İnsanlığın Rehberleri: Peygamber Kıssaları
İnsanlığın Rehberleri: Peygamber Kıssaları
İnsanlığın Atası: Hz. Âdem’in (a.s.) Hayatı
Her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan Allah Teâlâ, meleklerine “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara 2/30) buyurduğunda, kâinatta yeni bir sayfa açılmak üzereydi. Melekler, bu yeni varlığın hikmetini tam olarak kavrayamadıklarından, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” (Bakara 2/30) dediler. Cenâb-ı Hak, ilahi muradını ve sonsuz ilmini onlara şöyle bildirdi: “Şüphesiz ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” (Bakara 2/30).
1. Yaratılış ve İlahi Şeref
Allah Teâlâ, ilk insanı, yani Hz. Âdem’i (a.s.) yaratmayı irade etti. Onu, kudret eliyle, toprağın farklı katmanlarından alınan (kuru çamur, yapışkan çamur gibi muhtelif aşamalardan geçen) bir “tîn”den, yani topraktan şekillendirdi. Sonra ona Kendi ruhundan üfledi (Sad 38/72) ve Hz. Âdem, can buldu; gören, işiten, idrak eden ilk insan oldu.
Yaratılış tamamlandığında, Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’e (a.s.) “bütün isimleri” (el-esmâ) öğretti (Bakara 2/31). Bu, varlıkların isimlerini, sıfatlarını, vazifelerini ve mahiyetlerini bilme kabiliyetiydi. Bu, insana verilen ilim ve idrak şerefiydi.
Allah, bu ilmi meleklere gösterdi. Melekler, bu derin bilgiyi görünce, acziyetlerini ve Rablerinin sonsuz ilmini itiraf ettiler: “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.” (Bakara 2/32).
Bu ilim şerefi üzerine, Allah Teâlâ meleklere, bu yeni ve şerefli varlığa, yani Âdem’e secde etmelerini emretti. Bu secde, bir ibadet secdesi değil, Hz. Âdem’in üstünlüğünü kabul etme ve ilahi emre boyun eğme secdesi, bir hürmet gösterisiydi.
Meleklerin hepsi derhal secde etti.
2. İlk İmtihan ve Büyüklenme
Ancak biri secde etmedi: İblis.
İblis, melekler arasında bulunan ancak meleklerden olmayan, ateşten yaratılmış bir cindi (Kehf 18/50). Allah ona neden secde etmediğini sorduğunda, içinde gizlediği o korkunç hastalığı, yani kibri ve enaniyeti açığa vurdu: “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” (A’râf 7/12).
Kendi yapısını (ateşi), Allah’ın emrinden ve topraktan yaratılan Âdem’in ilim şerefinden üstün gördü. Bu isyanı sebebiyle ilahi huzurdan kovuldu ve “Şeytan” (rahmetten uzaklaşan) adını aldı.
Kovulan İblis, Allah’tan kıyamete kadar mühlet istedi. Bu mühleti alırken de korkunç bir yemin etti: İnsanları saptırmak için onların “önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından” (A’râf 7/17) sokulacak ve pek çoğunu şükürden uzaklaştıracaktı. Böylece, insanın yeryüzündeki imtihanının baş aktörü ve apaçık düşmanı belli olmuş oldu.
3. Cennet Hayatı ve Tek Yasak
Hz. Âdem (a.s.) Cennet’teydi. Ancak yalnızdı. Allah Teâlâ, ona bir eş, bir sükûnet ve huzur kaynağı olması için, tefsirlerde belirtildiğine göre onun sol eğe kemiğinden (veya onun “nefs”inden) Hz. Havva’yı yarattı.
Onlara Cennet’te muazzam bir hürriyet verildi: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin.” (Bakara 2/35).
Ancak bu hürriyetin tek bir sınırı vardı. Bir imtihan ağacı: “Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara 2/35). Bu ağacın ne ağacı olduğu (buğday, elma, incir vs.) Kur’an’da belirtilmez; mühim olan ağacın cinsi değil, ilahi yasağın kendisiydi.
4. Aldanma ve Hata
Düşmanları olan Şeytan, yeminini tutmak için harekete geçti. Hz. Âdem ve Havva’ya yanaştı ve onlara vesvese vermeye başladı. Yalan söyledi. Dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı.” (A’râf 7/20).
Onları inandırmak için yemin etti: “Şüphesiz ben size nasihat edenlerdenim.” (A’râf 7/21).
Hz. Âdem ve Havva, Allah’ın emrini unuttular. İblis’in yeminine kandılar. Yasak ağacın meyvesinden tattılar.
Tattıkları an, bir şey oldu. Üzerlerindeki Cennet elbiseleri, manevi örtüleri açıldı ve mahrem yerleri göründü (Tâ-Hâ 20/121). Büyük bir utanç ve pişmanlıkla Cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye çalıştılar. Hatalarını anında fark etmişlerdi.
5. Tövbe: İnsanlığın İlk Duası
Rableri onlara seslendi: “Ben size o ağacı yasaklamadım mı? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylemedim mi?” (A’râf 7/22).
Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın hissettiği pişmanlık, insanlık tarihinin ilk ve en samimi tövbesi oldu. Onlar, İblis gibi kibirlenip hatayı meşrulaştırmadılar. Acziyetlerini ve pişmanlıklarını itiraf ederek Allah’a sığındılar. Cenâb-ı Hak, onlara şu kelimeleri ilham etti ve onlar da şöyle yalvardılar:
“Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz.” (A’râf 7/23).
Bu, “Tövbe” idi. Allah Teâlâ, onların bu samimi tövbelerini kabul etti (Bakara 2/37). Çünkü O, “Tevvâb”dır (tövbeleri çok kabul edendir) ve “Rahîm”dir (çok merhametlidir). Hata yapmışlardı ama affedilmişlerdi.
6. Yeryüzü: Yeni Bir Başlangıç ve Hilafet
Ancak imtihanın yeri artık Cennet değil, yeryüzü olacaktı. Tövbe kabul edilmişti ama yasağa uymamanın bir neticesi vardı. Allah Teâlâ, onlara (ve onların düşmanı İblis’e) şöyle buyurdu: “Birbirinize düşman olarak oradan (Cennet’ten) inin! Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır.” (A’râf 7/24).
Hz. Âdem ve Hz. Havva yeryüzüne indirildiler. İslam tarihi kaynakları, onların farklı yerlere indirildiğini ve uzun bir ayrılıktan sonra Arafat Dağı’nda buluştuklarını nakleder.
Hz. Âdem (a.s.) yeryüzünde sadece bir insan değil, aynı zamanda ilk peygamberdi. Allah ona vahiyler (sahifeler) gönderdi. O, ailesine ve çocuklarına Allah’ın birliğini (Tevhid), O’na nasıl ibadet edileceğini, helali ve haramı öğretti. Ziraat yapmayı, evi inşa etmeyi, kısacası yeryüzünü imar etmeyi öğrendi ve öğretti. Onun asıl vazifesi olan “Halifelik” yeryüzünde başlamıştı.
7. Evlatların İmtihanı: Hâbil ve Kâbil
Hz. Âdem ve Havva’nın çocukları oldu. Onların imtihanı da evlatları üzerinden devam etti. Kur’an-ı Kerim, isim vermeden Hz. Âdem’in iki oğlunun kıssasını anlatır (Mâide 5/27-31).
Hâbil ve Kâbil. İkisi de Allah’a birer kurban sundular. Hâbil, ihlasla ve elindekinin en iyisini; Kâbil ise isteksizce ve elindekinin kötüsünü sundu. Allah, Hâbil’in kurbanını kabul etti.
Kâbil’in içine haset ve kıskançlık ateşi düştü. Kardeşi Hâbil’i tehdit etti: “Seni mutlaka öldüreceğim.” Hâbil ise teslimiyetle cevap verdi: “Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi uzatmayacağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Mâide 5/28).
Fakat Kâbil, içindeki bu kıskançlığa yenik düştü ve kardeşini öldürdü. Yeryüzünde dökülen ilk kan, işlenen ilk cinayet buydu. Pişman oldu ama iş işten geçmişti. Kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemez haldeyken, Allah’ın gönderdiği bir karga (Mâide 5/31) ona toprağı eşeleyerek defin işlemini öğretti.
Hz. Âdem (a.s.), bu olaya çok üzüldü. Ancak sabretti ve peygamberlik vazifesine devam etti. Allah ona teselli olarak Hz. Şît (a.s.) gibi hayırlı bir evlat daha lütfetti ve peygamberlik nesli onunla devam etti.
8. Vefatı ve Mirası
Hz. Âdem (a.s.), rivayetlere göre yaklaşık bin yıl yaşadı. Vefat vakti geldiğinde, melekler tarafından ruhu alındı ve çocuklarına nasıl defnedileceğini öğretti.
Hz. Âdem, bizim ilk atamız, ilk peygamberimiz ve tövbenin ilk öğretmenidir. Onun hayatı, insanlığın bütün macerasının bir özetidir:
• Şeref: İlim ve hilafet ile yaratıldık.
• Düşman: Bizi saptırmaya yeminli bir Şeytan var.
• Hata: İnsan “nisyan” (unutma) ile maluldür, hata yapabilir.
• Kurtuluş: Kibirle isyan etmek (İblis gibi) helâke götürür; acziyeti itiraf edip tövbe etmek (Âdem gibi) kurtuluşa erdirir.
• Hayat: Yeryüzü bir ceza yeri değil, tövbenin kabul edildiği ve “Halife” olarak imtihanın kazanılacağı bir imtihan meydanıdır.
Biz hepimiz, o ilk hatayı yapan, o ilk tövbeyi eden ve yeryüzünde imtihana başlayan babamız Hz. Âdem’in (a.s.) evlatlarıyız.
**************
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Kalemin ve Hikmetin Peygamberi: Hazreti İdrîs (Aleyhisselam)
Çok uzun zaman önce, yeryüzü henüz gençken, Hazreti Âdem (Aleyhisselam) ve onun mübarek evlatları bu topraklarda Allah’a kulluk etmenin ilk tohumlarını atmışlardı. İnsanlık çoğalmaya başlamış, fakat zamanla bazıları ataları Âdem’in (as) ve oğlu Şît’in (as) getirdiği saf tevhîd (Allah’ın birliği) inancından uzaklaşma eğilimine girmişti. İşte böyle bir zamanda, insanlığa yeniden yol göstermesi için hikmet ve ilimle donatılmış bir peygamber gönderildi: Hazreti İdrîs (Aleyhisselam).
O, Hazreti Şît’in (as) torunlarındandı. Dürüstlüğü, doğruluğu ve Allah’a olan derin bağlılığı ile bilinirdi. O kadar çok ders verir, Allah’ın ayetlerini o kadar çok tedris eder (inceler) ve öğretirdi ki, “ders” kökünden gelen “İdrîs” ismiyle anılır oldu.
O, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat övdüğü, yüksek fazilet sahibi bir seçilmişti.
Allah’ın Kitabında Hz. İdrîs
Cenâb-ı Hak, onun bu müstesna (seçkin) makamını bize Meryem Sûresi’nde şöyle haber verir. Bu ayetler, onun şahsiyetinin temelini tasvir eder:
“(Ey Muhammed!) Kitap’ta İdrîs’i de an. Şüphesiz o, dosdoğru bir kimse, bir peygamberdi. Onu yüce bir mekâna (makama) yükselttik.” (Meryem Sûresi, 19:56-57)
Rabbimiz onu sadece “peygamber” olarak değil, aynı zamanda “sıddîk” (dosdoğru) olarak vasıflandırmıştır. Bu, onun hayatının her anında doğruluktan zerre kadar ayrılmadığının, Allah’ın vahyine tam bir sadakatle bağlandığının en büyük isbatıdır.
İnsanlığa İlkleri Öğreten Peygamber
Hazreti İdrîs’in (as) peygamberliği, insanlık tarihine medeniyetin ve ilmin ilk adımlarını da getirmiştir. Tefsirler ve İslâm tarihi kaynakları, onun Allah’ın izniyle insanlığa pek çok “ilk”i öğrettiğini kaydeder:
1. Kalemle Yazıyı İlk Kullanan:
Ondan önce insanlar bilgiyi sadece hafızalarında tutar ve sözlü olarak aktarırlardı. Rivayetlere göre Cenâb-ı Hak, Hazreti İdrîs’e (as) 30 sahîfe (kutsal metin) indirmiştir. O, bu ilâhî mesajları korumak ve gelecek nesillere ulaştırmak için “kalemi” kullanmayı, yani yazıyı icat etmiştir. Kalem, ilmin kaydedilmesi ve yayılmasının ilk adımıydı. O, Allah’ın kendisine öğrettiği hikmetleri ve ilimleri yazarak, medeniyetin temelini atmıştır.
2. Terziliğin ve Dikişin Mûcidi:
Hazreti İdrîs (as) dönemine kadar insanlar, genellikle hayvan derilerini basitçe üzerlerine örterek giyinirlerdi. Bu, hem kaba bir görüntüye sebep olur hem de tam bir örtünmeyi sağlamazdı. Allah (cc), Peygamberine tabiatı ve eşyayı nasıl kullanacağını ilham etti. O, iğneyi eline aldı, ipliği keşfetti ve derileri kesip biçerek, dikerek elbiseler yapmaya başladı.
İnsanlık ilk defa onun sayesinde dikilmiş, bedene uygun elbiselere kavuştu. Bu sadece bir terzilik faaliyeti değil; aynı zamanda örtünmenin (setr-i avret) ve temizliğin medenî bir seviyeye yükselişinin de başlangıcıydı.
3. İlim ve Hikmet Öğretmeni:
O, sadece bir terzi veya kâtip değil, bir hikmet öğretmenidir. İslâmî kaynaklar onun “ilm-i nücûm” (astronomi, yıldızlar ilmi) ve hesap (matematik) ilimlerinde derin bir vukûfiyete (anlayışa) sahip olduğunu belirtir. Fakat o, bu ilmi asla falcılık veya tabiata tesir atfetmek için kullanmadı. Tam aksine, yıldızların, Ay’ın ve Güneş’in muntazam hareketlerine bakarak insanlara Allah’ın sonsuz kudretini, nizamını ve sanatını anlattı. Kâinata “ibret nazarıyla” bakmayı öğretti.
Sabrın ve Sadakatin Timsali
Hazreti İdrîs (as), kavmini putperestlikten ve cehaletten kurtarıp tek olan Allah’a davet ederken büyük zorluklarla karşılaştı. İnsanlara hem dünyevî (medeniyet) hem de uhrevî (tevhid) bilgileri öğretmek için büyük bir gayret sarf etti. Bu davet yolunda gösterdiği sebat ve tahammül, Kur’ân-ı Kerîm’de de takdirle anılmıştır:
“İsmâil, İdrîs ve Zülkifl’i de an. Hepsi de sabredenlerdendi. Onları da rahmetimize soktuk. Şüphesiz onlar sâlih kimselerdi.” (Enbiyâ Sûresi, 21:85-86, TDV Meali)
O, Allah’ın rahmetine, sabrı ve sâlih amelleri sayesinde kavuşan mübarek bir elçiydi.
“Yüce Bir Mekâna Yükseltiliş”
Onun hayatındaki en mühim ve esrarengiz hadiselerden biri, Meryem Sûresi’nde geçen “Onu yüce bir mekâna (makama) yükselttik” ayetinin tefsiridir.
İslâm âlimleri ve müfessirlerin (tefsir uzmanlarının) çoğu, bu “yüce mekân” ifadesini açıklarken, Cenâb-ı Hakk’ın Hazreti İdrîs’i (as), Hazreti İsa (as) gibi, ölümü tattırmadan veya kısa bir an tattırdıktan sonra (rivayetler muhteliftir) bedeniyle ve ruhuyla birlikte semâya, göklere yükselttiğini belirtirler. Rivayetlerde onun şu anda dördüncü kat semâda bulunduğu ve Allah’ın kendisine bu yüksek makamı ikram ettiği nakledilir.
Bu hadise, onun Allah katındaki değerinin ne kadar yüksek olduğunun, doğruluğunun (sıddîk) ve peygamberliğinin nasıl mükâfatlandırıldığının en açık delilidir.
Bıraktığı Miras
Hazreti İdrîs (Aleyhisselam), insanlığa kalemi, yazıyı, dikili elbiseyi ve tabiatı Allah adına tefekkür etmeyi öğreten bir medeniyet kurucusudur. Onun mirası, ilmin ve hikmetin, ancak Allah’a kulluk için kullanıldığında “yüce bir mekâna” layık olacağı hakikatidir. O, Hazreti Nûh’un (as) atası olarak, Tufan öncesi insanlığa son ilâhî uyarıları yapan peygamberlerden biri olmuştur.
Onun hayatı bizlere, dürüstlüğün, sabrın ve ilim öğrenmenin Allah katında ne büyük bir fazilet olduğunu asırlar ötesinden fısıldamaya devam etmektedir.
Selâm olsun sabredenlere, sâlihlere ve dosdoğru olanlara…
************
Sabır Timsali Bir Peygamber: Hz. Nuh (a.s.) ve Büyük Tufan
Karanlıktaki Davet
Hz. Nuh Aleyhisselam, insanlığın Hz. Adem’den (a.s.) sonra tevhidden, yani Allah’ın birliği inancından saptığı ilk dönemde gönderilmiş bir Resûldür. Zamanla insanlar, Allah Teâlâ’yı unutmuş; faziletli olduğuna inandıkları geçmiş büyüklerinin heykellerini yapıp onlara tapınmaya başlamışlardı. Kur’an-ı Kerim, onların bu putlarını “Ved, Süvâ, Yegûs, Yeûk ve Nesr” (Nûh, 71/23) olarak isimlendirir.
İşte böyle bir cehalet ve şirk karanlığında, Allah Teâlâ, rahmetinin bir tecellisi olarak Nuh Aleyhisselam’ı kavmine peygamber eyledi. Onun vazifesi açıktı: İnsanları putların esaretinden kurtarıp, alemlerin Rabbi olan tek Allah’a ibadete çağırmak.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum.'” (A’râf, 7/59)
950 Yıllık Sabırlı Mücadele
Hz. Nuh, kavmini hakikate davet etmeye başladı. Fakat bu davet, asırlar sürecek çileli bir mücadelenin de başlangıcıydı. Kur’an-ı Kerim, onun bu müddetini şöyle belirtir:
“Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.” (Anke1bût, 29/14)
Hz. Nuh, tam 950 sene boyunca bıkmadan, usanmadan, gece gündüz demeden kavmini uyardı. Nûh Suresi, onun bu davet esnasındaki gayretini bizzat kendi lisanından bizlere aktarır. Onları bazen gizlice, bazen açıktan açığa Hakk’a çağırdı.
Fakat kavminin tepkisi, kibir ve inattan ibaretti. Özellikle kavmin zengin ve ileri gelen (mele’) tabakası, Hz. Nuh’u tenkit ediyor, onunla alay ediyor ve halkı ondan uzaklaştırıyordu.
