KISSADAN HİSSELER

KISSADAN HİSSELER

ZULME UĞRAYAN ASLA UNUTMAZ

Harun Reşid’in oğlu Me’mun henüz çocuk iken, hocası sebepsiz yere sopayla ona vurmuştu.

Me’mun:

-‘Neden bana vurdun?’ diye sordu.

Hocası ona sadece:

-‘Sus!’ dedi.

Biraz konuştular.

Me’mun tekrar sordu:

-‘Neden bana vurdun?’

Hocası yine:

-‘Sus!’ dedi.

20 yıl sonra Me’mun halife olunca, ilk iş olarak hocasını çağırttı ve:

-‘Bana neden sebepsiz yere vurmuştun?’ diye sordu.

Hocası tebessüm ederek:

-‘Onu hâlâ unutmadın mı?’ dedi.

Halife Me’mun:

 -‘Vallahi asla unutmadım.’ dedi.

Hocası tarihe ibret olarak not düşülecek şu sözleri söyledi:

-‘Zulme uğrayanın asla unutmayacağını öğrenesin ve kimseye zulmetmeyesin diye yaptım.

Sakın ha kimseye zulmetme!

Çünkü zulüm, yıllar geçse de kalpte sönmeyen bir ateştir dedi…

**********  

Pakistanlı Dr. İşân Hüseyni yaptığı büyük hizmetlerden dolayı ödül almak için uluslararası bir konferansa gidiyordu. Uçağa bindi.

Ancak havada bir arıza olmuş ve yıldırım çarpması sonucu uçak en yakın havaalanına inmek zorunda kalmıştı.

Bir sonraki uçak 16 saat sonra kalkacaktı. Sinirlendi ve “O toplantıya muhakkak yetişmem lazım. 16 saat bekleyemem” diye bağırdı.

Görevliler gideceği şehrin 6 saat uzaklıkta olduğunu ve isterse araba kiralayarak gidebileceğini söylediler.

Acele yola çıktı ama aksilik bu sefer de yolda şiddetli yağmurdan göz gözü görmez olmuş ve selden dolayı araç gidemez olmuştu.

Yol kenarında eski bir evin kapısını çalıp hızla içeri girdi. Yaşlı bir kadın içeride oturuyordu. Süratle ona “Telefonu verir misin telefon etmem lazım” dediğinde kadın tebessüm ederek dedi ki: “Görmüyor musun evladım ne telefonu. Burada ne telefon ne de elektrik var. Geç az dinlen, yemek ye, çay iç sonra düşünürsün bu işleri”

Adam çaresiz az ısınarak yemek yedi ve çayını yudumlarken yaşlı kadın namaz kılıp uzun uzun dualar etti.

Dikkatle baktığında kadının bir beşiği salladığını ve beşikte çok küçük bir bebeğin hareketsiz durduğunu gördü.

“Kimin bu bebek anacığım? Hayırdır bu kadar uzun ağlayarak dua ettin”

Yaşlı kadın:

“Hem annesi hem de babasından yetim olan torunumdur. Ağır hastalığı var. Bölgedeki hiçbir doktor çaresini bulamadı. İşan Hüseyni adlı bir doktor var. Çaresi ondadır dediler. Ancak çok uzakta olduğundan birkaç gündür Allah’a dua ediyorum ki Allah bu bebeğin işini kolaylaştırsın.

– Doktor Hüseyni ağlayarak dedi ki “Kalk anacığım. Allah senin duanı kabul etti. Senin duan yıldırımlar çaktırıp uçağı yere indirdi. Seller akıttı ve sonunda beni size ulaştırdı. Dr. İşan Hüseyni benim.

Allahın kullarına böylece isteğini ulaştıracağına kalpten iman ettim. Bütün yollar kapanınca yeri göğü yaratana sığın. Onun iltiması dua”

************  

Mebus olacakken, mahbus oldum.

ONLAR BİZİ AFFETSİNLER

Lekesiz alınlar, harama uzanmamış eller, içleri nûr, dışları nûr olan insanlar bizleri affetsinler!.. Onlar hapishanelerde iken dahi bizden hürdüler… Çünkü imanlarının, vicdanlarının emrindedirler. Allah’tan başka kimseye kulluk yapmamaktadırlar. Ne bareme girip, barem kulu olmuşlar, ne asli maaş endişesiyle asliyetlerini kaybetmişler, ne şu, ne bu ikbal hırsının önünde secde etmişlerdir. Onlar karanlık, loş hapishane köşelerinde her türlü pisliğin barındığı bu yerlerde, gübreliklerde açan, her yere güzel kokular saçan güzel çiçekler gibidirler…

Ben bilirim onları. Ben bir arada kaldım onlarla. Asrın kaybettiği bütün meziyetlere sahiptir onlar. İmanlıdırlar, vefalıdırlar, severler, sevilirler. Cesurdurlar, kahramandır. Kısaca tam bir Müslümandırlar.

