir tepki dahi göstermedi.

Aynı deneme birkaç kişi ile defalarca tekrarlandı. Eşek sadece sanığa karşı hırçınlık gösterdi. Eşeğin bu davranışı karşısında zor durumda kalan sanık, sonunda suçunu itiraf etmek zorunda kaldı. Eşeğin davranışları, altı şahidin şahitliğinde tutanakla tespit edildi.

Kütahya Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılan sanık hakkında karar Yargıtayca da onaylandı.

Bu bana Hz. Musanın Kur’andaki şu kıssasını hatırlattı;

Bakara suresi- sarı inek kıssası

MEAL

67- Hani Musa kavmine: “Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor.” deyin­ce: “Bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. O “Cahillerden olmaktan Allah’a sığı­nırım.” dedi.

68- “Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini bize açıklasın.” dediler. De­di ki: “Muhakkak ki o: ‘O (inek) çok yaşlı da değildir, çok genç de değildir, ikisi arasında dinçtir.” diyor. Artık em-rolunduğunuzu yapın.”

69- “Rabbine bizim için dua et de onun renginin nasıl olduğunu bize iyice açıklasın” dediler. “Buyuruyor ki: “Gerçekten o bakanlara ferahlık vere­cek sapsarı bir inektir demişti.”

70- Dediler ki: “Bizim için Rabbine dua et de nasıl olduğunu bize iyice açıkla­sın. Çünkü bize göre bir çok inekler birbirine benziyor. Allah dilerse ger­çekten biz hidayete ereriz.”

71- Dedi ki: “O şöyle buyuruyor: Mu­hakkak ki o işe koşulmamış, tarla sür­memiş ve ekin sulamamıştır. Salimdir, hiç bir alacası yoktur” Dediler ki: “İşte şimdi hak ile geldin.” Hemen onu bo­ğazladılar; fakat az kalsın yapamaya­caklardı.

72- Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmazlığa düşmüştünüz. Halbuki Allah sizin giz­lediğiniz şeyi açığa çıkarandır.

73- Biz: “Onun bir parçasıyla ona vu­run.” dedik. İşte Allah ölüleri böyle di­riltir ve size ayetlerini gösterir. Akıl erdiresiniz diye.

Kıssanın Sebebi

İbni Ebî Hatim, Abîde es-Selmânî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İsrailoğulları arasında çocuğu olmayan bir adam vardı. Bu adamın çokça malı vardı. Onun mirasçısı ise kardeşinin oğluydu. Bu yeğeni onu öldürdü, sonra da onu geceleyin taşıyıp kendilerinden olan bir başka adamın kapısı önünde bı­raktı. Sabah olunca o kişilerden amcasının kanını talep etmeye koyuldu. Niha­yet taraflar silahlandı ve birbirlerine girdiler.

Aralarında bulunan akıl ve görüş sahibi olan kimseler: “Ne diye birbirinizi öldüreceksiniz, işte aranızda Allah’ın Peygamberi (a.s.) var.” dedi. Bunun üze­rine Hz. Musa’ya gittiler ve bu hususu ona anlattılar. O da kendilerine: “Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor.” dedi. Eğer itiraz etmemiş olsalardı, herhangi bir ineği boğazlamaları onlar için yeterli olurdu. Fakat işi zora koştu­lar, onlar işi sıkı tuttukça işleri zorlaştınldı. Nihayet kesmekle emrolundukları ineğin nitelikleri onlara açıklandı. Bu nitelikteki bir ineği de başka ineği bu­lunmayan bir adamın yanında buldular.

Bu adam da onlara şöyle dedi: Allah’a yemin ederim ben onun derisi kadar altın verilmedikçe vermem. Daha aşağısını kabul etmem. Derisi dolusu altın ile onu aldılar, kestiler. Maktule (ölüye) ineğin bir parçası ile vurdular, ölü aya­ğa kalktı. Seni kim öldürdü? diye sordular. O da kardeşinin oğlunu göstererek, “Bu”, dedi. Sonra da eskisi gibi ölü olarak yere yığıldı. Kardeşinin oğluna ma­lından hiç bir şey verilmedi. O zamandan itibaren, katile miras verilmez” oldu. Bir rivayette de “delikanlıyı alıp öldürdüler.” denilmektedir.