Onların temel itirazları şuydu:
• Beşeriyet İddiası: “Sen de bizim gibi bir insansın. Eğer Allah elçi gönderecek olsaydı, melek gönderirdi.” (Mü’minûn, 23/24)
• Sınıfsal Kibir: “Sana uyanların, toplumun en aşağı tabakasından (erâzil) başkası olmadığını görüyoruz.” (Hûd, 11/27)
• Enaniyet: “Sizin bize bir üstünlüğünüz yok, siz yalancısınız.” (Hûd, 11/27)
Hz. Nuh (a.s.) ise onlara, kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu, mükafatı Allah’tan beklediğini, iman edenleri -zayıf ve fakir olsalar dahi- asla yanından kovmayacağını söylüyordu. Ancak onlar, parmaklarını kulaklarına tıkıyor, elbiselerine bürünüyor ve bu daveti duymamak için direniyorlardı. (Nûh, 71/7)
İlahi Emir: Geminin (Sefine) İnşası
Asırlar süren davete rağmen kavminin büyük çoğunluğu imana gelmedi. Artık kalplerinin mühürlendiği ve o ana kadar iman eden az sayıdaki mü’min dışında kimsenin iman etmeyeceği Hz. Nuh’a vahyolundu. (Hûd, 11/36)
Sabır abidesi o peygamber, kavminin ıslahından ümidini kesince, Rabbine şöyle sığındı:
“Nûh, şöyle dedi: ‘Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve kâfir kimseler yetiştirirler.'” (Nûh, 71/26-27)
Bu dua üzerine Allah Teâlâ, hem o mübarek peygamberi ve mü’minleri kurtaracak, hem de zalim kavmi cezalandıracak olan emrini verdi:
“Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” (Hûd, 11/37)
Hz. Nuh, Allah’ın emriyle büyük bir gemi (sefine) inşa etmeye başladı. Kavmi ise onunla alay etmeyi sürdürüyordu. Çölün ortasında, suyun olmadığı bir yerde gemi yapan bir peygamber, onların kibrine ve cehaletine göre bir “delilik” alametiydi.
“Nûh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Nûh, dedi ki: ‘Eğer bizimle alay ediyorsanız, sizin bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.'” (Hûd, 11/38)
Büyük Tufan ve Acı Bir İmtihan
Nihayet ilahi azabın vakti geldi. Allah’ın emriyle hem gökten bardak boşanırcasına bir yağmur başladı hem de yerden sular fışkırdı (Tefsirlerde bu, “tandırın kaynaması” olarak da ifade edilir). (Hûd, 11/40; Kamer, 54/11-12)
Hz. Nuh’a, iman eden ailesi (hanımı ve bir oğlu hariç), ona inanan o az sayıdaki mü’min ve her canlı türünden birer çifti gemiye alması emredildi.
Gemi, dağlar gibi azgın dalgaların arasında yüzmeye başladı. Tufan, yeryüzünü kaplamıştı. İman ile küfrün kesin olarak ayrıldığı o dehşet anında, Hz. Nuh (a.s.), bir peygamber olmasının yanında, bir baba şefkatiyle son bir gayret gösterdi. Gemiye binmemiş olan oğluna seslendi:
“(Gemi) dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nûh, gemiden uzakta bulunan oğluna, ‘Yavrucuğum! Bizimle beraber sen de bin, kâfirlerle beraber olma!’ diye seslendi.
O, ‘Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım’ dedi. Nûh, ‘Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur’ dedi. Derken aralarına dalga girdi, o da boğulanlardan oldu.” (Hûd, 11/42-43)
Bu hadise, kurtuluşun kan bağında değil, iman bağında olduğunun en acı ve en net isbatıydı. Hz. Nuh’un babalık şefkatiyle Rabbine yakarması üzerine, Allah Teâlâ, “O, senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir amel işlemiştir.” (Hûd, 11/46) buyurarak, imanın temel bağ olduğunu kesin bir hükümle bildirmiştir.
Yeni Bir Başlangıç: Cûdî Dağı
Tüm inkârcılar sular altında boğulup yeryüzü bu zulümden temizlendikten sonra, ilahi emir tekrar tecelli etti:
“‘Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök! Tut suyunu’ denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdî’ye oturdu ve ‘Zalimler topluluğu Allah’ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi.” (Hûd, 11/44)
Tefsir ve tarih kaynaklarına göre Cûdî Dağı, bugünkü Şırnak ili sınırları içerisindedir.
Hz. Nuh ve beraberindeki mü’minler, “Ey Nûh! Sana ve seninle birlikte bulunan ümmetlere bizden bir selâmet ve bereketlerle (gemiden) in…” (Hûd, 11/48) müjdesiyle gemiden indiler.
Onlar, yeryüzünde tevhidi yeniden hâkim kılan, temizlenmiş bir dünyaya ayak basan kutlu bir topluluktu. Bu sebeple Hz. Nuh (a.s.), “İkinci Adem” olarak da anılmıştır. Onun sabrı, mücadelesi ve Allah’a olan teslimiyeti, kıyamete kadar gelecek tüm mü’minler için bir ders ve bir meşale olmuştur.
**************
Direkler Sahibi İrem’in Kibirli Halkı: Âd Kavmi
Çok eski zamanlarda, Yemen ile Umman arasındaki “Ahkâf” denilen geniş ve verimli topraklarda, Âd isminde bir kavim hayat sürerdi. Bu kavim, sıradan bir topluluk değildi. Allah onlara o zamana kadar kimseye vermediği bir kuvvet, heybet ve zenginlik bahşetmişti. Rivayetlere göre onlar, uzun boylu, fevkalâde güçlü ve sanatta çok ileri idiler.
Kur’ân-ı Kerîm onların bu ihtişamını “direkleri (yüksek binaları) olan İrem” şehri olarak tasvir eder. Onların bu durumu Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir:
“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem’e?”
(Fecr 89/6-8)
Fakat bu muazzam kuvvet ve zenginlik, Âd kavmini şükre değil, büyük bir kibre ve enaniyete sevk etti. Güçlerine o kadar güvendiler ki, yeryüzünde kendilerinden daha üstün bir varlık olmadığını zannettiler. Bu enaniyet, onları yaratan Allah’ı unutmaya ve kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaya (şirke) götürdü.
Onların bu kibirli hali ayet-i kerimede şöyle zikredilir:
“Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Bizden daha güçlü kim var?’ dediler. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi (mucizelerimizi) inkâr ediyorlardı.”
(Fussilet 41/15)
Zayıfları eziyor, haksızlık yapıyor ve sahip oldukları nimetlerle şımarıyorlardı.
Rahmet Elçisi: Hz. Hûd’un (a.s.) Daveti
Allah Teâlâ, sonsuz rahmetiyle, bu azgınlaşan kavme doğru yolu göstermek üzere yine kendi içlerinden, soylu, güvenilir (emin) ve fazilet sahibi birini peygamber olarak vazifelendirdi. Bu zat, Hz. Hûd (aleyhisselâm) idi.
Hz. Hûd, kavminin karşısına çıktı ve onları hikmetle uyardı. Daveti net ve berraktı: Sadece Allah’a kulluk etmek, putları terk etmek ve zulümden vazgeçmek.
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. O’ndan başka sizin hiçbir ilâhınız yoktur. Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?'”
(A’râf 7/65)
Hz. Hûd onlara dedi ki: “Ey kavmim! Sizi yaratan, size bu gücü, bu bağları, bu bahçeleri veren Rabbinize dönün. O’ndan bağışlanma dileyin. Ben sizden bu tebliğim için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”
Kibir, İftira ve Azabın İstenmesi
Ancak Âd kavminin kibirle katılaşmış kalpleri bu samimi daveti kabul etmedi. Kavmin ileri gelenleri, Hz. Hûd ile alay ettiler. Onu aşağıladılar ve akılsızlıkla (sefâhet) suçladılar.
“Kavminden inkâr edenlerin ileri gelenleri dediler ki: ‘Biz seni bir çılgınlık (sefâhet) içinde görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.'”
(A’râf 7/66)
Hz. Hûd, bir peygambere yakışır vakur bir edâ ile onlara cevap verdi:
“Hûd dedi ki: ‘Ey kavmim! Bende herhangi bir çılgınlık (sefâhet) yoktur. Fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.'”
(A’râf 7/67-68)
Onlar, atalarının yolunu terk etmeyeceklerini söylediler ve eğer doğru söylüyorsa, tehdit ettiği azabı hemen getirmesini isteyerek meydan okudular. “İster öğüt ver, ister verme; bizim için fark etmez. Biz bu azaba uğratılacak değiliz” dediler.
Azabın Gelişi: Rîh-i Sarsar (Uğultulu Rüzgâr)
Hz. Hûd’un (a.s.) bütün gayretlerine rağmen kavminin büyük çoğunluğu inkârda ısrar edince, ilâhî azabın vakti geldi.
Önce şiddetli bir kuraklık baş gösterdi. Yağmurlar kesildi, ekinler kurudu. Kavim perişan halde yağmur duasına çıktı. Bir müddet sonra ufukta kara bir bulutun belirdiğini gördüler.
İşte bu, onların imtihanının sonuydu. Azabı rahmet zannettiler. Sevinçle bağrıştılar: “İşte bu, bize yağmur getirecek bulut!”
Oysa o bulut, yağmur değil, Allah’ın vaat ettiği şiddetli azabı taşıyordu. Hz. Hûd (a.s.) onlara son kez hakikati haykırdı:
“Hûd ise, ‘Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde elem dolu azap bulunan bir rüzgârdır’ dedi. ‘O, Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eder.’…”
(Ahkâf 46/24-25)
Ve o korkunç rüzgâr (rîh-i sarsar) başladı. Tefsirlerde belirtildiğine göre bu, sıradan bir fırtına değil, dondurucu, uğultulu ve her şeyi kökünden söküp atan dehşetli bir kasırgaydı.
Kur’ân-ı Kerîm, bu azabın müddetini ve tesirini şöyle tasvir eder:
“Âd kavmi ise, azgın ve dondurucu bir rüzgârla helâk edildi. Allah, onu (rüzgârı) kesintisiz olarak yedi gece sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki, (eğer orada olsaydın) o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün.”
(Hâkka 69/6-7)
Yedi gece ve sekiz gün süren o rüzgâr, Âd kavminin gururlandığı o yüksek direkli binaları, o sağlam sarayları ve o kibirli bedenleri, sanki içi boşalmış hurma kütükleri gibi yerle bir etti. Güçleriyle övünen o kavimden geriye, ibretlik bir enkazdan başka bir şey kalmadı.
Necat (Kurtuluş) ve İbret
Peki, Hz. Hûd’a (a.s.) ve ona iman eden o az sayıdaki mü’mine ne oldu?
Onlar, Allah’ın emriyle o bölgeden ayrılmışlardı. Cenâb-ı Hak, peygamberini ve ona tabi olanları o dehşetli azaptan rahmetiyle muhafaza buyurdu.
“Emrimiz gelince Hûd’u ve beraberindeki iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Onları ağır bir azaptan kurtardık.”
(Hûd 11/58)
Hz. Hûd (a.s.) ve beraberindekiler, imanlarının mükâfatı olarak kurtuluşa erdiler ve hayatlarına Allah’a şükrederek devam ettiler.
Âd kavminin bu kıssası, bizlere gücün, zenginliğin ve medeniyetin Allah’a iman ve şükürden ayrı olduğu zaman, nasıl bir helâk sebebi olacağını gösteren büyük bir ibrettir. Asıl kuvvetin, Rabbe teslimiyette; asıl zenginliğin ise iman faziletinde olduğunu öğretir.
*****************
Bismillâhirrahmânirrahîm.
HİCR DİYARINDA BİR HİDAYET ÇAĞRISI: HAZRET-İ SÂLİH (Aleyhisselâm)
Tarihin derinliklerinde, Âd kavminin helâkinden sonra, Arabistan’ın kuzeybatısında, Hicr denilen bölgede muazzam bir medeniyet yükseldi. Bu medeniyetin sahipleri, Semûd kavmi idi. Onlar, ataları Âd kavmi gibi güçlü, kuvvetli ve zengin bir topluluktu. Fakat onların en mühim hususiyetleri, mimarideki eşsiz maharetleriydi. Dağları oyarak, sert kayalara saraylar yontarak kendilerine güvenli ve haşmetli meskenler inşa ediyorlardı.
Kur’ân-ı Kerîm, onların bu hâlini şöyle tasvir eder:
“Sizler ‘Ebedî kalmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? (İnsanlara) hükmettiğiniz zaman zorbalar gibi mi hükmediyorsunuz? Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size bol bol veren, size hayvanlar ve oğullar, bahçeler ve pınarlar veren Allah’tan korkun. Şüphesiz ben, sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum.'” (Şuarâ, 129-135)
Bu kavim, Allah’ın kendilerine bahşettiği bu nimetlere şükretmeyi unutmuştu. Dağları yontmaktaki maharetleri, kalplerini de taş gibi katılaştırmıştı. Tabiatın ve kendi ellerinin eseri olan putlara tapıyor, Allah’a şirk koşuyorlardı. İşte böyle bir zulmet devrinde, Allah Teâlâ, onlara kendi içlerinden, nesebi temiz, ahlâkı yüksek, “emin” (güvenilir) olarak tanıdıkları birini peygamber olarak gönderdi: Hz. Sâlih (aleyhisselâm).
Tevhid Daveti ve Kavmin İnkârı
Hz. Sâlih, kavmini sarsmak için derhal davetine başladı. Onları, atalarının düştüğü vahim hatadan kurtarmak ve yalnızca Allah’a kulluk etmeye çağırdı.
Allah Teâlâ, bu ilk çağrıyı şöyle haber verir :
“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Gerçekten size rabbinizden apaçık bir delil geldi. İşte size bir mûcize olarak Allah’ın şu devesi! Bırakın onu da Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona bir kötülük etmeyin. Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar.'” (A’râf, 73)
Ancak Semûd kavminin önde gelenleri (mele’), bu daveti şiddetle reddettiler. Hz. Sâlih’in de kendileri gibi bir beşer olduğunu, bir üstünlüğünün bulunmadığını iddia ettiler. Onu, atalarının yolunu tenkit etmekle, düzenlerini bozmakla ve hatta “büyülenmiş” olmakla itham ettiler.
Dediler ki:
“Dediler ki: ‘Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz.'” (Hûd, 62)
Kavmin zayıf ve mustaz’af bırakılanlarından bir kısmı Hz. Sâlih’e iman etti. Fakat kibirlerine yenik düşen zenginler ve idareciler, inkârda direttiler.
İmkânsızı İstemek: Mûcize Talebi
Kavmin ileri gelenleri, Hz. Sâlih’i âciz bırakmak ve halkın nazarında küçük düşürmek için ondan olağanüstü, akıllara durgunluk veren bir mûcize istediler. Tefsirlerde zikredildiğine göre, toplandıkları bir gün Hz. Sâlih’e dönüp, “Eğer gerçekten Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, şu karşıdaki (işaret ettikleri) sert kayadan bizim için gebe ve on aylık bir dişi deve çıkar. Eğer bunu yaparsan sana iman edeceğiz” dediler.
Onların maksadı iman etmek değil, Hz. Sâlih’i imkânsız bir taleple susturmaktı. Hz. Sâlih, Rabbine yöneldi. Kavminden, eğer bu mûcize gerçekleşirse iman edeceklerine dair kesin söz aldı ve dua etti.
Kayadan Doğan Mûcize: Nâkatullah (Allah’ın Devesi)
Çok geçmeden, bütün kavmin gözleri önünde, işaret ettikleri o koca kaya büyük bir gürültüyle yarıldı. İçinden, istedikleri vasıflara sahip, muazzam bir dişi deve (nâka) çıktı ve hemen ardından bir de yavru doğurdu.
Bu, sıradan bir hayvan değil, doğrudan doğruya ilâhî bir kudretin eseriydi. Ona “Nâkatullah” (Allah’ın Devesi) denildi. Bu mûcize karşısında kavmin bir kısmı dehşete kapılıp iman etse de, büyük çoğunluk inadını sürdürdü.
Hz. Sâlih, bu devenin onlar için bir imtihan vesilesi olduğunu bildirdi ve onlara şu şartları koştu:
“Sâlih, şöyle dedi: ‘İşte o deve! Su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalar.'” (Şuarâ, 155-156)
Deve, serbestçe aralarında dolaşacak, Allah’ın arzından rızkını yiyecekti. Kavmin su kuyusunu ise bir gün deve, bir gün insanlar kullanacaktı. Tefsirler, devenin su içtiği gün, bütün kuyunun suyunu içtiğini, buna mukabil o gün kavme sütten bir nehir gibi muazzam miktarda süt verdiğini, böylece insanların aslında daha kârlı çıktığını belirtir.
Tuzak (Desise) ve Devenin Katledilişi
Bir müddet bu nizam devam etti. Fakat devenin varlığı, kâfirlerin kibirlerini ve düşmanlıklarını daha da artırdı. O deve, her gün onlara Allah’ın kudretini ve Hz. Sâlih’in haklılığını hatırlatıyordu. Bu durumdan rahatsız olan kavmin önde gelenleri, bu ilâhî emaneti ortadan kaldırmak için gizli bir plan yaptılar.
Kur’ân-ı Kerîm, bu plânı kuranlardan şöyle bahseder:
“Şehirde dokuzlu bir çete vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, düzeltmeye yanaşmıyorlardı.” (Neml, 48)
İslam tarihi kaynakları, bu çetenin elebaşının, kavmin en azgını ve şakîsi olan Kudar b. Sâlif olduğunu kaydeder. Bu zorbalar, devenin su içmeye gittiği bir gün pusu kurdular. Önce devenin ayak sinirlerini (arkub) keserek onu yere düşürdüler, sonra da hunharca katlettiler.
Bu haberi duyan Hz. Sâlih, kavminin yanına geldiğinde, onların bu cürümleriyle övündüklerini gördü. Artık ilâhî azabın gelmesi mukadder olmuştu.
Üç Günlük Mühlet ve Korkunç Son
Hz. Sâlih, deveyi öldüren kavmine son ihtarını yaptı:
“Derken, onlar deveyi kestiler. Sâlih, dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (keyif sürün). Bu, yalanlanmayacak bir tehdittir.'” (Hûd, 65)
Bu üç günlük mühlet, onların son tövbe fırsatıydı. Tefsirlerde belirtildiğine göre, bu üç gün içinde yüzlerinde azabın alametleri belirmeye başladı: Birinci gün yüzleri sarardı, ikinci gün kızardı, üçüncü gün ise simsiyah kesildi.
Onlar ise bu mühleti alayla karşıladılar. Hatta azgınlıklarını bir adım öteye taşıyarak, deveden sonra Hz. Sâlih’i ve ailesini de geceleyin öldürmeye karar verdiler.
“Aralarında Allah’a and içerek şöyle dediler: ‘Mutlaka onu ve ailesini geceleyin öldüreceğiz, sonra da velisine; ‘Biz onun ailesinin helâk edilişi sırasında orada değildik, inanın ki biz doğru söylüyoruz’ diyeceğiz.’ Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de onlar farkında olmadan onların tuzağını altüst ettik.” (Neml, 49-50)
Üçüncü günün şafağında, mühlet dolduğunda, Allah’ın emri geldi.