Varsın, Çetinler, Özekler onları lekeleye dursun. Ben bilirim onları. Onlar güneş gibidirler, leke tutmaz, çamur tutmaz onları. Onlar ateş gibidirler. Onlar yakarlar kirleri, pisleri, pislikleri.

Konya hapishanesinde onlardan bir Dr. Sadullah vardı ki… Allah’ım ne adamdı o? Nasıl imandı ondaki! Adam hapishanede idi, fakat gül-gülistan içindeydi. Gülen gözlerle bakardı insana. Her şeyi unutuyordum onun yanında. Adam adeta teneffüs edilen bir şey gibiydi. Yanımdan bir ruh gibi uçuverip gideceğinden korkardım!.. Yanımdaki arkadaşa:

-Şu pencereleri kapat. Sonra doktor uçar gider bu demirlerin aralarından, demiştim. Fakat onun uçmaya, gitmeye niyeti yoktu. Bu kadar yüksek olduğu halde bizim gibi sürünenlerle beraberdi; bizi bırakmıyordu; kurtaracaktı o.

Evet, Dr. Sadullah Nutku…

Nurculuktan sanıktı. Karakola götürmüşler, dövmüşlerdi; bayılıncaya kadar. Kendine geldiği zaman zalimlerin affı için Allah’ına dua etmişti.

-Yarabbi bunlar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sen bunları affet, demişti. Tıpkı o yüce peygamber gibi.

Bunları bana o anlatmıyordu. Başkaları anlatmıştı. Çünkü kendisi yoktu ortada. Silmişti varlığını.

Fakat yok oldukça var oluyordu doktor, silindikçe biliniyordu. Kendini mesele haline getirenlerden değildi. Mesele o idi. O, yalnız o. Her zaman o.

1961’de Konya’dan seçimlere girmiştim ve propagandanın ikinci günü, bilâ sebep, bilâ tereddüt tevkif olunmuştum. İşte, doktorla o zaman, orada karşılaşmıştım. Beni gıyaben tanıyordu. İlk karşılaşmamızda, ilk hitabı şu oldu:

“Gazamız mübarek ola!”

Cevap vermedim; çok öfkeli ve hınçlı idim. O mütemadiyen yüzüme bakıyor, bana yakın olmak istiyordu. “Cenab-ı Hak lütfetti de sizi buraya gönderdi. Sizi esirgedi, acıdı” gibi laflar ediyordu.

Şu adama bak dedim içimden. Meczubun biri. Bunun neresi lütuf. Mebus olacakken mahpus oldum. Öyle öfkeliyim ki, bir hamlede, mahkemeleri, hapishane duvarlarını yıkmak istiyordum. Doktordan yüz çevirdim. Fakat nereye çevrilsem, o da o tarafa çevriliyordu. Her yönde onu görüyordum. Aynı sözler…

-Cenab-ı Hak lütfetti. Nedir o dışarıda olanlar. Nutuklar, kendini övmeler, öbür tarafa sövmeler. Bir felaket! Bir an gözlerim gözlerine geldi. “Öyle değil mi?” Öyle. Bu suali sessizce tasdik ettim. Hakikaten öyle içime bir huzur yayıldı.

Meydanlar, nutuklar, alabildiğine karşı tarafa sövmeler, kendini ve partisini övmeler. Kazanmak için türlü dolaplar, dalavereler… Yarabbi, beni bunlardan kurtardığın için sana binlerce şükürler.

Doktor, yaşlı gözlerle hapishanenin penceresinden, göklere, göklerdeki bulutlara bakar, Kur’an’ı Kerim’den gökler ve bulutlarla ilgili, o temaşa’yi şairane ayetler okurdu. Hapishanenin bahçesindeki ağaca bakar, Said-i Nursi’nin tohum ve ağaç teşbihlerini, nisbetlerini dile getirirdi.

Ara sıra, benim yine öfke nöbetlerim tutar, namussuzlar, diye nutka başlardım. Doktor Sadullah Nutku’ya bakınca nutkum tutulurdu.