**********

Beyin Fukara olunca dil ukala olurmuş.

*********** 

ACELE KARAR VERMEYİN

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış… Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara ciddi bir meblağ teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep.

Günün birinde, bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış:

“Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler…

İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş… Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.

“Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..”

“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa açıkca ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler… Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.

“Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.

İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler…

“Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…”

“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

“Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz. Karar vermek, bilgelik gerektirir, unutmayın…”

*********  

Olay 1506’da Frankfurt’ta kaydedilmiştir.Bir tüccar 800 lonca kaybeder. Yoldan geçen bir marangoz da tesadüfen bu tüccarın çantasını bulur. Son derece dindar olan   marangoz cüzdanı bulduğunu kimseye söylemez ve bu kadar çok para kaybının farkedilmesinin mümkün olmadığını değerlendirir ve sahibinin bu parayı arayacağını düşünür. 

800 lonca ne kadardır? O zaman, 40 lonca için iyi bir at satın alınabildiğinde yaklaşık 20 at bedeli kadardır.

Bir gün marangoz kiliseye gider. Rahibin, Frankfurt’a giren tüccarın 800 lonca kaybettiğini ve bulanın   100 lonca ile ödüllendirileceğini duyurur.

Bunun üzerine marangoz parayı getirir ve Rahibe teslim eder.

Tüccar gelir ve çantayı alır. Ancak marangoza, vadetmiş olduğu 100 loncayı ödemeyi reddeder. Marangoza 5 lonca uzatır. Marangoz tüccara sözünü tutmasını  söyler. Açgözlü tüccar, vaat edilen 100 loncayı vermemek için cüzdanında 800 değil 900 lonca olduğunu iddia eder. Marangozun çantadan para aldığını iddia eder. Rahip, marangoz için ayağa kalkar. Marangozu tanıdığını ve onun dürüst bir adam olduğunu söyler. Asla böyle bir şey yapmayacağını söyler. Tartışma kızışır. Rahip, tüccarı ve marangozu Frankfurt mahkemesine götürür.

Hakim süreci başlatır. Tüccara, İncil’e elini  koyarak 900 lonca kaybettiğini  yemin etmesini söyler. Tüccar tereddüt etmeden elini İncil’e koyar ve yemin eder. Yargıç, marangoza 800 lonca bulduğuna yemin etmesini söyler. Marangoz da elini İncil’e bastırarak yemin eder.

Herkes merakla hakimin kararını bekllemektedir. Hakim her şeyin gün gibi açık olduğunu belirterek, “Marangoz 800 lonca buldu ve tüccar 900 lonca kaybetti. Yani marangozun bulduğu kese tüccarın değil. Dolayısıyla marangozun bulduğu   para, sahibi çıkmadığına göre Marangozun kendisine aittir. Tüccar ise  kaybettiği  900 loncasını aramaya devam edebilir” ,kararını verir.

Fakir bir marangozun haklarını reddeden cimri bir tüccar adil bir yargıç tarafından cezalandırılmış ve bu olay Frankfurt tarihine geçmiştir.

**********  

GERİCİ(!)

Akşam yemeğinde dâvetlilerden birisi bana döndü ve alay edercesine şöyle dedi:

– Sözlerinden anladığım kadarıyla şeriat hükümlerini tatbik etmek ve bizi geriye götürmek istiyorsun.. Öyle mi?

Ona soruyla cevap verdim:

– “Geriye” deyince ,nasıl yani?.

Yüz yıl önceki hâlimizi mi kastettin?.

Yüz yıl önce Osmanlı Sultânı, Yerküre’nin yarısına hükmediyordu.

Beşyüz seneden beri devam eden bir hüküm..

Avrupa kralları, Sultân’ımızın himâyesi altında idiler..

Onun tayini ve onayı ile tahta geçiyorlardı…

Yoksa daha öncesini mi kastettin?.

O devirde de Mısır Memlüki Sultânları, dünyâyı Moğol işgâlinden kurtarmışlardı.