Semûd kavmi, o sağlam kayalardan oydukları, kendilerini her şeyden koruyacağına inandıkları saraylarının içindeyken, gökten korkunç bir ses (sayha) ve yerden şiddetli bir sarsıntı (recfe) onları yakaladı.
“O zulmedenleri korkunç bir ses yakaladı da yurtlarında yüzüstü çökekaldılar. Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semûd kavmi Rablerini inkâr etti. Bilin ki Semûd kavmi Allah’ın rahmetinden uzaklaştı.” (Hûd, 67-68)
“Bunun üzerine onları o müthiş sarsıntı yakaladı da yurtlarında yüzüstü çökekaldılar.” (A’râf, 78)
O haşmetli binalar, o yontulmuş kayalar, içindekilere mezar oldu. Allah’ın azabı geldiğinde, ne servetleri ne de o muhkem kaleleri onlara en ufak bir fayda vermedi. Sabah olduğunda, hepsi oldukları yere cansız yığılmış, “kuru ot kırıntıları” gibi dağılıp gitmişlerdi.
Kurtuluş ve İbret
Bu dehşet verici helâk gerçekleşirken, Allah Teâlâ, peygamberi Hz. Sâlih’i ve ona iman eden mü’minleri rahmetiyle oradan kurtardı.
Hz. Sâlih, kavminin cansız bedenlerine ve harabeye dönmüş yurtlarına son bir defa baktı. Yıllarca süren tebliğinin neticesiz kalmasının hüznüyle onlara şöyle seslendi:
“Sâlih, o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun, ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.'” (A’râf, 79)
Hz. Sâlih ve beraberindekiler, Hicr diyarını terk ederek (rivayetlere göre Mekke veya Filistin civarına) hicret ettiler.
Semûd kavminin o ibretlik kalıntıları ise, Medâin-i Sâlih olarak bilinen bölgede, asırlar sonrasına bir ders olarak kalmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de Tebük Seferi esnasında bu bölgeden geçerken, ashâbına o harabelere ibret nazarıyla bakmalarını, oradan su almamalarını ve hızla geçmelerini tembihlemiştir.
Hz. Sâlih’in kıssası, Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlüğün, ilâhî mûcizelere karşı kibrin ve peygamber davetine karşı inadın sonunun nasıl elim bir helâk olduğunu bizlere en çarpıcı şekilde göstermektedir.
***********
Halilullah’ın Hayatı: Hz. İbrâhim’in (a.s.) Tevhid Mücadelesi
Kâinatın Yaratıcısı Yüce Allah (c.c.), insanlık tarihinin belirli dönemlerinde, kullarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için rehberler, yani peygamberler göndermiştir. Bu mübarek elçiler zincirinin en parlak halkalarından biri, “Ebu’l-Enbiyâ” (Peygamberlerin Atası) ve “Halilullah” (Allah’ın Dostu) unvanlarıyla şereflenmiş olan Hz. İbrâhim’dir (a.s.).
Onun hayat hikâyesi, aklın ve kalbin tevhidi
(Allah’ın birliğini) arayışının, şirke (Allah’a ortak koşmaya) karşı verilen tavizsiz bir mücadelenin ve Allah’ın emrine mutlak teslimiyetin en muazzam tasviridir. Şimdi, Kur’ân-ı Kerîm’in nuru, tefsirlerin izahı ve İslam tarihi kaynaklarının ışığında, bu mübarek Peygamber’in ibret dolu hayatına nazar edelim.
1. Bölüm: Putlar Arasında Doğan Güneş
Hz. İbrâhim (a.s.), Mezopotamya’da, Keldanî kavminin yaşadığı Bâbil (veya Ur) diyarında dünyaya geldi. O dönem, insanlığın cehalet karanlığına gömüldüğü bir zamandı. Halkın büyük çoğunluğu, yıldızlara, gezegenlere ve kendi elleriyle yonttukları putlara tapıyordu. Bu şirk düzeninin başında ise, kendisini (hâşâ) ilah yerine koyan zalim hükümdar Nemrut bulunuyordu.
Hz. İbrâhim’in (a.s.) babası (veya amcası/büyüten kişi) olan Âzer, bu putları yapan ve satan bir kimseydi. Hz. İbrâhim (a.s.), daha çocukluğundan itibaren bu manasızlığın farkındaydı. Gözleri, çevresindeki bu ölü, dilsiz, fayda veya zarar veremeyen taş parçalarına değil, bu muazzam kâinatın sahibine çevrilmişti. Kur’ân-ı Kerîm, onun bu ilk sorgulamasını şöyle zikreder:
“Hani İbrâhim, babası Âzer’e, ‘Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’ demişti.” (En’âm, 6/74)
2. Bölüm: Aklî Arayış ve Kalbî İtminan
Hz. İbrâhim (a.s.), fıtratındaki (yaratılışındaki) temiz tevhid çekirdeği ile kâinatı tefekkür etmeye başladı. O, sadece iman etmekle kalmadı, aynı zamanda aklını kullanarak hakikati aradı. Bu arayış, özellikle gençlere mükemmel bir örnektir. Kur’ân-ı Kerîm, onun bu derûnî yolculuğunu bize adım adım tasvir eder:
“Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü. ‘İşte bu benim rabbimdir’ dedi. Yıldız batınca da, ‘Ben böyle batanları sevmem’ dedi.” (En’âm, 6/76)
“Ay’ı doğarken görünce, ‘İşte bu benim rabbimdir’ dedi. Ay batınca da, ‘Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, mutlaka ben de sapıklardan olurdum’ dedi.” (En’âm, 6/77)
“Güneş’i doğarken görünce de, ‘İşte bu benim rabbimdir, bu daha büyüktür’ dedi. Güneş batınca da, ‘Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım’ dedi.” (En’âm, 6/78)
Yıldızlar, ay ve güneş; hepsi birer birer batıyor, kayboluyordu. Batan, kaybolan, değişikliğe uğrayan bir varlık, kâinatın ezelî ve ebedî Rabbi olamazdı. Bu muazzam aklî tefekkürün sonunda, Hz. İbrâhim (a.s.) kalbinin en derin noktasından gelen şu hakikati haykırdı:
“Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (En’âm, 6/79)
Artık o, “Hanîf” idi; yani bütün batıl inançlardan yüz çevirmiş, sadece Bir olan Allah’a yönelmişti.
3. Bölüm: Kavmine Karşı Tevhid Mücadelesi
Hz. İbrâhim (a.s.), bulduğu bu paha biçilmez hakikati önce en yakını olan babası Âzer’e nazik ve hikmetli bir dille anlattı:
“Hani babasına şöyle demişti: ‘Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?'” (Meryem, 19/42)
Fakat Âzer’in cevabı sert oldu ve onu taşlamakla tehdit etti. Hz. İbrâhim (a.s.), babasından yüz çevirmedi, ona selam diledi ve Rabbinden onun için af dileyeceğini söyledi (ancak kâfir olarak öleceği kesinleşince bu istiğfarından vazgeçmiştir).
Sonra kavmine döndü. Onların taptığı putların acizliğini yüzlerine vurdu. Kavmiyle ve zamanın hükümdarı Nemrut ile yaptığı münazaralar (tartışmalar), akıl ve hikmet doludur. Nemrut, “Ben de öldürür ve diriltirim” (yani affeder veya idam ederim) diyerek ilahlık tasladığında, Hz. İbrâhim (a.s.) onu susturan o meşhur cevabı verdi:
“İbrâhim, ‘Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir’ dedi. O kâfir de şaşırıp kaldı. Zaten Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara, 2/258)
4. Bölüm: Putları Kıran Genç ve “Büyük” İmtihan
Sözle ikna olmayan kavmine, Hz. İbrâhim (a.s.) unutamayacakları bir ders vermeye karar verdi. Kavmi bir bayram günü şehirden ayrıldığında, o gizlice puthaneye girdi.
“Onları paramparça etti, belki ona (büyük puta) müracaat ederler diye sadece büyüğünü bıraktı.” (Enbiyâ, 21/58)
Kavmi dönüp mabedlerinin halini görünce dehşete düştü. “Bunu ilâhlarımıza kim yaptı?” diye sordular. Bazıları, “İbrâhim adında bir gencin onları diline doladığını işitmiştik” dedi.
Hz. İbrâhim’i (a.s.) halkın önüne getirdiler ve sorguladılar. Hz. İbrâhim’in (a.s.) cevabı, onların donmuş akıllarını sarsacak nitelikteydi:
“Dedi ki: ‘Hayır! Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun, eğer konuşabiliyorlarsa!'” (Enbiyâ, 21/63)
Bu cevap karşısında ne diyeceklerini bilemediler. Kendi vicdanlarına döndüler ve “Asıl zalimler sizlersiniz” dediler, ancak kibirleri ağır bastı. Konuşamayan, kendini savunamayan putlara taptıklarını bir anlığına idrak etseler de, atalarının yolundan dönmediler.
5. Bölüm: “Ey Ateş! İbrâhim’e Karşı Serin Ol!”
Nemrut ve kavmi, akıl ve mantık delilleri karşısında mağlup olunca, kaba kuvvete başvurdular. Hz. İbrâhim (a.s.) için devasa bir ateş yaktılar. Ateş o kadar büyüktü ki, yanına yaklaşmak mümkün değildi. Onu bir mancınıkla ateşin tam ortasına fırlatmaya karar verdiler.
Bütün mahlûkat nefesini tutmuştu. Rivayetlere göre melekler yardım teklif ettiğinde, Hz. İbrâhim’in (a.s.) cevabı tam bir teslimiyet ifadesiydi: “Rabbim halimi biliyor, O’ndan bir şey istememe hacet yok. Hasbunallahu ve ni’mel vekîl!” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!).
Tam ateşe atıldığı anda, sebeplerin de, ateşin de sahibi olan Yüce Allah (c.c.) emrini verdi:
“Biz de ‘Ey ateş! İbrâhim’e karşı serin ve esenlik ol!’ dedik.” (Enbiyâ, 21/69)
Ateş, yakma vasfını unuttu. Allah’ın Halil’i (Dostu) için bir gül bahçesine, serin ve esenlik dolu bir yere dönüştü. Bu, tevhidi seçen bir kulun, bütün dünyaya karşı gelse bile Allah’ın yardımıyla nasıl kurtulacağının en büyük isbatıydı.
6. Bölüm: Hicret, Tevekkül ve Zemzem
Bu büyük mucizeden sonra dahi kavmi iman etmeyince, Hz. İbrâhim (a.s.) hicret etmeye karar verdi. Beraberinde iman edenler, eşi Hz. Sâre (r.a.) ve yeğeni Hz. Lût (a.s.) vardı. “Ben Rabbime gidiyorum. O, bana yol gösterecektir” (Sâffât, 37/99) diyerek yola çıktı.
Önce Harran’a, oradan Kenan diyarına (Filistin) ve Mısır’a gittiler. Mısır’da yaşadıkları imtihanlardan sonra (Hz. Sâre’nin Allah tarafından korunması hadisesi), Mısır hükümdarı, Hz. Sâre’ye hizmet etmesi için Hz. Hacer’i (r.a.) hediye etti.
Yıllar geçmiş, Hz. İbrâhim’in (a.s.) ve Hz. Sâre’nin (r.a.) yaşları ilerlemiş, ancak bir evlatları olmamıştı. Hz. Sâre (r.a.), neslinin devam etmesi için büyük bir fedakârlıkla, Hz. Hacer’i (r.a.) eşine nikâhlamayı teklif etti. Bu evlilikten Hz. İsmail (a.s.) dünyaya geldi.
Hz. İsmail (a.s.) henüz kundağında bir bebekken, ilahî bir emir geldi. Hz. İbrâhim (a.s.), eşi Hacer’i ve oğlu İsmail’i alıp, “ekin bitmez bir vadiye”, yani o zamanlar kimsenin yaşamadığı çorak Mekke vadisine götürdü. Onları Kâbe’nin bulunduğu yere bıraktı. Yanlarına az bir su ve biraz hurma koydu.
Hz. Hacer (r.a.), eşinin arkasından sordu: “Bizi bu ıssız vadide kime bırakıp gidiyorsun?” Hz. İbrâhim (a.s.) cevap vermedi. Hz. Hacer (r.a.) anladı ve o muazzam tevekkül sorusunu sordu: “Bunu sana Allah mı emretti?” Hz. İbrâhim (a.s.) “Evet” deyince, Hz. Hacer’in (r.a.) kalbi mutmain oldu: “Öyleyse Rabbim bizi zayi etmez!”
Hz. İbrâhim (a.s.) oradan ayrılırken, kalbi evladı ve eşi için dua ile doluydu:
“Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.” (İbrâhîm, 14/37)1
Azıkları tükenince Hz. Hacer (r.a.), oğlu için su aramaya başladı. Safâ ve Merve tepeleri arasında yedi defa koştu (Hac’daki Sa’y ibadetinin aslı budur). Sonunda, Cebrail’in (a.s.) yardımıyla, Hz. İsmail’in (a.s.) ayağının dibinden mübarek Zemzem suyu fışkırdı. Bu su, sadece onların hayatını kurtarmakla kalmadı, Cürhümî kabilesinin oraya yerleşmesine ve Mekke şehrinin kurulmasına vesile oldu.
7. Bölüm: En Büyük İmtihan: Kurban
Hz. İsmail (a.s.) büyümüş, babasıyla birlikte gezip dolaşacak çağa gelmişti. Hz. İbrâhim (a.s.), oğluna olan sevgisiyle dolu bir haldeyken, Allah (c.c.) onu bir kez daha, belki de imtihanların en ağırı ile sınadı. Rüyasında, biricik oğlunu kurban ettiğini gördü. Peygamberlerin rüyası vahiydir.
Bu, “Halil” (Dost) makamının isbatı olacaktı. Allah’ın dostluğu, O’nun emri ile evlat sevgisi arasında bir tercih anı gerektiriyordu. Hz. İbrâhim (a.s.) tereddüt etmedi, durumu oğluna açtı. Bu, baba ile oğul arasındaki teslimiyetin zirvesidir:
“Çocuk, babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince, ‘Yavrucuğum! Ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Bak bakalım, ne dersin?’ dedi. O da, ‘Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Sâffât, 37/102)
Baba da, oğul da Allah’ın emrine tam teslim olmuştu. Tefsirler, şeytanın bu süreçte her ikisine de vesvese vermeye çalıştığını, ancak onların şeytanı taşlayarak reddettiğini anlatır (Hac’daki şeytan taşlamanın aslı).
Hz. İbrâhim (a.s.) oğlunu yatırdı ve bıçağı boynuna dayadı. Fakat bıçak, Allah’ın emriyle kesmedi. Tam o anda, gökten bir nida geldi:
“Bize, ‘Ey İbrâhim!’ diye seslendik.” (Sâffât, 37/104)
“Rüyayı gerçekleştirdin. Şüphesiz biz, iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.” (Sâffât, 37/105)
“Şüphesiz bu, apaçık bir imtihandı.” (Sâffât, 37/106)
“Biz, (oğlunun yerine) ona büyük bir kurbanlık (koç) verdik.” (Sâffât, 37/107)
Hz. İbrâhim (a.s.), Allah’ın emrini her şeyin üstünde tutarak “Halil” olduğunu ispatlamış, Hz. İsmail (a.s.) ise sabrederek “Zebîhullah” (Allah için kurban olmaya teslim olan) olmuştur.
8. Bölüm: Kâbe’nin İnşası ve Hz. İshak’ın Müjdesi
Bu büyük imtihanların ardından Allah (c.c.), Hz. İbrâhim’e (a.s.) yeryüzündeki ilk mabed olan Kâbe’nin temellerini yükseltme vazifesi verdi. Baba-oğul, büyük bir şevkle Beytullah’ı (Allah’ın Evi) inşa ettiler. Taşları taşırken dillerinde şu dua vardı:
“Hani İbrâhim, İsmâil ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ diyorlardı.” (Bakara, 2/127)
İnşaat bitince, Hz. İbrâhim’e (a.s.) insanları Hac için çağırması emredildi.
Yüce Allah (c.c.), bu sadakatine karşılık ona bir müjde daha verdi. Melekler, Lût kavmini helak etmek üzere insan suretinde geldiklerinde, önce Hz. İbrâhim’e (a.s.) uğradılar. Ona ikramda bulundu. Melekler, hem Lût kavminin durumunu haber verdiler hem de yaşlı olan Hz. İbrâhim (a.s.) ile Hz. Sâre’ye (r.a.) müjdeyi verdiler:
“Biz de ona, İshak’ı müjdeledik; İshak’ın ardından da Yakub’u.” (Hûd, 11/71)
Hz. Sâre (r.a.) bu duruma hayret etse de, Allah’ın rahmeti tecelli etti ve Hz. İshak (a.s.) dünyaya geldi. Böylece Hz. İbrâhim (a.s.), hem Hz. İsmail’in (a.s.) (Arapların ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) atası) hem de Hz. İshak’ın (a.s.) (İsrailoğulları peygamberlerinin atası) babası oldu.
Sonuç: Ebedî Miras
Hz. İbrâhim (a.s.), hayatını tevhide adamış, Allah’ın (c.c.) “dostum” dediği müstesna bir peygamberdir. Yüce Allah (c.c.), onun bu eşsiz teslimiyetini şöyle övmüştür:
“Hani Rabbi ona, ‘Teslim ol’ demişti. O da, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” (Bakara, 2/131)
O, bizlere aklı kullanarak Allah’ı bulmayı, ateşe atılma pahasına haktan taviz vermemeyi, en sevdiklerimizden bile Allah için vazgeçebilmeyi (kurban) ve çorak bir vadiye evladını bırakacak kadar Rabbine tevekkül etmeyi öğretti.
Onun mirası “Millet-i İbrâhim” yani Hanîf dinidir; bütün peygamberlerin ortak mesajı olan İslam’dır. O, bugün Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kenan diyarında (El-Halil şehri) medfundur.
Allah (c.c.) bizleri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ve atası Hz. İbrâhim’in (a.s.) yolundan ayırmasın. Âmin.
************
KISSA-İ LÛT (A.S.): İBRET DOLU BİR HELÂK HİKÂYESİ
1. Bölüm: İman Yurdundan Fesat Diyarına
Hz. Lût (a.s.), peygamberler atası olarak bilinen Hz. İbrahim’in (a.s.) yeğeniydi. Henüz peygamberlik vazifesi verilmeden evvel, Bâbil’in Nemrut zulmünden bunalan amcası Hz. İbrahim’e ilk iman edenler arasında yer almış, onunla birlikte o ateş diyarından hicret etme şerefini paylaşmıştı. Bu kutlu yolculuk onları Harran’a, oradan da Filistin ve Mısır’a götürmüştü.
Hz. İbrahim (a.s.) ile bir müddet Kenan diyarında kaldıktan sonra, ilâhî bir vazifelendirme ile yolları ayrıldı. Cenâb-ı Hak, Hz. Lût’u (a.s.) peygamber olarak seçmiş ve onu, Şeria (Ürdün) Nehri havzasında, bugün Lût Gölü (Ölü Deniz) olarak bilinen bölgenin yakınlarında kurulmuş olan Sodom (Sedûm) ve Gomore (Amûre) şehirlerine göndermişti.