Onda söz yoktu, öz vardı. Susmak, susmak, tezekkür, tefekkür, temâşâ!..

Doktor, derdim. “Sen dünyayı üçten dokuza boşamışsın, kurtulmuşsun. Ben hala dünya ile evliyim.” Tatlı tatlı gülümserdi. Bana, “Sen büyük mücahitsin.” derdi.

O beni büyüttükçe küçülür giderdim. Kendisini küçülttükçe gözümde ve gönlümde o daha fazla büyürdü.

O sıralarda ihtilâlin başı, Cemal Gürsel, “Türkiye’de huzur yok!” Demişti. Kendisine bir tel çekecektim. Yazdım da sonradan vazgeçtik.

“Türkiye’de huzur, Konya hapishanesinin falan koğuşunda, Doktor Sadullah’ın yanında, huzura kavuşmak istiyorsanız buyurun.”

İşte Nurcu diye hapishane hapishane dolaştırdığımız, karakol karakol dayak attığımız suçlulardan biri. Biz bunları affetmiyoruz da. Diyeceksiniz ki hepsi bu kıratta adamlar mı?

Değil tabi. Ama hepsi de bu ihlasta, bu yolda, bu imanda adamlar. Bu insanları suçlu diye affetmek bile bir zül. Bizlerin onlardan af ve özür dilememiz lazım.

Osman Yüksel Serdengeçti

*************    

HZ SÜLEYMAN’IN İBRETLİK ÖLÜMÜ

?… Süleyman aleyhisselam bir gün eshabına dedi ki:

️… “Öyle bir gün istiyorum ki, o gün bana hiç tasa, hiç bir gam gelmesin” Veziri Asaf:

?… “Yarın, böyle bir gün olsun” dedi.

                 Ertesi gün oldu. Süleyman aleyhisselam da asasını alarak, cinnilerin çalıştığı Mescid-i Aksa inşaatına gitti. Bu sırada beyaz elbiseler giyinmiş bir yiğidin çıkıp geldiğini gördü. Tanımadığı bu şahıs kendisine selam verdi.

              Süleyman aleyhisselam da selamını aldı ve sordu:

“Kimsin sen, ey yiğit..?”

Gelen yiğit dedi ki:

“Yâ Nebiyyallah, ben o kimseyim ki, Sultanlardan beylerden korkmam.

                      Benim girdiğim köşkler, saraylar, evler, hep sahipsiz kalır. Benim girdiğim evlerde izzet ve ikram ile beslenen nazik tenler hemen kara toprağın altını boylar, toprak olur”

                     Süleyman aleyhisselam gelen bu esrarengiz misafiri tanıdı ve sordu:

“Ey Azrail kardeşim..!

Ruhumu kabzetmeğe mi, yoksa ziyaretime mi geldin” Azrail aleyhisselam:

“Ruhunu kabzetmeğe geldim” dedi. Süleyman aleyhisselam:

“Ey ölüm meleği, şöyle bir günümü olsun tasasız gamsız geçireyim dedim, buraya geldim, oturdum” Azrail aleyhisselam dedi ki:

“Ey Süleyman, senin istemiş olduğun o gün, dünya günlerinin içerisinde yoktur. Mü’min için rahatlık ancak ahirettedir”

Bunları söyleyen Azrail aleyhisselam hemen o anda Süleyman aleyhisselamın ruhunu kabzetti.

                       Süleyman aleyhisselam o sırada asasına dayanmıştı. Ruhu çıktığı halde, bedeni öylece kaldı.

çevresindekiler onun öldüğünü, ancak dayandığı asasını bir ağaç kurdunun yemesi sonucunda, kendisinin yere yıkılmasından sonra anlayabildiler. O, yere düşünce anladılar ancak.

*************   

Şanlıurfa da yaşanmış bir olay*   

Geçmiş dönemlerde Urfa ilimizde seçilen bir Milletvekilini seçimden sonra Ankara’ya yolcu etmek için yaklaşık 150 civarında Urfalı biraraya gelirler. Sayın Vekil bir sandalyenın  üstüne çıkmış veda konuşması yapıyorken  bir Vatandaşın “Sayın Vekilim, Vekil oldunuz dilerim bundan sonra değişmesiniz” şeklindeki ifadesi karşışında  Sayın Milletvekili de  *”Sayın  Urfalılar bakın ve beni dinleyin, siz sütsünüz ben ise kaymağım  eğer süt bozulursa bilinki  kaymakta   bozulur” der.