Daha Öncesini mi Kastettin?.

Hani Abbasî Devleti dünyânın yarısına hükmediyordu, o zamanı mı?.

Kastın daha da öncesi ise, daha evvelinde Emevî Devleti vardı. Dünyânın çoğuna hükümran olmuşlardı.

Ondan önce de Hazreti Ömer( radıyallahu anh), yeryüzünün ekserisine hükmediyordu, onu mu demek istedin?.

Yoksa maksadın Harûn-u Reşid’in Doğu Roma İmparatoru Nekfur’a yazdığı mektup mu?.

“Emîru’l-Mü’minîn Harûn’dan Rûm köpeği Nekfur’a…” diye başlayan?..

Buraya kadar olan kısım, siyasî açıdan cevabım.

Yoksa ilmi açıdan mı sordun?.

Hani, İbn-i Sinâ, Farâbî, İbn-i Cübeyr, Harizmî, İbn-i Rüşd, İbn-i Haldun vb.. müslüman ulemâ, İslâm alemine ve batı dünyâsına tıbbı, eczacılığı, mühendisliği ve tekniği, astronomiyi, kanunu, şiiri, edebiyatı vs.. öğretmişlerdi.. O dönemi mi kastettin efendi?..

Yoksa, izzet ve şeref, prestij mi maksadın?.

Hani bir yahudi, bir Müslüman kadının eteğinin ucuna değmişti de kadın, “Yetiş Yâ Mutasım!.” diye çığlık atmıştı..

Bunun üzerine Hâlîfe Mutasım, derhâl bir ordu sevk etmiş ve devletindeki bütün yahudileri kovmuştu.

O devri mi kastettin?..

Bugün ise her tarafta kadınlara tecavüz ediliyor.

Ama idâreciler sıkılmadan ferâh fahur yaşıyorlar!.

Yoksa Avrupa topraklarının tanıdığı ilk üniversiteyi Müslümanlar İspanya’da inşâ etmişlerdi, o zamanı mı kastettin?

Tâ o zamandan günümüze kadar bütün dünyâ da üniversite mezunlarının mezuniyet töreninde giydikleri cübbe ve [sarık yerine] kep Müslümanlardan kalma bir adettir, onu mu kastettin?

Kep düz olur…

Neden?.

Çünkü o zaman mezuniyet töreninde sarık üzerine Kur’an-ı Kerîm Konurdu.

Yoksa maksadın Kahire şehrinin, dünyânın en güzel kenti seçildiği, 1 Irak Dinarının 482 Dolar olduğu, fakir Avrupa’dan kaçanların İskenderiye şehrine koştukları, ABD’nin Avrupa’yı açlıktan kurtarması İçin Mısır’a ricacı olduğu zaman mıdır?

Maksadını açıkla da bilelim, ne kadar geriye dönmemizi istiyorsun?.

Söyle hele!..

Alıntı…

*************  

Sokaklarda karton topluyordu Murat, kahve içmeye çağırdım. Sıcak kanlıydı hemen oturdu kürsüye. Kahven nasıl olsun dedim, farketmez ağabey dedi. Yaşı 13 olmasına rağmen bilge bir tavrı vardı. Kahveyi yaparken muhabbet ediyorduk. Babası bırakıp gitmiş üç yıl önce.

O gün büyümüş Murat, bırakmış okulu falan çünkü 2 kardeşi ve annesine o bakıyormuş atılmış sokaklara. Yağmurlu havaları hiç sevmiyorum ağabey bide bana acıyarak bakan gözleri diyor. Belli gururlu bir çocuk. İşler nasıl dedim, kazancın yetiyor mu ?

Ağabey marketlerde iş iyi olursa karton çok oluyor, olmazsa olmuyor diyor. Hava yağmurlu olursa peçete satıyormuş. Mücadeleci bir ruhu var besbelli, kaderine teslim olmuş.

Okula gitmek ister miydin diye sordum.

Ağabey sokaklardayım bundan ala okul mu var neler öğrendim neler dedi şaşırdım.