Bu şehirler, tabiatın bütün cömertliğini sunduğu, bağları bahçeleri bol, zengin bir bölgeydi. Fakat bu zenginlik, onların kalplerini şımartmış, ruhlarını kirletmişti.
2. Bölüm: Dünyada İlk Cürüm ve Davetin Başlangıcı
Sodom halkı, İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre, yeryüzünde daha evvel hiçbir mahlûkatın işlemediği korkunç bir cürmü, görülmemiş bir hayâsızlığı (fâhişe) âdet edinmişti. Bolluk ve refah onları azdırmış, fıtrata (yaratılış yapısına) aykırı bu çirkin fiili açıkça, hatta övünerek yapar hale gelmişlerdi. Yol kesiyor, meclislerinde türlü ahlâksızlıkları işliyor ve gariplere, yolculara zulmediyorlardı.
Hz. Lût (a.s.), bu sapkın kavmin içine bir güneş gibi doğdu. Onları en şefkatli, fakat en net üslûpla uyardı:
“Ben size gönderilmiş emin (güvenilir) bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”
Hz. Lût (a.s.), onları doğrudan işledikleri o büyük günah üzerinden tenkit etti. Kur’ân-ı Kerîm, bu daveti şöyle haber verir:
“Hani Lût da kavmine şöyle demişti: ‘Gerçekten siz, sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz! (Bu ilâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?’ Kavminin cevabı ise, ‘Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah’ın azabını getir bize!’ demekten başka bir şey olmadı.” (Ankebût Sûresi, 28-29. Âyetler -Meali)
Onlar, bu çirkin fiili o kadar benimsemişlerdi ki, Hz. Lût’un (a.s.) temizlik ve iffet davetini bir ayıp, bir “farklılık” olarak gördüler.
3. Bölüm: Tufan Gibi Yükselen İnkâr
Yıllar geçti. Hz. Lût (a.s.) usanmadan, bıkmadan tebliğine devam etti. Onları Allah’ın azabıyla korkuttu, fıtrata dönmeye davet etti. Fakat kavmin kalpleri mühürlenmişti.
Onların cevabı, alay etmek ve tehdit etmekten ibaretti. Tebliğ karşısında o kadar küstahlaştılar ki, Hz. Lût’u (a.s.) ve ona iman eden az sayıdaki ailesini (iki kızı) aralarında istemediler.
“Kavminin cevabı, ‘Onları (Lût’u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın; çünkü onlar (sözde) temiz kalmak isteyen kimselermiş!’ demekten başka olmadı.” (A’râf Sûresi, 82. Âyet – Meali)
Bu cevap, ahlâkî bir çöküntünün zirvesiydi. İffeti ve temizliği “suç” olarak görüyorlardı. Hz. Lût’un (a.s.) sabrı tükenme noktasına geldiğinde, artık onlardan ümidini kesince, ellerini Rabbine açtı.
“Lût, ‘Ey Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı bana yardım et!’ dedi.” (Ankebût Sûresi, 30. Âyet – Meali)
Bu dua, helâk kararının icra edilme vaktinin geldiğini ilan ediyordu.
4. Bölüm: İmtihan Gecesi ve Melek Misafirler
Cenâb-ı Hak, duayı kabul etmiş ve azap meleklerini (Hz. Cebrail, Mikail ve İsrafil olduğu rivayet edilir) vazifelendirmişti. Bu melekler, önce insan suretinde Hz. İbrahim’e (a.s.) misafir oldular. Ona Hz. İshak’ın (a.s.) müjdesini verdikten sonra, asıl vazifelerini açıkladılar: Lût kavmini helâk etmek.
Hz. İbrahim (a.s.), o şefkatli yüreğiyle, “Ama orada Lût var!” diyerek onlar için af dilemeye çalıştı. Fakat melekler, “Biz orada kimlerin olduğunu daha iyi biliriz. Kararı kesindir” cevabını verdiler.
Melekler, yakışıklı genç delikanlılar suretinde, akşam vakti Sodom’a ulaştılar. Şehrin girişinde Hz. Lût (a.s.) ile karşılaştılar. Hz. Lût (a.s.), kavminin sapkınlığını bildiği için, bu “misafirleri” görünce kalbi sıkıştı, büyük bir keder ve endişe duydu. Onların melek olduğunu bilmiyor, onları koruyamayacağından korkuyordu. Kur’ân-ı Kerîm o anı şöyle tasvir eder:
“Elçilerimiz Lût’a gelince, Lût onların gelişinden dolayı kaygılandı, onlar yüzünden göğsü daraldı ve ‘Bu, çetin bir gündür’ dedi.” (Hûd Sûresi, 77. Âyet – Meali)
Hz. Lût (a.s.), misafirlerini kimseye göstermeden evine almaya çalıştı. Ancak Hz. Lût’un (a.s.) hanımı, iman etmemiş, kavminin o çirkin fiillerine içten içe taraftar olan bir kadındı. Bu durumu hemen dışarıdaki sapkınlara haber verdi.
5. Bölüm: Zirveye Çıkan Hayâsızlık
Haber, şehirde bir anda yayıldı. Gözü dönmüş Sodom halkı, “müjde” almış gibi sevinerek evi kuşattı. Kapıya dayandılar ve misafirlerin kendilerine teslim edilmesini istediler.
Hz. Lût (a.s.), bir peygamberin misafirine uzanacak eli durdurmak için son bir gayretle yalvardı. İnsanlık onuru adına, misafir şerefi adına onlara seslendi:
“Kavmi, koşarak onun yanına geldi. Zaten onlar önceden de o kötü işleri yapıyorlardı. Lût, ‘Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin). Onlar sizin için daha temizdirler. Allah’tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde (bu kötülüğü engelleyecek) aklı başında bir adam yok mu!’ dedi.” (Hûd Sûresi, 78. Âyet – Meali)
Hz. Lût (a.s.), “kızlarım” derken, tefsirlerin çoğunluğuna göre kavminin kadınlarını kastetmiş, onlara fıtrata uygun, helal nikâh yolunu göstermişti. Fakat onlar tamamen körleşmişlerdi.
“Dediler ki: ‘Bizim, senin kızlarında bir hakkımız olmadığını (onlarla evlenmek istemediğimizi) iyi bilirsin. Sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin.’ Lût, ‘Keşke size karşı bir gücüm olsaydı veya güçlü bir sığınağa (kaleye, aşirete) dayanabilseydim!’ dedi.” (Hûd Sûresi, 79-80. Âyetler – Meali)
Hz. Lût (a.s.), beşerî olarak çaresizliğin zirvesine ulaştığı, “Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı” dediği anda, misafirler kimliklerini açıkladı.
“(Misafirler) şöyle dediler: ‘Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar…'” (Hûd Sûresi, 81. Âyet – Meali)
Rivayete göre Cebrail (a.s.), dışarıdaki azgın kalabalığa bir kanat darbesiyle (veya elinin bir işaretiyle) vurdu ve kapıdakilerin gözleri kör oldu. Birbirlerine çarparak, ne olduğunu anlayamadan dağıldılar.
6. Bölüm: İlâhî Azap ve Kurtuluş Vakti
Melekler, Hz. Lût’a (a.s.) son emri verdiler:
“…Hemen gecenin bir vaktinde ailenle (sana inananlarla) yola çık. Karından başka sizden hiç kimse geri kalmasın (geriye bakmasın). Çünkü onlara isabet edecek olan azap, şüphesiz ona da isabet edecektir. Onların helâk zamanı sabaha yakındır. Sabah yakın değil mi?'” (Hûd Sûresi, 81. Âyet – Meali)
Hz. Lût (a.s.) ve ona iman eden iki kızı (ve rivayetlere göre çok az sayıda inanan), zifiri karanlıkta, seher vakti şehri terk ettiler. Arkalarına bakmaları kesinlikle yasaklanmıştı. Çünkü görecekleri manzara dehşet vericiydi.
Sabah vakti, güneş doğarken ilâhî emir infaz edildi.
O mamur şehirlerin, o güzelim bağ ve bahçelerin “altı üstüne” getirildi. Cebrail (a.s.) o bölgeyi kanadıyla kökünden söküp göğe yükselttiği ve ters çevirip yere vurduğu tefsirlerde zikredilir.
“Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik. Üzerlerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan (siccîl) taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (Hûd Sûresi, 82-83. Âyetler – Meali)
Gökyüzünden, her bir kâfirin adına işaretlenmiş, kızgın taşlar yağmur gibi yağdı. O zengin ve şımarık kavim, çirkin fiilleriyle birlikte yerin dibine geçti.
Hz. Lût’un (a.s.) karısı, kavmine olan bağlılığı ve ihaneti sebebiyle emre uymamış, geriye dönüp bakmıştı. Rivayete göre o da, “Vah kavmim!” diye seslenmiş ve başına isabet eden bir taşla helâk olanların arasına katılmıştı.
7. Bölüm: Geride Kalan İbret
Hz. Lût (a.s.) ve ailesi kurtulduktan sonra amcası Hz. İbrahim’in (a.s.) yanına döndü. Helâk olan bölge ise, kokuşmuş suların ve cansız toprağın olduğu bir göle, “Lût Gölü”ne (Ölü Deniz) dönüştü.
Kur’ân-ı Kerîm, bu kıssayı defalarca hatırlatır ve o bölgenin hâlâ bir ibret vesikası olarak durduğunu belirtir:
“Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için o memleketten geriye apaçık bir nişâne bırakmışızdır.” (Ankebût Sûresi, 35. Âyet – Meali)
Hz. Lût’un (a.s.) hikâyesi, fıtrata (yaratılışın temel yapısına) aykırı hareket etmenin, ilâhî sınırlara isyan etmenin ve bir peygamberin davetine karşı küstahça direnmenin ne kadar korkunç bir sonuca yol açtığını gösteren en dehşetli kıssalardan biridir. Aynı zamanda, en zor şartlarda bile imandan, iffetten ve tebliğden vazgeçmemenin, sabrın ve Allah’a sığınmanın bir kurtuluş müjdesi olduğunu bizlere öğretir.
********
Teslimiyetin ve Sabrın Mübarek Timsâli: Hz. İsmâîl (a.s.)
Ulu’l-azm peygamberlerden olan Halîlullah (Allah’ın Dostu) Hz. İbrâhim (a.s.), tabiat kanunları açısından artık evlat sahibi olmasının zorlaştığı bir devrede, Salih bir evlat için Rabbine duâ etmişti. Onun saliha zevcesi Hz. Sâre (r.anha) de, kocasının bu derûnî arzusunu biliyordu. İleri yaşına rağmen evladı olmayan Hz. Sâre, büyük bir fazilet ve fedakârlık timsâli göstererek, hizmetlerinde bulunan Hz. Hâcer’i (r.anha) eşine zevce olarak takdim etti. Bu evlilikten murâd-ı ilâhî tecellî etti ve Hz. İbrâhim’in (a.s.) hanesini bir nur topu aydınlattı.
Ona, “Allah işitti” mânâsına gelen “İsmâîl” adını verdiler. Zira Cenâb-ı Hak, Halîl’inin o yalnız ve derûnî yakarışlarını işitmiş ve ona bir cevap lütfetmişti.
I. Mekke Çöllerinde Bir Anne ve Bir Bebek: Tevekkülün Zirvesi
Hz. İsmâîl henüz kucakta bir bebekken, Hz. İbrâhim (a.s.) ilâhî bir emir aldı. Bu emir, zevcesi Hâcer’i ve oğlu İsmâîl’i alıp, o vakitler kimsenin bulunmadığı, ekin bitmeyen, susuz ve ıssız bir vadiye götürmesini bildiriyordu.
Hz. İbrâhim (a.s.), bu emre tam bir teslimiyetle boyun eğdi. Hz. Hâcer ve kucağındaki Hz. İsmâîl ile birlikte yola koyuldu. Bugün Kâbe’nin bulunduğu yere geldiklerinde, yanlarına az bir miktar su ve bir dağarcık hurma bıraktı. Sonra, kalbi Hâcer ve İsmâîl’de kalarak, geldiği yöne doğru geri dönmeye başladı.
Hz. Hâcer, bu ıssız ve korkutucu vadide yalnız bırakılmalarının hikmetini anlayamamıştı. Arkasından seslendi: “Ey İbrâhim! Bizi bu ekin bitmez, kimsesiz vadide bırakıp nereye gidiyorsun?”
Hz. İbrâhim (a.s.) cevap vermedi. Yüreği yanıyordu ama ilâhî emre zıt bir iş yapamazdı. Hz. Hâcer validemiz tekrar tekrar seslendi. Cevap alamayınca, meselenin derûnî yönünü kavradı ve o mübarek soruyu sordu:
“Bunu sana Allah mı emretti?”
Hz. İbrâhim (a.s.) sadece, “Evet” diye cevap verdi.
Bu cevabı duyan Saliha kadın, tevekkülün ve teslimiyetin zirvesini gösteren şu tarihî sözü söyledi:
“Öyleyse git. Rabbim bizi zâyi etmeyecektir (bize kâfidir).”
Hz. İbrâhim (a.s.), onlardan biraz uzaklaşıp bir tepenin ardında gözden kaybolunca, ellerini semâya kaldırdı ve Kâbe’nin temellerinin bulunduğu yere bakarak o meşhur duâsını yaptı. Kur’ân-ı Kerîm, bu yakarışı şöyle tasvir eder:
“Rabbimiz! Ben çocuklarımı, senin kutsal evinin (Kâbe) yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.” (İbrâhîm, 14/37)1
II. Bir Medeniyetin Kaynağı: Zemzem
Hz. Hâcer, yanındaki az miktardaki su ve hurma tükeninceye kadar bebeği İsmâîl’i emzirdi. Ancak çok geçmeden su bitti, sütü kesildi. Küçük İsmâîl susuzluktan ağlamaya, toprağı eşelemeye başladı.
Bir annenin evladının bu hâlini görmesi, onun için en büyük ızdıraptı. Hz. Hâcer, bir umutla su veya bir insan gölgesi aramak için en yakındaki Safâ tepesine çıktı. Vadiye baktı, kimse yoktu. Hızla inip Merve tepesine koştu. Oraya çıktı, etrafa bakındı. Yine kimseyi göremedi.
Bu iki tepe arasında, evladı için çırpınan bir annenin telaşıyla yedi defa gidip geldi (Sa’y). Son kez Merve tepesine çıktığında, bir ses işitti. Önce kendini dinledi, sonra “Ey ses sahibi! Sesini duyurdun, eğer bir yardımın olacaksa (acele et)” diye seslendi.
O anda, bebeğin bulunduğu yerde, Cibrîl-i Emîn’i (a.s.) gördü. Cibrîl (a.s.), topuğuyla (veya bir rivayette kanadıyla) toprağı eşeledi. O kupkuru yerden, berrak, tatlı ve mübarek bir su fışkırmaya başladı.
Hz. Hâcer, bu ilâhî ikram karşısında hem şaşırdı hem sevindi. Bir yandan kana kana içiyor, bir yandan da akıp gitmesin diye suyun etrafını kumla çeviriyor ve “Zem! Zem!” (Dur! Dur!) diyordu.
Allah Resûlü (s.a.v.) bu hadiseyi anlatırken şöyle buyurmuştur: “Allah, İsmâîl’in annesi Hâcer’e rahmet etsin! Eğer o, suyu (toprakla çevirmeyip) serbest bıraksaydı, muhakkak Zemzem, akar bir pınar olurdu.”
Bu mübarek su, sadece bir bebeğin hayatını kurtarmakla kalmadı; aynı zamanda bir medeniyetin tohumunu attı. Gökyüzünde uçan kuşlar, suyun bulunduğu yerde dönmeye başlayınca, Yemen taraflarından gelen Cürhüm kabilesi bu durumu fark etti. Kuşların olduğu yerde hayat olduğunu biliyorlardı. Gelip Hz. Hâcer’den izin istediler. Hz. Hâcer, suyun mülkiyetinin kendisinde kalması şartıyla yerleşmelerine müsaade etti.
Böylece Hz. İsmâîl (a.s.), bu Arap kabilesinin içinde büyüdü. Onlardan fasih Arapçayı öğrendi ve onlardan bir kızla evlendi. O, “Arab-ı Musta’ribe” (Sonradan Araplaşanlar) olarak bilinen neslin atası oldu.
III. Tarihin En Büyük İmtihanı: Kurban Hadisesi
Hz. İbrâhim (a.s.), zaman zaman ailesini ziyarete geliyordu. Hz. İsmâîl (a.s.), babasıyla birlikte koşup oynayacak çağa gelmişti. Babasının hasretiyle büyüyen bu Salih evlat, babasına son derece bağlıydı.
Bir gece Hz. İbrâhim (a.s.), bir rüya gördü. Rüyasında, biricik oğlu İsmâîl’i kurban ediyordu. Peygamberlerin rüyası vahiydir. Bu, Cenâb-ı Hak’tan gelen açık bir emirdi. Bu, bir babanın dünyada karşılaşabileceği en çetin, en ağır imtihandı.
Hz. İbrâhim (a.s.), Halîl (Dost) unvanına yaraşır bir teslimiyetle, durumu oğluna açtı. Tefsir kaynakları, bu muazzam diyaloğu nakleder. Kur’ân-ı Kerîm, bu babayı ve bu evladı şöyle anlatır:
“Çocuk, kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrâhim ona, ‘Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?’ dedi. O da, ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Sâffât, 37/102)
Hz. İsmâîl (a.s.) tereddüt etmedi. “Babacığım, neden?” diye sormadı. “Beni sabredenlerden bulacaksın” diyerek, emrin Allah’tan geldiğini biliyor ve bu imtihanda babasını yalnız bırakmıyordu.
Baba-oğul, bu ağır emri yerine getirmek için Minâ istikametine doğru yola çıktılar. Rivayetlere göre, şeytan bu teslimiyeti bozmak için üç defa onların karşısına çıktı. Önce Hz. İbrâhim’i, sonra Hz. Hâcer’i ve son olarak da Hz. İsmâîl’i vesveseyle yoldan çıkarmaya çalıştı. Lâkin her biri, şeytanı taşlayarak (bugün hacda yapılan şeytan taşlamanın aslı budur) Allah’ın emrine olan bağlılıklarını gösterdiler.
Nihayet kurban edilecek yere vardılar. Hz. İsmâîl (a.s.), babasına son bir ricada bulundu: “Babacığım, beni yüzüstü yatır ki, yüzümü görüp de babalık şefkatin galip gelmesin ve emri geciktirmeyesin. Elbisemi de anneme götürürsün, bu ona bir teselli olur.”
Hz. İbrâhim (a.s.), gözyaşları içinde oğlunu alnı üzerine yatırdı ve bıçağı boynuna çaldı.