***********  

AHİRZAMANDA BEKLENEN ZAT İÇİN, CİZRE MÜFTÜ’SÜNÜN AKIL ALMAZ BOŞAMA HADİSESİ…

Abdussamed Efendi, Adiyaman’in Besni ilçesinde uzun yıllar ikamet etmiş, çok değerli bir âlimdir. 1992 yılında Besni’de vefat eden bu muhterem zat aslen Diyarbakırlıdır. Doğunun tanınmış fıkıh ve tefsir âlimi olan Abdussamed Efendi; Fransızca, matematik, geometri ve mantık gibi müsbet ilimleri de bilen bir insandır. Doğuda çok tanınan ve çok sevilen ünlü bir şeyh olan Seyda Hazretlerinin en önemli talebesidir…

Tahsil hayati Şeyh Seyda’nın yanında Cizre’de geçmiştir. Hocasının himayesinde yetişmiş ve çok zaman da hocasının yerine medresedeki talebeleri okutmuştur. Şeyh Seyda, ayni zamanda bir tarikat şeyhidir. Çevresinde binlerce müridi olmuştur. Suriye, Irak ve İran’da da bağlıları vardır. Abdussamed Efendi de, hocasının hem asistanı hem de halifesi makamında bulunmuştur. Şeyh Seyda, Bediüzzaman Said Nursi’nin, 1960 yılında Urfa’da vefatı dolayısıyla, talebeleriyle birlikte gıyabî cenaze namazını kılmıştır…

Abdussamed efendi Etrafı kalabalık, kendisine hizmet eden insanları, geleni gideni çok olan bir büyük alimdir…

Birgün kalabalık bir toplulukta vaaz verirken, Risalei Nur’ların bu zamanın fitnesini ve İslâm’a gelen tenkitleri bertaraf etttiğini İmansız ve Kur’ân’sız kalmış, aklı ve fikri kirlenmiş insanların bu kitapları çok okumaları gerektiğinden bahseder…

Yanında oturan kişilerden biraz yaşlıca, bıyıksız ve fötr şapkalı birisi söze karışarak: “Efendim,” dedi. “Ben malûmunuz emekli müftüyüm. O zatta ve onun eserlerinde öyle üstün ve çekici bir taraf görmedim. Neden övüp duruyorsunuz? “Abdussamed Efendi, kızarak sert bir çıkışta bulunur…

Müftü Efendi der: “Bizler tarikat ehli, hoca ve din adamları olarak, camiye ve cemaatimize gelen dindar insanlarla meşgul oluyoruz. Onların zaten imanları var. Yaptığımız şey, onların imanlarını kuvvetlendirmektir. Ama asil önemli olan hizmet, camiye ve cemaate gelmeyen, sokak ahlâksızlığına düşmüş veya inkârla imanını kaybetmiş kişileri kurtarmaktır. İşte Bediüzzaman Said Nursi eserleriyle ve hizmetiyle, bu tip insanları kurtarmaya çalışmıştır. Bediüzzaman Said Nursi’ye dil uzatmak ve hizmetini tenkit etmek, dinsizlik ve imansızlık hesabına geçer. Dikkat et hata ediyorsun. Anlaşılan sen Bediüzzaman Said Nursi’yi ve eserlerini hiç tanımamışsın. İlk yapacağın şey derhal Risale-i Nur’dan istifade etmek olsun…

Bir müftünün; dünyaya mal olmuş iman ve Kur’ân hizmetlerinin sahibi Bediüzzaman Said Nursi’yi ve Risale-i Nur eserlerini tenkit etmesi, oradaki insanlara son derece garip gelmişti…

Ayrıca, bıyıksız, fötr şapkalı bir müftü tipine de ilkkez rastlanıyordu. Abdussamed Efendi devam eder: “Ben bugüne kadar yazılmış olan Kur’ân tefsirlerinin hepsini inceledim. İddia ediyorum ki hepsini toplayın, Bediüzzaman Said Nursi’nin yalnızca ‘İşarat’ül İ’caz’ isimli bir kitabına ulaşamazlar…

Risale-i Nur tuluattır, sûnuhattır. Kalbe doğmuş ve yazdırılmış bir tefsirdir. Kesbî değil, vehbî bir çalışmadır. Yani çalışarak elde edilen bir ilimle yazılmamış, tamamen izn-i İlâhî ile yazılmıştır. Zaten kitapları okuyan her akl-ı selim, ele alınan mevzulara ve verilen cevaplara bir insan dehasının yetmeyeceğini görecektir…