Çok realist bir çocuk. Çok paran olsa ne yapardın dedim. Hiç düşünmeden karton fabrikası dedi, neden dedim.

Hayata kartonla tutunan çocukların umudu solmasın diye, her mahalle aralarına, her çöpün yanına karton bırakırdım.

Çünkü umudun ne olduğunu çok iyi biliyordu.

Ne güzel yüreği vardı, zenginliğini çocukların umuduna tercih edebilecek kadar güzel.

Yemin ediyorum onun o pozitif enerjisi elektrik çarpmışa çevirdi beni.

Keşke aç gözlü, vampir ruhlular yerine böyle güzel yürekliler bir yerlere gelseler.

Fincandan son bir yudum aldı, hızla kalktı harçlık vermek istedim kabul etmedi.

Kartonlar beni bekler,gözleri yolda kalmasın ben gideyim teşekkür ederim deyip gitti.

Köşeyi dönene kadar baktım arkasından, fiziği, kimyası, matematiği yoktu belki ama adamlığı 10 numaraydı.

******

Sultanı, soytarısına sormuş:

– Ben büyük bir adam mıyım?

– Evet, büyük bir adamsınız.

– Mesela kimlerden büyüğüm?

– Mesela Amerika başkanlarından büyüksünüz, çünkü onlar senatolarından çok korkarlar, siz korkmuyorsunuz.

– Başka? demiş, Sultan,

– İngiltere kraliçesinden de büyüksünüz, çünkü o da halkından çok çekinir, siz çekinmiyorsunuz.

Peki ya Peygamberler’den de mi daha büyüğüm?

– Onlardan da büyüksünüz, Sultanım, deyince

– Yok artık, seninki de yalakalık, demiş kızarak.

Soytarı bilgiç bir eda ile;

– Yok ulu Sultanım, Peygamber’ler Allah’tan korkarlardı siz Allah’tan da korkmuyorsunuz.

************  

Bir doktor anlatıyor: Ömrümdeki en garip hadiselerden biri de şuydu.

70 yaşındaki bir amca şeker hastalığı sebebiyle devamlı hastaneye gelirdi ve her geldiğinde yüzünde kocaman bir tebessüm olurdu. “Şeker nimetini (hastalığını) veren Rabbime hamd olsun” diye de duâ ederdi. Bir gün dayanamayıp sordum;

– Ya amca, sen ne garip birisin, şeker hastalığına nimet diyen birini de ilk kez duyuyorum.

– Doktor evladım, şeker hastalığı nimettir.

– Nasıl yani?

– Sebebini söyleyeyim; ALLAHÜ teâlâ bana ağrısız bir hastalık olan şeker hastalığını verdi. Pek çok insan hastalıklarından dolayı acı çekiyor.

ALLAHÜ teâlâ bana tıbbın (en azından dengeleyici) ilacını bulduğu bir hastalık verdi. Pek çok hastalık var ki, henüz hiç bir ilacı ve tedavisi yok.

ALLAHÜ teâlâ bana öyle bir hastalık verdi ki, ismi bile tatlı (şeker hastalığı)

ALLAHÜ teâlâ bana öyle bir hastalık verdi ki, ismi gibi tatlı bir doktorum var, senin gibi…

ALLAHÜ teâlâ bana öyle bir hastalık verdi ki, 4 ayda bir mecburen hastaneye gelip kan tahlili gibi tahliller yaptırarak sağlık kontrolünden geçiyorum.

ALLAHÜ teâlâ bana öyle bir hastalık verdi ki, sabrediyorum, şükrediyorum, hiç yorulmadan günahlarım affediliyor.

ALLAHÜ teâlâ bana öyle bir hastalık verdi ki, gece bir kaç kere idrara sıkışıp kaza-i hâcete kalkmam icab ediyor, böylece teheccüd namazını kaçırmıyorum.

Doktor evladım, şimdi sen söyle, böyle bir hastalığı veren ALLAH’a şükredilmez de ne yapılır?!

– Amca, o kadar kitap okudum, onca tıp hocasından ilim aldım ama senin iki dakikada öğrettiğine hiç denk gelmedim. Ver o mübarek ellerini öpeyim.