Bu, teslimiyetin zirve noktasıydı. Bir peygamber, Rabbinin emri uğruna en sevdiği varlığını, ciğerparesini feda ediyordu. Fakat bıçak, Allah’ın emriyle kesmedi. Hz. İbrâhim (a.s.) tekrar denedi, bıçak yine kesmedi. O anda, semâdan bir nidâ (ses) geldi:
“Böylece ikisi de teslim olup, İbrâhim de onu yüzüstü yere yatırınca ona şöyle seslendik: ‘Ey İbrâhim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten apaçık bir imtihandı.’ Biz, (oğlunun yerine) fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik. Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.” (Sâffât, 37/103-108)
Cenâb-ı Hak, onların sadakatini kabul etmişti. Cibrîl (a.s.), semâdan getirdiği bir koçu Hz. İbrâhim’e (a.s.) takdim etti. Bu “Zibh-i Azîm” (Büyük Kurban) idi. Hz. İsmâîl (a.s.) kurtulmuş, imtihan kazanılmıştı.
IV. Kâbe’nin İnşâsı: Baba-Oğul Duâsı
Yıllar geçti. Hz. İbrâhim (a.s.) tekrar Mekke’ye geldiğinde, bu kez Cenâb-ı Hak’tan yeni bir emir almıştı: Tevhîd’in merkezi olacak olan Kâbe’yi, yani “Beytullah”ı (Allah’ın Evi) inşâ etmek.
Yerini Allah’ın gösterdiği, temelleri Hz. Âdem (a.s.) veya daha evvelinden beri var olan bu mübarek binayı, baba-oğul birlikte yükseltmeye başladılar. Hz. İsmâîl (a.s.) taş taşıyor, Hz. İbrâhim (a.s.) de duvarları örüyordu.
Duvarlar yükselip Hz. İbrâhim’in (a.s.) boyunu aşınca, Hz. İsmâîl (a.s.) bir taş getirdi. Hz. İbrâhim (a.s.) bu taşa basarak duvarları örmeye devam etti. İşte o taş, bugün “Makâm-ı İbrâhim” olarak bilinen ve üzerinde Hz. İbrâhim’in (a.s.) mübarek ayak izlerinin nişânesi bulunan taştır.
Onlar sadece bir bina değil, kıyâmete kadar gelecek mü’minlerin kıblesi olacak bir mâbed inşâ ediyorlardı. Bu şerefli işi yaparken, dilleri duâdaydı:
“Hani İbrâhim, İsmâîl ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ diyorlardı. ‘Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini göster, tevbemizi kabul et. Şüphesiz sen, tevbeleri çok kabul edensin, çok merhametlisin. Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara senin âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.'” (Bakara, 2/127-129)
Allah (c.c.), onların bu duâsını asırlar sonra kabul etti. Hz. İsmâîl’in (a.s.) soyundan, o mübarek beldeden, Âlemlere Rahmet olan Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) gönderdi.
V. Vefâtı ve Mirâsı
Hz. İsmâîl (a.s.), Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen peygamberlerdendir. O, sadece bir peygamber babası veya peygamber atası değil, aynı zamanda kendisi de bir Nebî ve Rasûl idi. Cenâb-ı Hak, onun en mühim vasfını şöyle zikreder:
“(Ey Muhammed!) Kitapta İsmâîl’i de an. Şüphesiz o, sözünde duran bir kimse idi, bir rasûl, bir nebî idi. Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbinin katında da rızaya ermişti.” (Meryem, 19/54-55)
O, “sâdiku’l-va’d” idi; verdiği sözde duran, ahdine sâdık bir peygamberdi. Kurban hadisesinde Rabbine verdiği “beni sabredenlerden bulacaksın” sözüne sâdık kalmıştı.
Hz. İsmâîl (a.s.), rivayetlere göre 130 küsur yıl hayat sürmüş, babasından sonra Kâbe’nin hizmetini (sidâne) üstlenmiş ve Hicaz bölgesindeki insanlara tevhîd akîdesini tebliğ etmiştir. Vefât ettiğinde, annesi Hz. Hâcer’in de medfûn bulunduğu Kâbe’nin yanına, “Hicr-i İsmâîl” (Hatîm) denilen bölgeye defnedilmiştir.
Hz. İsmâîl’in (a.s.) hayatı; sabrın, tevekkülün, Allah’ın emrine kayıtsız şartsız teslimiyetin ve evlat sadakatinin en parlak misallerinden biridir.
***********
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bir Sabır Müjdesi, Bir Bereket Silsilesi: Hazret-i İshâk Aleyhisselâm
Kâbe’nin Hâdimi, Halîlullâh (Allah’ın Dostu) makamının sahibi, Tevhid sancağının büyük peygamberi Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), hayatını tek bir gayeye adamıştı: İnsanları putların esaretinden kurtarıp, Âlemlerin Rabbi olan Tek Allah’a ibadete davet etmek. Bu yolda ateşlere atılmış, yurdundan sürülmüş, evladını kurban etmesi emredilerek en çetin imtihanlardan geçmişti.
Onunla birlikte bu mübarek yolda yürüyen, sadakatin ve teslimiyetin en güzel misallerinden biri olan zevcesi Hazret-i Sâre vardı. Yıllar yılları kovalamış, Hazret-i İbrahim (as) ve Hazret-i Sâre (r.anha) ihtiyarlık çağına gelmişlerdi. Zahiri sebeplere nazar edildiğinde, bir evlat sahibi olmaları artık mümkün görünmüyordu. Fakat onlar, sebeplerin ötesinde, her şeye kâdir olan Allah’ın (celle celâluhu) rahmetinden ümitlerini hiç kesmemişlerdi.
Meleklerin Getirdiği Hayret Verici Müjde
Hazret-i İbrahim (as), misafiri çok seven, ikramı bol bir peygamberdi. Bir gün, tanımadığı bir grup misafir evine geldi. Hazret-i İbrahim (as) onları hemen buyur etti ve kendilerine ziyafet hazırlamak için aceleyle bir buzağı kesip kızarttı. Yemeği önlerine koyduğunda, misafirlerin yemeğe hiç el uzatmadıklarını fark etti.
Bu durum, o devrin âdetlerine göre bir düşmanlık alameti olabilirdi. Hazret-i İbrahim’in (as) içine bir korku düştü. Onun bu halini sezen misafirler, derhal kimliklerini açıkladılar:
“Korkma!” dediler. Onlar, insan suretine girmiş meleklerdi. İki mühim vazife için gelmişlerdi: Birincisi, azgınlaşan Lût kavmini helâk etmek; ikincisi ise Hazret-i İbrahim (as) ve Hazret-i Sâre’ye (r.anha) o hayret verici müjdeyi vermekti.
Kur’ân-ı Kerîm, bu hadiseyi şöyle tasvir eder:
“(İbrahim, misafirlerin) yemediklerini görünce, onlardan dolayı içine bir korku düştü. ‘Korkma’ dediler ve ona bilgin bir oğul müjdelediler. Bunun üzerine karısı bir çığlık atarak (elini yüzüne) vurup: ‘Ben kısır bir kocakarıyım!’ dedi. Onlar: ‘Rabbin böyle buyurdu. Şüphesiz O, hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir’ dediler.” (Zâriyât Sûresi, 28-30)
Başka bir Sûre-i Celîle’de, o anda perde arkasında hizmette duran Hazret-i Sâre’nin (r.anha) tepkisi daha tafsilatlı anlatılır:
“Ayakta durmakta olan karısı (Sâre) gülümseyiverdi. Biz de ona İshak’ı, İshak’ın ardından da Ya’kûb’u müjdeledik. Karısı: ‘Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!’ dedi. Melekler dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.'” (Hûd Sûresi, 71-73)
Bu müjde, sadece bir evlat müjdesi değildi; aynı zamanda o evladın (İshâk’ın) soyundan da Hazret-i Yakûb (as) gibi bir peygamberin geleceğinin müjdesiydi. Bu, bereketli bir peygamberler silsilesinin haberiydi. Hazret-i Sâre’nin hayreti, Allah’ın kudretinden şüphe ettiği için değil, O’nun âdetullah (tabiat kanunları) dışındaki bu muazzam lütfu karşısındaki beşerî şaşkınlığının bir ifadesiydi.
Kurban Hadisesi ve İshâk (as) Bağlantısı
Hazret-i İbrahim’in (as) imtihanlarının en büyüğü, rüyasında oğlunu kurban etmesinin emredilmesiydi. İslâm âlimlerinin ve müfessirlerin büyük çoğunluğu, Kur’ân-ı Kerîm’deki ayetlerin işaretlerine ve sahih rivayetlere dayanarak kurban edilmesi emredilen evladın, Mekke’de kalan ilk oğlu Hazret-i İsmail (as) olduğu görüşündedir.
Ancak bazı tefsir kaynaklarında ve Ehl-i Kitap rivayetlerinde bu hadisenin Hazret-i İshâk (as) ile ilgili olduğu zikredilir. Lakin İslâmî kaynaklarda kuvvetli olan görüş, kurban kıssasının Hazret-i İsmail (as) ile ilgili olduğudur. Hatta bazı müfessirler, Hûd Sûresi’ndeki ayeti (İshâk’ın ardından Yakûb’u müjdeledik) delil getirirler: Allah Teâlâ, Hazret-i İshâk’ı (as) ve onun soyundan gelecek Hazret-i Yakûb’u (as) daha o doğmadan müjdelemişti. Gelecekte soyu devam edecek biri için kurban emrinin verilmesi, bu açıdan bir zıtlık teşkil edebilirdi.
Kuvvetli görüşe göre; Hazret-i İbrahim (as), Hazret-i İsmail (as) ile olan o büyük teslimiyet imtihanını kazandıktan sonra, Allah Teâlâ ona ikinci bir lütuf olarak, yaşlılığında Hazret-i Sâre’den (r.anha) Hazret-i İshâk’ı (as) ihsan etmiştir.
Nitekim Sâffât Sûresi’nde, kurban kıssası anlatıldıktan hemen sonra gelen şu ayetler bu bağlantıyı güçlendirir:
“Ona, sâlihlerden bir peygamber olarak İshak’ı müjdeledik. Ona ve İshak’a bereketler indirdik. İkisinin soyundan iyilik yapan da vardı, kendine apaçık zulmeden de vardı.” (Sâffât Sûresi, 112-113)
Velâdeti ve Yetişmesi
İshâk, “gülen, tebessüm eden” manasına gelen bir isimdir. Bu ismin, Hazret-i Sâre’nin (r.anha) müjdeyi aldığındaki tebessümüne veya hayretine bir işaret olduğu rivayet edilir.
Hazret-i İshâk (as), Ken’an diyarında (bugünkü Filistin ve civarı) doğdu. Babası “Halîlullâh” olan bir evde, Tevhid akidesinin merkezinde büyüdü. Ağabeyi Hazret-i İsmail (as) Mekke’de Kâbe’nin inşasıyla ve oradaki tebliğ ile vazifeliyken, Hazret-i İshâk (as) da Filistin’deki misyon için hazırlanıyordu.
O, babasından peygamberlik hikmetini, sabrı ve Allah’a tam teslimiyeti öğrendi. Kur’ân-ı Kerîm onu “bilgin bir oğul” (gülâmin alîm) (Zâriyât, 28) ve “sâlihlerden bir peygamber” (Sâffât, 112) olarak tasvir eder.
Evliliği ve Evlatları
Hazret-i İbrahim (as), vefatı yaklaşınca, oğlu İshâk’ın (as) Ken’an diyarındaki putperest kavimlerden bir kızla evlenmesini istemedi. Kendi aslının, iman ehlinin bulunduğu Harran’a (Irak bölgesi) gitmesini ve oradan bir zevce almasını arzu etti.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarındaki rivayetlere göre, Hazret-i İshâk (as), babasının bu arzusu üzerine (veya babasının vekili vasıtasıyla) dayısının kızı olan Refika (Rebecca) Hanım ile evlendi.
Tıpkı annesi Hazret-i Sâre (r.anha) gibi, Hazret-i Refika’nın (r.anha) da bir müddet evladı olmadı. Hazret-i İshâk (as), Allah’a (cc) dua etti ve bu duanın bereketiyle Refika Hanım hamile kaldı. İkiz evlatları dünyaya geldi: İys (Esav) ve Yakûb (as).
Hazret-i Yakûb (as), babasının ve dedesinin peygamberlik mirasını devam ettirecek olan seçilmiş evlattı. Onun lakabı “İsrâîl” (Allah’ın kulu veya Allah ile yürüyen) idi. Bu sebeple, Hazret-i İshâk (as) ve oğlu Hazret-i Yakûb (as) vasıtasıyla gelen peygamberler soyuna “Benî İsrâîl” (İsrâiloğulları) denilmiştir.
Nübüvveti (Peygamberliği) ve Tebliği
Hazret-i İshâk (as), babası Hazret-i İbrahim’in (as) vefatından sonra Ken’an (Şam/Filistin) bölgesinde peygamber olarak vazifelendirildi. O, yeni bir din getirmedi; dedesi İbrahim’in (as) “Hanîf” dini olan, Allah’ın birliği (Tevhid) inancını insanlara tebliğ etmeye devam etti.
Onun vazifesi, babasının yaktığı iman meşalesini o bölgede canlı tutmak, insanları putperestliğin karanlığından kurtarmak ve babasının mirasına sahip çıkmaktı. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu şerefli mevkiini şöyle beyan eder:
“Biz ona (İbrahim’e) İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u da armağan ettik. Hepsini hidayete erdirdik…” (En’âm Sûresi, 84)
Hazret-i İshâk (as), babası ve kardeşiyle birlikte, Allah’a teslimiyetin sembol isimlerinden biri olmuştur. Vefat vakti yaklaştığında, Hazret-i Yakûb’un (as) evlatlarına (yani torunlarına) ettiği vasiyet, bu mübarek silsilenin gayesini özetler:
“Yoksa siz Yakub’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına, ‘Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?’ dediği, onların da, ‘Senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a ibadet edeceğiz; bizler O’na teslim olmuşuzdur’ dedikleri zaman orada mı idiniz?” (Bakara Sûresi, 133)
Fazileti ve Mirası
Hazret-i İshâk (as), Kur’ân-ı Kerîm’de sabrı, ilmi, salih ameli ve kuvvetli imanı ile övülür. O, Allah’ın (cc) bir mucizesi olarak dünyaya gelmiş; hayatını Allah’ın (cc) dinini anlatmaya adamış ve kendisinden sonra gelecek binlerce peygamberin (Benî İsrâîl peygamberlerinin) mübarek atası olma şerefine nail olmuştur.
Hazret-i Yûsuf (as), Hazret-i Mûsâ (as), Hazret-i Hârûn (as), Hazret-i Dâvûd (as), Hazret-i Süleymân (as), Hazret-i Zekeriyyâ (as), Hazret-i Yahyâ (as) ve Hazret-i İsâ (as) gibi nice büyük peygamber, onun soyundan gelen nurlu bir zincirin halkalarıdır.
Hazret-i İshâk Aleyhisselâm’ın kıssası; bizlere, zahiri sebepler tükendiğinde bile Allah’ın (cc) rahmetinden ümit kesmemeyi, imtihanlar karşısında sabretmeyi ve Allah’a (cc) tam bir teslimiyetle bağlananların hem dünyada hem de ahirette nasıl bereketli bir mirasla mükâfatlandırılacağını öğretir.
Selâm O’na ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
***********
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Peygamberler silsilesinin mübarek bir halkası, sabrın ve tevekkülün timsali olan Hz. Yâkub’un (a.s.) hayatı, Kur’ân-ı Kerîm’de, bilhassa Yûsuf Sûresi’nde, derin bir hikmet ve ibret muhtevasıyla bizlere takdim edilir. O, “İsrâil” lakabıyla da bilinen, Hz. İshak’ın (a.s.) oğlu ve Halîlullah (Allah’ın Dostu) Hz. İbrâhim’in (a.s.) torunudur.
İşte o mübarek peygamberin, imtihanlarla dolu, lakin her anı Allah’a teslimiyetle bezenmiş hayat hikâyesi:
1. Mübarek Soy ve “İsrâil” Lakabı
Hz. Yâkub, babası Hz. İshak ve annesi Refika’nın evladı olarak Ken’an diyarında dünyaya geldi. Onunla birlikte bir de ikiz kardeşi vardı ki, İslâmî kaynaklarda adı “Îs” (veya Esav) olarak geçer.
Yâkub (a.s.), babası İshak’ın (a.s.) peygamberlik mirasını taşıyacak olan seçilmiş evlattı. “İsrâil” lakabını almasıyla ilgili çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte, en yaygın kabul gören manası “Allah’ın kulu” veya “Allah ile (O’na giden yolda) yürüyen” demektir. Kur’ân-ı Kerîm, ondan ve onun soyundan “Benî İsrâil” (İsrâiloğulları) olarak bahseder. Onun on iki oğlundan gelen nesil, İsrâiloğulları’nın on iki kabilesini (sıbt/esbât) teşkil edecekti.
2. Gurbet, Evlilik ve On İki Oğul (Esbât)
Hz. Yâkub, kardeşi Îs ile aralarında çıkan bir anlaşmazlık (veya tefsirlerde zikredilen bazı hadiseler) üzerine, babasının tavsiyesiyle Ken’an diyarından ayrılarak dayısı Leban’ın yanına, Harran’a (Feddân-ı Arâm) hicret etti.
Burada dayısının kızları Leyâ (Lea) ve Rahel (Rachel) ile evlendi. (O dönemin şeriatında iki kız kardeşle aynı anda evli olmak caizdi; bu hüküm daha sonra Kur’ân-ı Kerîm ile neshedilmiştir). Ayrıca bu iki hanımının câriyeleri (hizmetçileri) olan Bilha ve Zilpa’yı da nikâhına aldı.
Bu dört hanımından toplam on iki oğlu oldu: Rûben (Reuben), Şem’ûn (Simeon), Levî (Levi), Yahûda (Judah), Dân, Naftali, Gad, Âşer (Asher), İssakar (İsakar), Zebûlun (Zebulun), Yûsuf ve Bünyamin.
Bu on iki oğul, “Esbât” (torunlar, kabileler) olarak bilinir ve Hz. Yûsuf dışındaki diğer on biri peygamber olmamakla birlikte, peygamber soyunun ataları olmuşlardır. Hz. Yâkub’un hayatındaki en büyük imtihan silsilesi de bu oğulları, bilhassa en çok sevdiği Hz. Yûsuf ve Bünyamin üzerinden gelecekti.
3. Rüyâ, Hased ve Ayrılığın Başlangıcı
Hz. Yâkub, uzun yıllar Harran’da kaldıktan sonra Allah’ın emriyle zengin bir sürü sahibi olarak ata yurdu Ken’an’a döndü. Oğulları arasında en küçükleri olan, anneleri Rahel’den doğma Yûsuf (a.s.) ile Bünyamin’e karşı apayrı bir muhabbet besliyordu. Yûsuf’un (a.s.) simasındaki peygamberlik nuru ve müstesna ahlâkı, babasının firasetiyle birleşince, bu sevgi daha da derinleşmişti.