Abdussamed Efendi, karşısında kendisini dinleyen müftü efendinin tatmin olmadığını anlamış olacak ki: “Müftü Efendi,” der: “İyi dinle sana bir de hatıra anlatacağım. Bu hatırayı bir iki defa anlatmıştım. Ama simdi sırası geldi, yeniden anlatmam lâzımdır. “Ben Cizre’de Şeyh Seyda Hazretlerinin medresesinde okuyordum. Ayni zamanda Şeyh Hazretleri gelmediği vakit de onun yerine hocalık yapıyordum. “Bir gün medresemizde yatsı namazını kılmış, sohbet ediyorduk. Şeyh Hazretleri kendi mescidine çekilmişti…

O esnada, bir ilçede müftülük yapan ve ayni zamanda Şeyh Hazretlerinin talebesi olan bir arkadaşım geldi, sohbete karıştı. ‘Arkadaşlar dedi. ‘Beni dinleyiniz sizlere çok önemli bir şey söyleyeceğim. “Hepimiz sustuk. Müftü Efendiyi dinlemeye başladık. ‘Benim hanımım bos olsun ki, Bediüzzaman Said Nursi ahirzamanda beklenen zattır. Hizmetiyle ve çalışmalarıyla o cemiyete huzur getirecektir ve gençliği imansızlıktan o koruyacaktır.”

Beklenmedik bu iddia ve tespite hepimiz de büyük tepki gösterdik. ‘Yahu sen aklini mi kaçırdın? Neden hanımını boşuyorsun. Ya değilse? Senin hanim gitti’ diye itirazda bulunduk…

Sonra bu çok önemli meseleyi biz bilemeyiz. Bizlerin ilmî seviyesi buna yeterli değil. Bunu ancak Şeyh Hazretleri bilir. Bu konuyu gidip, ona soralım… Acaba o ne diyecek?’ “Kalktık müftü efendi ve ben, Şeyh Hazretlerine gittik…

Vakit de epeyce geçmişti. Şeyh Hazretleri, her vakit kendisinin rahatsız edilebileceği konusunda bana müsaade vermişti. “Mescidine gittik. Mum yanıyor, Şeyh Hazretleri ayakta, elini bağlamış ve kıbleye doğru dönmüş birisiyle konuşuyor.Ve beli seyda beli seyda diyordu. Ama konuştuğu kişi ortada yoktur. “Pencerede bir müddet, büyük bir heyecan içinde bu hâli müşahede ettik…

Dinledik ki, Şeyh Hazretleri soru soruyor, o görülmeyen zat da cevap veriyor. Ama ne cevaplar. Kendisini göremediğimiz bu zat kimdir, diye merak içinde kaldık. “Şeyh Efendinin bu konuşması bitince kapıyı hafifçe çalarak içeri girdik…

Şeyh Hazretleri: Gelin evlâtlarım, dedi. ‘Ne için geldiğinizi biliyorum. Müftü efendinin nikâhı sağlam ve hanımı ‘boş’ olmamıştır. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri beklenen zattır. Sizin de müşahede ettiğiniz konuşmayı, Bediüzzaman Hazretleriyle yapıyordum. O, simdi Barla’dadır. Ben, kendisine müşkillerimi ve sorularımı arz ettim O da cevap verdiler. Bu 10 yıldır sürmektedir. O yalnızca benim değil bütün âlem-i İslâmın üstadıdır. Ben huzur-u ilâhîye, O zata talebe olmanın şerefiyle çıkmak istiyorum. Şeyh seyda Efendi ağlamaya başladı.. Bizler donakalmıştık…

Abdussamed efendi bu hatırayı anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam etti: Ama ne yazık ki bu muhterem insan, hürmet ve saygı göreceği yerde, hayati hapis ve sürgünlerle geçti. Fakat o dünya makamını şöhretini bir tarafa bıraktı, Kur’ân ve iman hizmetinde fani oldu, bakî bir hizmet vücuda getirdi…

Bize simdi düsen, bu hizmetten istifade etmek ve bu hizmet ehillerine dua etmektir.” Müftü Efendi kalktı, Abdussamed Efendi’nin eline sarıldı. “Affedersiniz şeyhim,” dedi. “Hata ettim. Beni bağışlayın lütfen.” Abdussamed Efendi ise: “Seni Allah bağışlasın,” diye cevap verdi…

************** 

Loading

No ResponsesAralık 8th, 2021