Allah işte bana böyle bir hastalık verdi ki ismi bile tatlı ? Elhamdülillah.

************ 

SATILIK ANNE VE BABA

.⚘⚘⚘

Bir gazetede şöyle bir ilan çıktı: “Yaşlı ebeveynlerimi 10.000 Euro’ya satıyorum. Babam 91 yaşında ve bunama hastası. Annem 89 yaşında, yardımla işlerini yapabiliyor.”

⚘⚘⚘.

Bu ilanı gören insanlar günlerce konuyu tartıştılar.

Bazıları, “Nasıl böyle bir rezalet olabilir?” dedi.

– “Hey, neden yetkililer müdahale etmiyor?” diyenler oldu.

diğerleri düşündü.

– “Tanrım, bu bir günah!” – diye düşünenler de vardı.

– “Gereksiz bir şey, satın almak için çok fazla para, bu delilik.” diyenler de hayli fazlaydı.

.⚘⚘⚘

İlan aynı zamanda anne ve babasını uzun zaman önce kaybetmiş bir aile tarafından da okundu.

Bu aile ilandaki satılık yaşlıları alıp onlara bakmaya karar verdiler.

⚘⚘⚘

Tutarı banka havalesiyle hesaba havale ettiler ve satılık yaşlı çifti evlerine götürmek için iletişime geçip,  verilen adrese gittiler.

⚘⚘⚘

Geldikleri adreste büyük bir konak vardı.

İlan için geldikleri yerde kendilerini, iyi görünen yaşlı bir adam karşıladı.

Çift: “Anne ve babanı almaya geldik.” “İstenilen miktarı zaten bankaya yatırdık.” dedi genç adam.

⚘⚘⚘

Genç çifti karşılayan yaşlı adam:

“Hoş geldiniz, bana bu yaşlılara neden bu kadar çok para verdiğinizi açıklayabilir misiniz?”,  “Size sadece iş, der, sorun ve bakım dertleri olacak, bunu bildiğiniz halde neden buradasınız?” diye sordu.

.⚘⚘⚘

Genç çift:

– Çünkü biz her ikimiz de ailemizden erken ayrıldık, genç yaşta onlar olmadan hayata devam ettik ve onları çok özledik. İki küçük çocuğumuz var ve onların büyükanne ve büyükbaba kucağına oturmasını, kucağına oturup hikayeler dinlemesini, onlarla uyumasını ve oynamasını istiyoruz. Onları yetişkinlere saygı duyacak şekilde yetiştirmek istiyoruz…” dediler.

Yaşlı adam evdeki karısına adıyla seslendi, kadının elinde baston vardı ama rahatlıkla hareket ediyor ve iyi niyetli hoş bir  tebessümü belli olacak şekilde gülümsüyordu.

⚘⚘⚘.

Yaşlı adam ve kadın gülümsedi!

– “Tamam, sizinle geleceğiz, bu ilandaki ebeveynler biziz!” dediler.

Genç çift şaşırmış bir şekilde.

– Ama nasıl oluyor da ilanda onları satanların, muhtaç, düşkün durumlarının da  kötü olduğunu söylüyordu? dediler.

⚘⚘⚘.

Yaşlı çift birbirine bakıp gülümsediler. Kadın merakla ve şaşkınlık içindeki çifte şu açıklamayı yaptı.

⚘⚘⚘

– Şimdi söyleyeceğim. “Sevgi ve anlayış içinde yaşadık, çalıştık, para kazandık, bu köşkü yaptık ama kader bize çocuk vermedi. Bütün sahip olduklarımızı, bazı iyi insanlara bağışlamaya karar verdik ama onları nasıl bulacağımızı bilmiyorduk ve bu ilan fikrini bulduk. Şimdi biz ve paramızın gerçekten emin ellerde olacağı için mutluyuz.” dedi gülümsemeye devam ederek.⚘⚘⚘

⚘⚘⚘.

“Sevgi ve nezaket asla boşuna değildir, çünkü onları alan ve veren için de değerini arttırır.”

Loading

No ResponsesOcak 22nd, 2022