Bir gece, küçük Yûsuf (a.s.) hayret verici bir rüyâ gördü. Güneş, ay ve on bir yıldızın kendisine secde ettiğini babasına anlattı. Peygamber firasetine sahip olan Hz. Yâkub, bu rüyânın manasını derhal anladı: Yûsuf, bir gün büyük bir makama erişecek ve bütün ailesi ona hürmet edecekti.
Fakat bu büyük müjdenin, büyük bir imtihanı da beraberinde getireceğini biliyordu. Oğullarının Yûsuf’a karşı besledikleri hasedi (kıskançlığı) seziyordu. Bu sebeple oğlunu şöyle tenbihledi:
“(Babası) şöyle dedi: ‘Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.'” (Yûsuf Sûresi, 5)
Lakin kader tecelli edecekti. Diğer on kardeş, babalarının Yûsuf’a olan sevgisini hazmedemiyorlardı. “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgili” diyerek hasetlerini kinle bilediler. Şeytanın da vesvesesiyle, “Yûsuf’u öldürün veya onu ıssız bir yere atın ki, babanızın teveccühü yalnız size kalsın” diye korkunç bir karar aldılar.
4. “Sabr-ı Cemîl” (Güzel Sabır) İmtihanı
Kardeşleri, bir gün babalarına gelip, “Ey babamız! Yûsuf’u bizimle kıra gönder, oynasın, eğlensin, biz onu mutlaka koruruz” dediler. Hz. Yâkub’un kalbi endişeyle doldu. “Onu götürmeniz beni üzer, siz farkında değilken onu bir kurdun yemesinden korkarım” dedi.
Oğulları ise ısrarcıydı. Neticede Hz. Yâkub, takdire boyun eğerek istemese de izin verdi. Kardeşleri, Yûsuf’u (a.s.) alıp götürdüler ve onu ıssız bir kuyunun dibine attılar.
Akşam olduğunda, ağlayarak babalarının yanına döndüler. Yalandan bir gözyaşı döküyorlardı.
“Akşam vakti babalarına ağlayarak geldiler. Dediler ki: ‘Ey babamız! Biz yarışmak üzere uzaklaşmıştık. Yûsuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Bir de baktık ki onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın.’ Üzerine de sahte bir kan bulaştırılmış olarak Yûsuf’un gömleğini getirdiler.” (Yûsuf Sûresi, 16-18)
Hz. Yâkub, bu sözlere kanmadı. Gömleğe baktı; gömlek sağlamdı ama üzerindeki kan sahteydi. Bir kurdun saldırısında gömleğin parçalanması gerekirdi. Evlatlarının bir hile yaptığını, Yûsuf’una bir zarar verdiklerini anladı.
İşte o an, bir peygamberin ve bir babanın en zor anıydı. Kalbi yanıyordu, lakin o, isyan etmedi. İnsanlara şikâyet edip feryâd ü figân eylemedi. Yüzünü sadece Allah’a döndü ve tarihe geçecek o mübarek sözü söyledi:
“(Ya‘kūb) dedi ki: ‘Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımı istenilecek de ancak Allah’tır.'” (Yûsuf Sûresi, 18)
Bu, “Sabr-ı Cemîl” idi. Yani, içinde şikâyet olmayan, feryat olmayan, rızâ ile bezenmiş en güzel sabır.
5. Hasretin Şiddeti ve Gözlere Düşen Ak
Aradan yıllar geçti. Hz. Yâkub, oğlu Yûsuf’un hasretiyle yanıp tutuşuyordu. Geceleri ağlıyor, gündüzleri bu derdi içinde saklıyordu. Ken’an diyarında kıtlık baş gösterdi. Mısır’da ise, o vakitler kuyudan çıkıp saraya vezir (Aziz) olmuş olan Hz. Yûsuf, hazineleri adaletle yönetiyordu.
Hz. Yâkub, oğullarını (Yûsuf’un öz kardeşi Bünyamin hariç) erzak almaları için Mısır’a gönderdi. Oğulları Mısır’a vardıklarında, Vezir olan kardeşleri Yûsuf’u tanıyamadılar, ama Yûsuf (a.s.) onları tanıdı. Onlara erzak verdi ve bir dahaki sefere öz kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini istedi.
Hz. Yâkub, diğer oğullarına güvenmese de, Allah’tan sağlam bir söz (yemin) alarak Bünyamin’in de onlarla gitmesine izin verdi. Ancak Mısır’da Hz. Yûsuf’un kurduğu bir planla Bünyamin alıkonuldu.
Kardeşleri Ken’an’a dönüp olanları babalarına anlattıklarında, Hz. Yâkub için ikinci bir yıkım oldu. Yûsuf’tan sonra şimdi de Bünyamin kayıptı.
Artık yaşlı bir peygamber olan Hz. Yâkub’un acısı dayanılmaz bir hadde ulaştı. Yûsuf’un hasreti tazelenmişti. Yıllardır içinde tuttuğu kederi, gözyaşlarına dönüştü.
“Onlardan yüz çevirdi, ‘Ah Yûsuf’um ah!’ diye sızlandı ve kederini içinde saklaya saklaya gözlerine ak düştü.” (Yûsuf Sûresi, 84)
Oğullarının “Vallahi sen hâlâ Yûsuf’u anıp duruyorsun” demelerine rağmen o, tevekkülünden zerre kaybetmedi. İmtihan ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın, o Allah’tan ümidini kesmiyordu.
6. “Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesmeyin”
Hz. Yâkub (a.s.), Yûsuf’un acısıyla gözlerini kaybetmişti ama kalp gözü (basireti) açıktı. O, Yûsuf’unun yaşadığını biliyordu. Allah’ın vadine güveniyordu. Oğullarına döndü ve onlara ümitsizliğe karşı şu dersi verdi:
“Dedi ki: ‘Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim. Ey oğullarım! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.'” (Yûsuf Sûresi, 86-87)
Bu, ye’se (ümitsizliğe) düşmenin küfre ne kadar yakın olduğunu gösteren bir peygamber uyarısıydı.
Oğulları tekrar Mısır’a gittiler. Bu defa Hz. Yûsuf (a.s.) onlara kimliğini açıkladı, onları affetti ve “Bünyamin’i ve bu gömleğimi alın, babamın yüzüne sürün, gözleri açılacaktır. Ve bütün ailenizle bana gelin” dedi.
7. Vuslat (Kavuşma) ve Rüyânın Tâbiri
Kafile Mısır’dan ayrılır ayrılmaz, yüzlerce kilometre uzaktaki Ken’an’da, Hz. Yâkub (a.s.) yanındakilere, “Eğer bana bunak demezseniz, (şunu söyleyeyim ki) ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum” dedi (Yûsuf, 94).
Ve müjdeci gelip, Hz. Yûsuf’un gömleğini o mübarek yüze sürdüğü an, bir mucize gerçekleşti. Yıllardır kapalı olan gözleri, Allah’ın izniyle yeniden görmeye başladı.
“Müjdeci gelip gömleği onun yüzüne sürünce, gözleri derhal açılıverdi. Dedi ki: ‘Ben size, “Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim” dememiş miydim?'” (Yûsuf Sûresi, 96)
Oğulları hatalarını itiraf edip af dilediler. Hz. Yâkub da onlar için istiğfar etti.
Ardından bütün aile (Hz. Yâkub, hanımı ve on bir oğlu) Mısır’a göç etti. Hz. Yûsuf, anne ve babasını tahtına oturttu. İşte o an, yıllar evvel görülen rüyânın tâbiri gerçekleşiyordu:
“Ana babasını tahtın üzerine çıkardı. Hepsi onun için secdeye kapandılar. Yûsuf dedi ki: ‘Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi…'” (Yûsuf Sûresi, 100)
Buradaki secde, bir ibadet secdesi değil, o dönemin âdetince bir hürmet ve selamlama secdesiydi. Böylece Hz. Yâkub, yıllar süren “Sabr-ı Cemîl” imtihanını en güzel şekilde tamamlamış, Yûsuf’una ve Bünyamin’e kavuşmuştu.
8. Son Vasiyet ve Tevhid Mirası
Hz. Yâkub (a.s.), Mısır’da bir müddet daha yaşadı. Ömrünün son anları geldiğinde, evlatlarını başına topladı. Onun tek bir derdi vardı: Kendisinden sonra evlatlarının Allah’a olan bağlılıkları. Onlara son vasiyetini yaptı. Bu hadise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasvir edilir:
“Yoksa siz Yakub’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına, ‘Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?’ dediği, onların da, ‘Senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a ibadet edeceğiz; bizler O’na boyun eğmişizdir’ dedikleri zaman orada mı idiniz?” (Bakara Sûresi, 133)
Hz. Yâkub (a.s.), evlatlarından “Tevhid” (Allah’ı birleme) sözünü aldıktan sonra ruhunu teslim etti. Rivayete göre, vasiyeti üzerine naaşı Mısır’dan götürülerek, ataları Hz. İbrâhim (a.s.) ve Hz. İshak’ın (a.s.) mezarlarının bulunduğu Ken’an diyarındaki El-Halîl (Hebron) şehrine defnedildi.
Kıssadan Hisse
Hz. Yâkub’un (a.s.) hayatı, bizlere şu büyük hakikatleri öğretir:
• Sabr-ı Cemîl: Musibet ne kadar büyük olursa olsun (evlat acısı, körlük, hasret gibi), bir mü’minin tavrı isyan ve şikâyet değil, Allah’ın takdirine rızâ göstererek “güzel bir sabır” ile beklemektir.
• Tevekkül ve Ümit: Gözleri kör olsa dahi, Hz. Yâkub “Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim” diyerek O’nun rahmetinden ümidini asla kesmemiştir. Mü’min, ye’se düşmez.
• Firaset (Basiret): O, sahte kanlı gömleğe bakıp aldanmamış, Yûsuf’un rüyâsını doğru tâbir etmiş ve yıllar sonra Yûsuf’un kokusunu almıştır. Bu, Allah’a yakınlığın getirdiği bir kalp gözü açıklığıdır.
• Tevhid Mirası: Bir babanın evlatlarına bırakacağı en büyük miras, mal-mülk değil, “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” sorusuna verilecek “Tek olan Allah’a” cevabıdır.
Allah (c.c.), o mübarek peygamberin sabrından, teslimiyetinden ve firasetinden bizlere de hisseler nasip eylesin. Âmin.
************
Bismillahirrahmânirrahîm.
Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de “Ahsenü’l-Kasas” (Kıssaların En Güzeli) olarak vasıflandırdığı Hz. Yûsuf’un (aleyhisselâm) ibretlerle dolu hayat hikâyesi, sabrın, tevekkülün, iffetin ve affın en âlî misallerini bizlere sunar. Bu mübarek kıssa, sadece bir peygamberin başından geçen hadiseleri değil, aynı zamanda Allah’ın takdirinin, kullarının planları üzerindeki mutlak hâkimiyetini tasvir eder.
KISIM 1: RÜYA, HASET VE KUYU
Hz. Yûsuf (a.s.), Allah’ın Halîl’i (dostu) Hz. İbrâhim’in (a.s.) soyundan gelen, peygamberler silsilesinin bir halkası olan Hz. Ya’kûb’un (a.s.) on iki oğlundan biriydi. Babasının ona ve küçük kardeşi Bünyamin’e olan derin muhabbeti, diğer on kardeşinin kalbinde büyük bir haset (kıskançlık) ateşi yakmıştı.
Bu derûnî muhabbetin ve Yûsuf’un (a.s.) istikbaldeki yüksek makamının ilk işareti, gördüğü bir rüya ile zahir oldu. Henüz küçük bir çocukken gördüğü bu manidar rüyayı babasına şöyle anlattı:
“Babacığım! Rüyamda on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm; bana secde ediyorlardı.” (Yûsuf, 12/4)
Peygamber ferasetiyle bu rüyanın ne manaya geldiğini anlayan Hz. Ya’kûb (a.s.), oğlunun gelecekte büyük bir imtihana ve ardından yüksek bir mertebeye ulaşacağını sezdi. Kardeşlerinin hasedini bildiğinden, onu derhal uyardı:
“Yavrucuğum! Rüyânı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.” (Yûsuf, 12/5)
Fakat kardeşlerin kalbindeki haset, bu rüyadan haberdar olmasalar dahi, babalarının sevgisini kazanma hırsıyla doluydu. “Yûsuf’u öldürelim veya uzak bir yere atalım ki babamızın teveccühü yalnız bize kalsın” diye aralarında konuştular. İçlerinden biri, “Öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine atın; gelip geçen kervanlardan biri onu bulup götürür” diyerek diğerlerini ikna etti.
Bir gün babalarından, “kırda oynaması için” Hz. Yûsuf’u (a.s.) yanlarına almayı istediler. Hz. Ya’kûb (a.s.), “Onu kurdun kapmasından korkarım” dese de, kardeşlerinin ısrarlarına dayanamadı. Onu alıp uzaklaştıklarında, planlarını tatbik ettiler. Masum Yûsuf’u (a.s.) derin bir kuyuya attılar. Akşam olup eve döndüklerinde, yanlarında getirdikleri ve üzerine sahte kan sürdükleri gömleğini babalarına göstererek ağlamaya başladılar: “Biz yarışırken onu eşyalarımızın yanında bırakmıştık, kurt onu yemiş!”
Hz. Ya’kûb (a.s.), bu işte bir hile olduğunu anlamıştı. Yüreği evlat acısıyla yansa da, bir peygambere yakışır bir teslimiyetle şöyle dedi:
“Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzelce sabretmektir (sabr-ı cemîl). Anlattıklarınıza karşılık yardımı istenecek olan ancak Allah’tır.” (Yûsuf, 12/18)
Hz. Yûsuf (a.s.) ise kuyunun derinliklerinde, Allah’ın himayesi altındaydı. Cenâb-ı Hak, ona “Bir gün mutlaka bu yaptıklarını onlara haber vereceksin” diye vahyederek kalbini teskin etti. Çok geçmeden, oradan geçmekte olan bir ticaret kervanı, su almak için kuyuya kova saldıklarında, içinden çıkan bu nur yüzlü çocuğu gördüler. Onu “ucuz bir fiyata” (birkaç dirheme) köle olarak satmak üzere yanlarına alıp Mısır’a doğru yola çıktılar.
KISIM 2: MISIR SARAYI VE İFFET İMTİHANI
Mısır’a varan kervan, Hz. Yûsuf’u (a.s.) Mısır’ın üst düzey yöneticilerinden olan Azîz’e (Potifar) sattı. Azîz, onun asaletini ve güzelliğini fark ederek hanımına (tefsir ve tarih kaynaklarında Züleyha olarak geçer) “Ona iyi bak, belki bize faydası dokunur veya onu evlat ediniriz” dedi.
Hz. Yûsuf (a.s.), sarayda büyüdü, olgunluk çağına erişti. Allah ona ilim, hikmet ve rüya tabiri ilmini bahşetmişti. Onun bu emsalsiz güzelliği, aklı ve fazileti, yanında bulunduğu Azîz’in hanımının kalbini çeldi. Züleyha, nefsine mağlup olarak Hz. Yûsuf’tan (a.s.) gayrimeşru bir talepte bulundu. Kapıları kapatıp onu arzusuna davet etti.
Bu, Hz. Yûsuf’un (a.s.) peygamberlik yolundaki en çetin imtihanlarından biriydi. O, Allah’ın koruması altındaydı ve en küçük bir meyil göstermedi. İffetini muhafaza ederek kararlılıkla cevap verdi:
“Yûsuf, “Allah’a sığınırım! O benim efendimdir; bana iyi baktı. Doğrusu zalimler kurtuluşa eremezler” dedi.” (Yûsuf, 12/23)
Ve hızla kapıya yöneldi. Züleyha da onu durdurmak için arkasından koştu ve gömleğini arkadan çektiği gibi yırttı. Tam o esnada kapı açıldı ve Azîz ile karşılaştılar. Züleyha, suçunu örtbas etmek için hemen iftira attı: “Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası zindandır!”
Hz. Yûsuf (a.s.) ise “Hayır, o benden murat almak istedi” diyerek kendini savundu. Olayın hakikati, Züleyha’nın ailesinden bilge birinin hakemliği ile ortaya çıktı. Bu bilge kişi şöyle bir ölçü koydu:
“Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiş, o yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiş, o doğru söyleyenlerdendir.” (Yûsuf, 12/26-27)
Gömlek arkadan yırtılmıştı. Hz. Yûsuf’un (a.s.) masumiyeti isbat edilmişti. Azîz, olayın büyümemesi için üstünü kapattı.
Fakat bu hadise Mısır’ın ileri gelen kadınları arasında yayıldı. Kadınlar, “Azîz’in karısı kölesinden murat almak istemiş, sevgisi kalbini yakıp kavurmuş. Biz onu apaçık bir sapkınlık içinde görüyoruz” diyerek Züleyha’yı kınadılar.
Züleyha, bu tenkitlere cevap vermek ve Hz. Yûsuf’un (a.s.) güzelliği karşısında neden nefsine yenik düştüğünü onlara göstermek için bir ziyafet tertip etti. Kadınların ellerine meyve ve bıçak verdi. Tam o esnada Hz. Yûsuf’a (a.s.) “Karşılarına çık!” dedi. Kadınlar, Hz. Yûsuf’un (a.s.) cemâlini görünce hayranlıktan (meyve yerine) kendi ellerini kestiler ve “Hâşâ! Bu bir beşer değil, bu ancak yüce bir melektir” dediler.
Züleyha, bu durum karşısında tehdidini artırdı:
“…Kadın dedi ki: “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Yemin ederim ki, ben ondan murat almak istedim, fakat o iffetini korudu. Andolsun, eğer istediğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve kesinlikle zillete uğrayanlardan olacak!”” (Yûsuf, 12/32)
Hz. Yûsuf (a.s.), böylesine zorlu bir imtihan karşısında, günaha düşmektense zindana girmeyi tercih ederek Allah’a sığındı:
“Yûsuf, “Ey rabbim! Zindan bana, bunların benden istediklerini yapmaktan daha sevimlidir. Eğer onların hilesini benden uzak tutmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum” dedi.” (Yûsuf, 12/33)
Azîz ve adamları, Hz. Yûsuf’un (a.s.) masum olduğunu bilmelerine rağmen, dedikoduları durdurmak ve sarayın itibarını kurtarmak için onu bir müddet zindana atmaya karar verdiler.
KISIM 3: ZİNDAN MEDRESESİ VE RÜYA TABİRİ
Zindan, zahiren bir cezaevi olsa da, Hz. Yûsuf (a.s.) için bir “Medrese-i Yûsufiye” (Yusuf Medresesi) oldu. O, burada da Allah’ın dinini tebliğ etmeye devam etti. Onunla birlikte zindana giren iki genç daha vardı. Biri kralın (Melik) içeceklerini sunan (sakî), diğeri ise fırıncısıydı.
Bu iki genç, bir gece rüya gördüler. Biri rüyasında şarap sıktığını, diğeri ise başının üzerinde ekmek taşıdığını ve kuşların o ekmekten yediğini gördü. Hz. Yûsuf’un (a.s.) salih ve hikmetli bir zat olduğunu anladıklarından, rüyalarını ona tabir etmesini istediler.
Hz. Yûsuf (a.s.), bu fırsatı bir tebliğ vesilesi kıldı. Onlara rüyalarının tabirini yapmadan evvel, Allah’ın birliğinden (Tevhid) bahsetti. Putlara tapmanın anlamsızlığını, tek hüküm sahibinin Allah olduğunu anlattı. Zindanı bir irşad meclisine çevirdi.
Ardından rüyalarını tabir etti: “Biriniz (sakî) efendisine tekrar hizmet edecek, şarap sunacak. Diğeriniz ise (fırıncı) asılacak ve kuşlar başından yiyecek.”
Hz. Yûsuf (a.s.), kurtulacağını müjdelediği sakîye dedi ki: “Efendinin yanında beni an (suçsuz olduğumu söyle).” Fakat sakî zindandan çıkıp görevine dönünce, şeytan ona Hz. Yûsuf’u (a.s.) unutturdu. Böylece Hz. Yûsuf (a.s.), masum olduğu halde senelerce zindanda kalmaya devam etti. Bu, onun sabrının ve Allah’a olan teslimiyetinin bir başka imtihanıydı.
KISIM 4: MELİK’İN RÜYASI VE HAZİNELERİN BAŞI
Yıllar sonra, Mısır Melik’i (Firavun değil, o dönemki hükümdar) bir rüya gördü. Rüyasında yedi zayıf ineğin, yedi semiz ineği yediğini; ayrıca yedi yeşil başak ve yedi kuru başak gördü. Bu rüya onu çok endişelendirdi. Ülkenin tüm kâhinlerini, bilginlerini topladı ama kimse bu rüyayı tatmin edici şekilde tabir edemedi.
İşte o anda, yıllar önce zindandan çıkan sakî, Hz. Yûsuf’u (a.s.) hatırladı. Melik’e, zindanda rüya tabirini çok iyi bilen bir genç olduğunu söyledi ve ondan izin alarak zindana gitti.
Sakî, Hz. Yûsuf’a (a.s.) Melik’in rüyasını anlattı. Hz. Yûsuf (a.s.), kendisini unutan arkadaşına sitem etmeden, rüyanın tabirini ve çözüm yolunu şöyle açıkladı:
“Yedi sene boyunca bolluk içinde ekip biçeceksiniz. Hasat ettiğiniz ekinin az bir kısmı hariç, gerisini başağında (stoklamak için) saklayın. Sonra yedi sene sürecek şiddetli bir kıtlık gelecek ve sakladıklarınızın çoğunu yiyip bitirecek. Ardından tekrar bolluk ve bereket dolu bir yıl gelecek.”
Bu muazzam tabir ve iktisadî plan, Melik’i hayrete düşürdü. Derhal onun zindandan çıkarılmasını emretti.
Fakat Melik’in elçisi geldiğinde, Hz. Yûsuf (a.s.) zindandan çıkmayı reddetti. O, sadece affedilmek değil, aynı zamanda temize çıkmak, masumiyetinin herkesçe bilinmesini istiyordu. Elçiye dedi ki: “Efendine dön ve o ellerini kesen kadınların meselesini sor. Şüphesiz Rabbim onların hilesini bilir.”
Melik, meseleyi araştırdı. Züleyha’yı ve diğer kadınları huzuruna çağırdı. Artık Züleyha’nın kalbi pişmanlıkla dolmuş ve hakikati itiraf etme vakti gelmişti. Herkesin içinde şöyle dedi:
“…Kadın, “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istedim. O ise, muhakkak ki doğru söyleyenlerdendir” dedi.” (Yûsuf, 12/51)
Hz. Yûsuf’un (a.s.) masumiyeti resmen ilan edildi. Melik, onun bilgeliğine, iffetine ve liyakatine hayran kalmıştı. Onu zindandan çıkarıp yüksek bir makama getirmek istedi. Hz. Yûsuf (a.s.), ülkeyi bekleyen kıtlık tehlikesini bildiğinden, Melik’e şu teklifte bulundu:
“Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum, (bu işi) çok iyi bilirim” dedi.” (Yûsuf, 12/55)
Melik bu teklifi kabul etti. Hz. Yûsuf (a.s.), kuyudan çıkarılıp köle olarak satıldığı Mısır’a, şimdi maliyeden ve hazineden sorumlu bir bakan, bir nevi “Azîz” olmuştu.
KISIM 5: VUSLAT VE DUANIN KABULÜ
Hz. Yûsuf (a.s.), yedi yıllık bolluk döneminde ambarları ağzına kadar doldurdu, büyük bir basiretle iktisadı yönetti. Ardından gelen şiddetli kıtlık yıllarında, sadece Mısır’ı değil, civar ülkeleri de (Filistin, Kenan diyarı) açlıktan kurtardı.
Kıtlık, Hz. Ya’kûb’un (a.s.) memleketi Kenan’ı da vurmuştu. Hz. Yûsuf’un (a.s.) kardeşleri de erzak almak için Mısır’a, Azîz’in huzuruna geldiler. Hz. Yûsuf (a.s.) onları görür görmez tanıdı, fakat onlar onu tanımadılar.
Kardeşlerine erzaklarını verdi, ancak onlara bir şart koştu: “Bir dahaki gelişinizde, babanızdan olan diğer kardeşinizi (Bünyamin’i) de getirin. Getirmezseniz benden erzak alamazsınız.”
Kardeşler Kenan’a döndüler, durumu babalarına anlattılar. Hz. Ya’kûb (a.s.), Yûsuf’u (a.s.) kaybetmenin acısı taze iken, Bünyamin’i de göndermek istemedi. Ancak kıtlığın zorlamasıyla ve onlardan kesin söz (misak) alarak Bünyamin’in gitmesine izin verdi.
İkinci kez Mısır’a geldiklerinde, Hz. Yûsuf (a.s.) kardeşi Bünyamin’i gizlice yanına çağırdı ve ona kimliğini açıkladı. Kardeşini yanında alıkoymak için bir plan yaptı. Melik’in su tasını (kıymetli bir ölçek kabı) Bünyamin’in yükünün içine koydurdu. Kervan yola çıkınca arkalarından “Ey kervan, siz hırsızsınız!” diye seslenildi.
Arama yapıldı ve tas Bünyamin’in yükünden çıktı. O devrin kanunlarına göre, hırsızlık yapan kişi, malı çalınan kişinin kölesi olurdu. Kardeşleri perişan oldular, “Onun yerine bizden birini alıkoy” diye yalvardılar. Hz. Yûsuf (a.s.) kabul etmedi.
Kardeşler, babalarına ne cevap vereceklerini bilemez halde geri döndüler. En büyükleri Mısır’da kaldı. Olanları duyan Hz. Ya’kûb’un (a.s.) acısı katlanmıştı. Yûsuf’un (a.s.) ardından Bünyamin’in de acısıyla gözleri hüzünden ağardı, görmez oldu. Fakat o, Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmedi. Oğullarına, “Gidin, Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” dedi.
Kardeşler üçüncü kez, bitkin ve muhtaç bir halde Mısır’a geldiler. Azîz’in huzurunda merhamet dilendiler.
İşte o an, Hz. Yûsuf (a.s.) için hakikati açıklama vakti gelmişti. Onlara dedi ki: “Siz cahilken Yûsuf’a ve kardeşine ne yaptığınızı biliyor musunuz?”
Kardeşleri şaşkınlıkla baktılar ve “Yoksa sen, sen Yûsuf musun?” dediler.
Hz. Yûsuf (a.s.) cevap verdi: “Ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize lütfetti.”
Kardeşleri, yaptıklarından dolayı utanç içindeydiler. “Vallahi Allah seni bizden üstün kıldı, biz gerçekten suçluyduk” dediler.
Hz. Yûsuf (a.s.), yıllar süren çilenin, zindanın, iftiranın ve hasedin intikamını almak yerine, bir peygambere yakışan en büyük fazileti, affı gösterdi:
“Yûsuf dedi ki: “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir.”” (Yûsuf, 12/92)
Onlara gömleğini verdi ve “Bunu babamın yüzüne sürün, gözleri açılacaktır. Ve bütün ailenizle birlikte bana gelin” dedi.
Kervan Mısır’dan ayrılır ayrılmaz, Hz. Ya’kûb (a.s.) Kenan’da, “Eğer bana bunak demezseniz, Yûsuf’un kokusunu alıyorum” dedi. Gömlek gelip yüzüne sürülünce, Allah’ın izniyle gözleri tekrar görmeye başladı.
Bütün aile (Hz. Ya’kûb, hanımı ve on bir oğlu) toplanıp Mısır’a göç ettiler. Hz. Yûsuf (a.s.) ailesini muazzam bir törenle karşıladı. Annesini ve babasını tahtına oturttu.
İşte o an, yıllar önce görülen o mübarek rüya gerçekleşti.
“Babası ile annesini tahtına oturttu; diğerleri onun huzurunda saygıyla eğildiler. Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, Rabbim beni zindandan çıkararak ve sizi çölden getirerek bana çok büyük lütuflarda bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği kimseye lütfuyla nice incelikler gösterir. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”” (Yûsuf, 12/100)
Buradaki secde, bir ibadet secdesi değil, o dönemin âdetince bir hürmet ve saygı eğilmesiydi. Kardeşler, Güneş (anne), Ay (baba) ve on bir yıldız (kardeşler), Mısır’ın Azîzi, Allah’ın Peygamberi Hz. Yûsuf’un (a.s.) önünde saygıyla eğilmişlerdi.
HİSSE VE NETİCE
“Ahsenü’l-Kasas” olan bu kıssa, bizlere şu cihan şümul hakikatleri öğretir:
• Sabır ve Tevekkül: Hz. Ya’kûb’un (a.s.) evlat acısına karşı gösterdiği “sabr-ı cemîl” (güzel sabır) ve Allah’tan asla ümit kesmemesi, tevekkülün zirvesidir.
• İffet ve Takva: Hz. Yûsuf’un (a.s.) en zorlu şartlarda (Züleyha’nın teklifi) dahi iffetini koruması ve “Zindan bana bu günahtan daha sevimlidir” diyerek Allah’a sığınması, takvanın en büyük isbatıdır.
• Hasedin Tehlikesi: Kardeşlerin hasedi, onları bir peygamberi kuyuya atmaya kadar sürüklemiştir. Haset, insanın kalbini karartan en tehlikeli manevi hastalıklardandır.
• Allah’ın Takdiri: Kardeşleri onu kuyuya attılar ki itibarsız kalsın; Allah onu oradan çıkarıp Mısır’a Azîz yaptı. Züleyha onu zindana attırdı ki iradesini kırsın; Allah onu zindandan çıkarıp Melik’in en güvendiği kişi yaptı. İnsanların planları ne olursa olsun, Allah’ın takdiri daima galip gelir.
• Af ve Fazilet: Hz. Yûsuf’un (a.s.), kendisine onca zulmü reva gören kardeşlerini, eline en büyük fırsat geçmişken “Bugün size kınama yoktur” diyerek affetmesi, peygamber ahlâkının ve faziletin en güzel misalidir.
Hz. Yûsuf’un (a.s.) hayatı, kuyunun karanlığından Mısır’ın tahtına uzanan, baştan sona imtihan ve hikmet dolu bir yoldur. O, güzelliğiyle (Cemâl), iffetiyle (İsmet) ve affıyla (Af) müminler için en güzel örneklerden biri olmuştur.
Allah’ın selâmı O’nun ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
*************
Sabır Timsali: Hz. Eyyûb (Aleyhisselam)
Çok eski zamanlarda, Şam diyarı civarında, Allah’ın kendisine hem peygamberlik hem de dünya zenginliği bahşettiği salih bir kul yaşardı. Bu mübarek zatın adı Eyyûb idi. Hz. Eyyûb (a.s.), Allah’a derin bir sevgi ve teslimiyetle bağlıydı. Sayısız sürüleri, bereketli toprakları, pek çok hizmetkârı ve ailesine neşe katan çok sayıda evladı vardı.
O, bu nimetlerin hiçbirinin kendisinden kaynaklanmadığını bilir, her anında Allah’a şükrederdi. Eli o kadar açıktı ki, kapısına gelen hiçbir ihtiyaç sahibini geri çevirmez, sofrası daima misafirlerle dolu olurdu. Sadece zenginliğiyle değil, aynı zamanda ibadeti, güzel ahlakı ve Allah’a olan sarsılmaz imanıyla da tanınırdı.
İblis’in Hasedi ve İlahi İzin
Rivayetlere göre, melekler yeryüzündeki bu salih kulun, yani Hz. Eyyûb’un ibadetinden ve şükründen övgüyle bahsederlerdi. Bu durum, insanın ebedi düşmanı olan İblis’in (şeytanın) dikkatini çekti. İblis, Allah’ın huzurunda (mecazi bir ifadeyle, O’nun ilmine malum olacak şekilde) bir iddiada bulundu. Dedi ki: “Ey Rabbim! Kûlun Eyyûb, ona verdiğin bu sayısız nimetler, sağlık ve afiyet yüzünden Sana şükrediyor. Eğer bu nimetleri elinden alırsan, onun Sana isyan ettiğini ve şükretmeyi bıraktığını göreceksin.”
Allah-u Teâlâ, kulunun imanının samimiyetini ve sabrının derecesini hem İblis’e hem de âlemlere göstermek istiyordu. İblis’in bu iddiasına karşılık, ona Hz. Eyyûb üzerinde (ancak onun kalbi, aklı ve imanı hariç) bir hâkimiyet kurmasına izin verdi. Bu, aslında Hz. Eyyûb için derecesini yükseltecek büyük bir ilahi imtihanın başlangıcıydı.
Büyük İmtihan Başlıyor: Malın Gidişi
İmtihan başladı. İlk olarak Hz. Eyyûb’un muazzam serveti hedef alındı. Bir gün, onun binlerce hayvanlık sürüleri çeşitli felaketlerle telef oldu. Verimli tarlalarını afetler vurdu. Bütün zenginliği, göz açıp kapayıncaya kadar yok oldu.
Haber ona ulaştığında, Hz. Eyyûb (a.s.) metanetini bozmadı. Alnını secdeye koydu ve şöyle dedi: “Mülkün sahibi Allah’tır. Dilediğine verir, dilediğinden alır. Bana veren O idi, alan da O’dur. O’nun takdirine her halükârda şükürler olsun.”
Şeytan, bu teslimiyet karşısında öfkelendi. Umduğunu bulamamıştı.
İmtihanın Şiddetlenmesi: Evlatların Kaybı
İblis, imtihanı daha da ağırlaştırmak için izin istedi. Bu kez hedef, Hz. Eyyûb’un gözünün nuru olan evlatlarıydı. Rivayetlere göre, evlatlarının bulunduğu ev bir felaket sonucu yıkıldı ve hepsi vefat etti. Bu, bir babanın dayanması en zor acılardan biriydi.
Bu kahredici haber Hz. Eyyûb’a ulaştığında, o yine sabır ve teslimiyet gösterdi. Gözyaşlarını içine akıttı ama dilinden isyan sözü dökülmedi. Tekrar Rabbine yöneldi ve “Bizi yaratan O’dur, yanına alacak olan da O’dur. Biz Allah’tan geldik ve şüphesiz O’na döneceğiz. Rabbimin takdirine razıyım” dedi.
Bedenin İmtihanı: Hastalık
Şeytan, mal ve evlatla yenemediği bu mübarek kulu, bedeniyle imtihan etmek için son bir izin istedi. Allah-u Teâlâ, bu izni de verdi. Hz. Eyyûb (a.s.), çok ağır ve acı verici bir hastalığa yakalandı.
Hastalık o kadar şiddetliydi ki, bütün vücudunu yaralar kapladı. Güçten düştü, ayağa kalkamaz hale geldi. Dili ve kalbi dışında, ibadet etmesine mani olacak şekilde bütün azaları acı içindeydi.
Bu durum üzerine, insanlar ondan uzaklaşmaya başladı. Zenginliğinde etrafında olanlar, hastalığında yanına yaklaşmaz oldular. Yanında sadece ona sadakatle bağlı, imanı güçlü olan hanımı kaldı.
Sabrın Zirvesi ve Sadık Zevce
Hz. Eyyûb (a.s.), yıllar süren bu ağır hastalığa rağmen bir gün bile Rabbine şikâyette bulunmadı. Acılar içinde kıvranırken bile dili daima “Allah, Allah” diyerek zikirdeydi. Kalbi, bu imtihanın Allah’tan geldiği bilgisiyle mutmain (tatmin olmuş) haldeydi.
Onun sadık hanımı Hz. Rahme (veya Rahime), eşine büyük bir fedakârlıkla baktı. İnsanların yanında çalışarak kazandığı az bir yiyecekle hem kocasını doyuruyor hem de onun hizmetini görüyordu.
Bir gün şeytan, Hz. Eyyûb’un hanımına insan suretinde yaklaştı ve ona vesvese vermeye çalıştı: “Bak,” dedi, “eşin Allah’a bu kadar kulluk etti. Karşılığı bu mu oldu? Ne malı kaldı, ne evladı, ne de sağlığı. Söyle ona, bir kez olsun isyan etsin de bu azap bitsin.”
Sadık kadın bu vesveseyi reddetti. Ancak imtihanın ağırlığı ve çaresizlik onu çok yormuştu. Bir gün Hz. Eyyûb’a sitemkâr bir dille, “Ey Allah’ın Peygamberi! Artık Rabbine dua etsen de seni bu dertten kurtarsa olmaz mı?” dedi.
Hz. Eyyûb (a.s.) ona baktı ve sordu: “Biz kaç yıl bolluk ve afiyet içinde yaşadık?” Hanımı, “Yetmiş (veya seksen) yıl” dedi. Hz. Eyyûb devam etti: “Peki, kaç yıldır bu sıkıntı içindeyiz?” Hanımı, “Yedi (veya on sekiz) yıl” diye cevap verdi.
O zaman Hz. Eyyûb (a.s.) celallendi: “Allah bana yetmiş yıl nimet verdi, ben O’na şükrettim. Şimdi yedi yıllık sıkıntıya mı sabredemeyeceğim? Bollukta olduğum süre kadar darlıkta kalmadan O’ndan bir şey istemeye haya ederim (utanırım)!”
Bu cevap, onun sabrının ve Allah’a olan edebinin zirvesiydi.
Meşhur Dua ve İlahi Cevap
Ancak imtihanın sonlarına doğru, acılar dayanılmaz bir hale gelmişti. Hastalığın tesiriyle ibadetlerinde bir noksanlık olmasından, dilindeki zikrin kesilmesinden endişe etmeye başladı. İşte o zaman, şikâyet için değil, sadece ve sadece Allah’ın merhametine sığınmak için O’na yöneldi.
Kur’an-ı Kerim, bu mübarek duayı bize şöyle aktarır:
“Eyyûb’u da (an). Hani o, rabbine, “Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin” diye niyaz etmişti.” (Enbiyâ Suresi, 83. Ayet)
Başka bir ayette ise durumunu şöyle arz etmişti:
“Kulumuz Eyyûb’u da an. Hani o, rabbine, “Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu” diye seslenmişti.” (Sâd Suresi, 41. Ayet)
Bu dua, bir isyan değil, acziyetin tam bir itirafı ve merhametin en yücesine sığınmaydı.
Şifa ve Kurtuluş
Bu samimi ve edep dolu yakarış üzerine, ilahi rahmet tecelli etti. Allah-u Teâlâ, kulunun sabır imtihanını başarıyla tamamladığını ilan etti ve ona şöyle vahyetti:
“(Ona şöyle dedik:) “Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su.” (Sâd Suresi, 42. Ayet)
Hz. Eyyûb (a.s.), son gücüyle ayağını yere vurduğu anda, yerden bir pınar fışkırdı. Allah’ın emriyle bu sudan içti; içindeki bütün hastalıklar şifa buldu. Ardından o su ile yıkandı; bedenindeki bütün yaralar iyileşti. Eski sağlığından daha dinç, daha genç bir görünüme kavuştu.
Nimetlerin İadesi ve Kıssadan Hisse
Hz. Eyyûb (a.s.) şifa bulduğunda, hanımı onu tanıyamadı. Durumu öğrenince sevinçten secdeye kapandı. Allah, sadece sağlığını değil, ondan aldıklarını da kat kat fazlasıyla iade etti.
“Biz de onun duasını kabul edip başındaki sıkıntıyı gidermiştik. Ona tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hatıra (ibret) olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir mislini daha vermiştik.” (Enbiyâ Suresi, 84. Ayet)
“Biz ona, tarafımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir mislini daha bağışladık.” (Sâd Suresi, 43. Ayet)
Allah ona yeniden evlatlar bahşetti ve servetini eskisinden daha bereketli kıldı.
Rabbimiz, onun bu eşsiz sabrını Kur’an-ı Kerim’de şöyle övdü:
“…Gerçekten biz onu çok sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu! O, Allah’a çok yönelen (evvâh) bir kimse idi.” (Sâd Suresi, 44. Ayet)
Hz. Eyyûb’un (a.s.) bu mübarek kıssası; genç, yaşlı hepimiz için bir derstir. Bize, başımıza gelen sıkıntıların ve musibetlerin, Allah’ın bizi sevmediğinden değil, tam aksine imanımızı güçlendirmek, derecemizi artırmak ve O’na ne kadar samimiyetle bağlı olduğumuzu göstermek için birer imtihan olduğunu öğretir.
En zor anlarda bile şikâyet etmek yerine “Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diyerek O’na sığınmanın, sabrın sonunun mutlaka selamet, şükrün karşılığının ise sonsuz rahmet olduğunu gösterir.
*******
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Hz. Şuayb (a.s.): Medyen ve Eyke Kavimlerine Gönderilen “Hatîb’ül-Enbiyâ”
Asırlar evvel, ticaret yollarının kesiştiği, kervanların durup soluklandığı mühim bir beldede, Medyen diyarında bir kavim hayat sürerdi. Bu kavim, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği nimetlere nâil olmuş, ticaretle zenginleşmişti. Lâkin bu zenginlik, onların kalplerini katılaştırmış, onları doğruluktan ayırmıştı. Medyen halkı, Allah’ı birlemeyi (Tevhid’i) terk etmiş, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaya başlamıştı.
Dahası, bu kavmin en büyük günahı, cemiyetin temelini sarsan iktisadî bir ahlâksızlıktı: Ölçü ve tartıda hile yapmak (Tatfîf).
Pazara mal getiren yabancıların mallarını ucuza kapatır, kendi mallarını satarken terazinin kefesiyle oynar, ölçüyü eksik tutarlardı. Alırken fazla fazla alır, satarken eksik verirlerdi. Bu haksız kazanç, onların hayat tarzı olmuştu. Sadece bununla da kalmaz, yolları keser, insanları korkutur ve Allah’ın yoluna îman etmek isteyenlere mâni olurlardı.
İşte böyle bir fesad ve zulüm ortamına, Allah Teâlâ, rahmetinin bir tecellîsi olarak, onlara doğru yolu göstermesi için kendi içlerinden, soylu ve mümtaz bir zâtı peygamber olarak vazifelendirdi. Bu zât, fasih lisanı, açık ve tesirli hitabeti sebebiyle “Peygamberlerin Hatîbi” (Hatîb’ül-Enbiyâ) lakabıyla anılacak olan Hz. Şuayb (aleyhisselâm) idi.
1. Davetin Başlangıcı: “Ölçüyü ve Tartıyı Eksik Yapmayın!”
Hz. Şuayb (a.s.), kavminin karşısına çıktı. O, yumuşak huylu, hikmetle konuşan, kavminin iyiliğini isteyen bir elçiydi. Onlara, bütün peygamberlerin ortak çağrısı olan Tevhid’i tebliğ etti. Fakat Hz. Şuayb’ın (a.s.) davetinde, diğer peygamberlerden farklı olarak, iktisadî adâlet ve ticaret ahlâkı vurgusu ön plandaydı.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu ilk davetini şöyle haber vermektedir:
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı peygamber gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ama sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından da korkuyorum.'” (Hûd, 11/84)
Hz. Şuayb (a.s.), onlara sadece “Allah’a inanın” demekle kalmadı; inancın, gündelik hayata, pazara, ticarete nasıl yansıması gerektiğini de tasvir etti:
“Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Hûd, 11/85)
O, kavmine şunu anlatmaya çalışıyordu: Helal yoldan kazandığınız az bir kâr, hile ile elde ettiğiniz dağlar gibi servetten daha hayırlıdır. Gerçek zenginlik, Allah’ın rızasına uygun, adâletli bir hayattadır.
2. Kavminin İnkârı ve Alaycılığı
Medyen’in haksız kazançla semirmiş ileri gelenleri (Mele’ tabakası), bu davetten hiç hoşlanmadılar. Onlar için bu yeni nizam, kurulu düzenlerinin ve menfaatlerinin sonu demekti. Hz. Şuayb’ın (a.s.) tebliğine karşı çıktılar ve onunla alay etmeye başladılar.
Onun ibadetine, namazına dil uzattılar. Dediler ki:
“…’Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı bırakmamızı sana namazın mı emrediyor? Oysa sen gerçekten yumuşak huylu, akıllı uslu bir adamsın.’ dediler.” (Hûd, 11/87)
Bu, aslında derin bir alaycılıktı. “Sen ne kadar iyi bir insandın, bu namazı kılmaya başladıktan sonra bizim ticaretimize karışır oldun” demek istiyorlardı. İbadetin, sosyal ve iktisadî hayata müdahale etmesini kabullenemiyorlardı.
Hz. Şuayb’ı (a.s.) zayıf ve himayesiz gördüler. Onu, kabilesinin hatırı olmasa taşa tutacaklarını (recm edeceklerini) söyleyerek tehdit ettiler.
Nihayetinde, baskıyı en üst seviyeye çıkardılar. İnananları ve Hz. Şuayb’ı (a.s.) sürgünle tehdit ettiler. Kur’ân-ı Kerîm, bu zorbalığı şöyle tasvir eder:
“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: ‘Ey Şuayb! Mutlaka seni ve seninle birlikte inananları memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi?'” (A’râf, 7/88)
3. Son İkaz ve Medyen’in Helâkı
Hz. Şuayb (a.s.), bu tehditler karşısında asla geri adım atmadı. Bütün peygamberler gibi, onun da yegâne dayanağı Cenâb-ı Hak idi. Kavmine şöyle cevap verdi:
“(Şuayb) dedi ki: ‘Ey kavmim! Benim kabilem sizce Allah’tan daha mı değerli ki, Allah’a sırt çevirdiniz (O’nun emirlerini göz ardı ettiniz). Şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır. Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Ben de (görevimi) yapacağım. Kime rezil edici bir azabın geleceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Gözetleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber gözetlemekteyim.'” (Hûd, 11/92-93)
Hz. Şuayb (a.s.), onlara Nûh, Hûd, Sâlih kavimlerinin başına gelenleri hatırlattı. Hatta kendilerine çok da uzak olmayan Hz. Lût kavminin helâkını misal verdi (Hûd, 11/89). Fakat Medyen halkı, bu ikazlara kulak tıkadı.
Artık ilâhî hükmün vakti gelmişti.
Tefsirlerde anlatıldığına göre, üzerlerine önce şiddetli bir sıcak geldi. Ardından, gökten gelen korkunç bir ses (Sayha) ve yeri sarsan şiddetli bir deprem (Recfe) onları yakaladı.
“Derken, onları o korkunç sarsıntı yakaladı da yurtlarında yüzüstü hareketsiz kalarak donakaldılar.” (A’râf, 7/91)
“Emrimiz gelince Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri, katımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç (uğultulu) ses yakaladı da yurtlarında yüzüstü hareketsiz kalarak çöktüler.” (Hûd, 11/94)
Sabah olduğunda, o zengin, şımarık ve hilekâr kavimden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sanki o diyarlarda hiç hayat sürmemişler gibi oldular. Ölçü ve tartıda hile yapanlar, kendi amellerinin karşılığını bulmuşlardı.
4. Eyke Ashâbı ve “Gölge Günü Azabı”
İslâm tarihi ve tefsir kaynakları, Hz. Şuayb’ın (a.s.) Medyen’den sonra veya Medyen’e komşu olan “Eyke” halkına da gönderildiğini kaydeder. (Bazı müfessirler ikisinin aynı kavim olduğunu belirtse de, çoğunluk iki ayrı kavim veya kavmin iki ayrı kolu olduğu görüşündedir).
“Eyke”, sık ağaçlı ormanlık bölge demekti. Bu kavim de Medyen gibi Tevhid’den sapmış ve ticaret ahlâkını bozmuştu. Hz. Şuayb (a.s.) onlara da aynı çağrıyı yaptı:
“Hani Şuayb onlara şöyle demişti: ‘Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi’ne aittir. Ölçüyü tam yapın. Eksik verenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.'” (Şuarâ, 26/177-183)
Eyke halkı da onu yalanladı. Onu büyülenmiş (mecnun) olmakla suçladılar. Hatta daha da ileri giderek, “Eğer doğru söylüyorsan, haydi üzerimize gökten bir parça düşür!” (Şuarâ, 26/187) diye meydan okudular.
Onların helâkı, Medyen’den farklı ve istedikleri şeye benzer bir tarzda oldu. Rivayete göre, Allah o bölgeye yedi gün boyunca nefes aldırmayan şiddetli bir sıcaklık musallat etti. Sular kaynadı, gölgelikler fayda vermedi. İnsanlar bunalmış haldeyken, gökyüzünde kara bir bulut (zulle) gördüler.
Serinlemek ümidiyle hepsi o bulutun gölgesine koştular. Tamamı bulutun altında toplandığında ise, o gölgelikten üzerlerine ateş yağmaya başladı. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in “gölge gününün azabı” (Azâbü Yevmi’z-Zulle) olarak zikrettiği korkunç bir helâk idi.
“Onlar, Şuayb’ı yalanladılar. Derken, gölge gününün azabı onları yakaladı. Şüphesiz o, büyük bir günün azabı idi.” (Şuarâ, 26/189)
5. Hz. Şuayb (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) Kıssası
Hz. Şuayb’ın (a.s.) hayatı, bu iki kavmin helâkından sonra da devam etti. İslâmî kaynaklarda, onun hayatının ilerleyen dönemlerinde, bir başka büyük peygamber olan Hz. Musa (a.s.) ile yollarının kesiştiği kuvvetle rivayet edilir.
Hz. Musa (a.s.), Mısır’da bir Kıptî’nin ölümüne istemeden sebep olduktan sonra Mısır’dan kaçmış ve Medyen’e gelmişti. Bir kuyu başında, hayvanlarını sulamak için bekleyen, ancak kalabalıktan dolayı kenarda duran iki kıza yardım etti. Koyunlarını suladı.
Bu kızlar, evlerine döndüklerinde durumu babalarına anlattılar. Babaları, bu iyiliksever ve güvenilir gence ücretini ödemek için onu evine davet etti.
Tefsirlerin büyük çoğunluğu, Hz. Musa’ya (a.s.) evini açan, ona iş ve nihayetinde kızlarından birini nikâhlamayı teklif eden bu “yaşlı ve salih zât”ın Hz. Şuayb (a.s.) olduğunu belirtir.
Bu hadise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
“(Babaları) dedi ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana zorluk çıkarmak istemem. İnşaallah beni iyi kimselerden (ahdine vefa gösterenlerden) bulacaksın.’ Mûsâ dedi ki: ‘Bu, seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bana karşı bir husûmet yok demektir. Söylediklerimize Allah vekildir.'” (Kasas, 28/27-28)
Böylece Hz. Musa (a.s.), Hz. Şuayb’ın (a.s.) yanında 8 veya 10 yıl kalarak hem onun ilminden ve hikmetinden istifade etti, hem de peygamberlik vazifesine hazırlanmış oldu. Bu, peygamberler silsilesinin birbirine nasıl kenetlendiğinin en güzel misallerinden biridir.
Hâtime: Alınacak Dersler ve Faziletler
Hz. Şuayb’ın (a.s.) hayatı, bizlere kıyamete kadar baki kalacak dersler ihtiva eder:
• İnanç ve Ahlâk Bütünlüğü: O, bizlere îmanın sadece kalpte kalan soyut bir inanç olmadığını; pazarımıza, ticaretimize, ölçü ve tartımıza, yani hayatımızın her alanına sirayet etmesi gereken bir adâlet ve dürüstlük nizamı olduğunu öğretmiştir.
• Kul Hakkının Önemi: Ölçüde ve tartıda hile (tatfîf), en büyük kul haklarındandır. Bu günahın büyüklüğü o derecededir ki, Cenâb-ı Hak bu sebeple kavimleri helâk etmiştir.
• Tebliğde Hikmet ve Belâğat: “Hatîb’ül-Enbiyâ”nın mücadelesi, hakikati anlatırken lisanın ne kadar mühim bir vâsıta olduğunu, sabır, hikmet ve nezaketle yapılan davetin peygamber mesleği olduğunu isbat eder.
• Allah’a Tevekkül: Kavminin bütün tehditlerine, sürgün ve taşlama (recm) tehlikesine rağmen, “Benim başarım ancak Allah’ın yardımıyladır” (Hûd, 11/88) diyerek, davasından asla taviz vermemiştir.
Cenâb-ı Hak, bizleri Hz. Şuayb’ın (a.s.) temsil ettiği adâlet, dürüstlük ve güzel ahlâk faziletlerinden ayırmasın. O’nun ve bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
***********
Hz. Mûsâ (a.s.), “Ulu’l-Azm” (en büyük peygamberler) olarak bilinen beş büyük resûlden biridir ve kendisine “Kelîmullâh” (Allah ile doğrudan konuşan) sıfatı bahşedilmiştir. O’nun hayatı, en küçük teferruatına kadar Kur’ân’da zikredilerek, bizlere iman, sabır, tevekkül, liderlik ve zulme karşı mücadelenin en âlî derslerini sunar.
BÖLÜM 1: ZULMÜN GÖLGESİNDEKİ DOĞUM
Mısır diyarı, o devirde kendini ilâh yerine koyan (enaniyetinin zirvesinde) gaddar bir hükümdar olan Firavun’un idaresi altındaydı. Firavun, Hz. Yûsuf (a.s.) neslinden gelen İsrâiloğullarını (Benî İsrâil) köleleştirmiş, onlara en ağır işleri gördürüyor ve büyük bir zulüm uyguluyordu.
Bir gece Firavun, korkunç bir rüya gördü. Rüyasında, Kudüs tarafından gelen bir ateşin Mısır’ı sardığını ve kendi halkı olan Kıptîleri yakıp kül ettiğini, ancak İsrâiloğullarına dokunmadığını gördü. Bu rüyayı tabir ettirdiğinde, kâhinler ona şöyle dedi: “İsrâiloğullarından doğacak bir erkek çocuk, senin saltanatını yerle bir edecek.”
Bu haber üzerine Firavun’un zulmü daha da arttı. İsrâiloğullarından doğan bütün erkek çocukların derhal katledilmesini emretti. İşte böyle karanlık, kan ve gözyaşı dolu bir zamanda, Allah’ın takdiriyle bir nur parladı ve Hz. Mûsâ dünyaya geldi.
Annesi (Kur’ân’da ismi geçmez, ancak tefsirlerde Yukâbed olarak zikredilir), evladını cellatlardan nasıl koruyacağını bilemez haldeyken, kalbine Allah’tan bir ilham (vahiy) geldi:
“Mûsâ’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu denize (Nil nehrine) bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas, 28/7 )
Annesi, Rabbine tam bir teslimiyetle, içi oyulmuş bir sandığın içine ciğerparesini koydu ve onu azgın Nil nehrinin sularına bıraktı. Ablasına da, “Onu takip et” diye tembihledi.
BÖLÜM 2: SARAYA DÜŞEN EMANET
Nehirde süzülen sandık, kaderin bir cilvesiyle, tam da o çocuğun ölüm fermanını imzalayan Firavun’un sarayının bahçesine ulaştı. Saray hizmetlileri sandığı bulup Firavun’un hanımı Hz. Âsiye’ye getirdiler. Hz. Âsiye, son derece merhametli ve imanını gizleyen sâliha bir kadındı. Çocuğun nur yüzünü görür görmez kalbi ona ısındı.
Firavun çocuğu görünce derhal öldürülmesini emretti. Fakat Hz. Âsiye, kocasına yalvardı:
“Firavun’un karısı dedi ki: ‘Bana da, sana da bir göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur veya onu evlat ediniriz.’ Oysa onlar (işin sonunu) bilmiyorlardı.” (Kasas, 28/9 )
Allah, Firavun’un kalbini hanımının sözlerine meylettirdi ve Mûsâ’nın sarayda yaşamasına izin verdi. Fakat bir problem vardı; bebek hiçbir sütanneyi emmiyordu. Sarayda bir telaş başladı. Onu uzaktan takip eden ablası, hemen bir teklifte bulundu: “Size bu çocuğa iyi bakacak bir aile tavsiye edebilir miyim?”
Teklifi kabul edilince, hemen kendi annesini saraya getirdi. Hz. Mûsâ, annesinin göğsünü hemen kabul etti. Böylece Allah, vadini yerine getirmiş, hem Mûsâ’yı korumuş hem de “Onu sana döndüreceğiz” sözüyle annesinin gözyaşlarını dindirmişti.
Hz. Mûsâ, Firavun’un sarayında bir prens gibi büyüdü. En iyi eğitimleri aldı, sarayın bütün imkânlarından faydalandı. Ancak kalbi ve fıtratı her zaman ezilen kavmi İsrâiloğullarındandı.
BÖLÜM 3: MEDYEN’E HİCRET
Hz. Mûsâ delikanlılık çağına geldiğinde, güçlü, kuvvetli ve hikmet sahibi biri olmuştu. Bir gün, kimsenin görmediği bir vakitte şehre indi. Şehirde iki adamın kavga ettiğini gördü; biri kendi kavminden (İsrâiloğullarından), diğeri ise Firavun’un kavminden (Kıptî) idi. Kendi kavminden olan ondan yardım istedi.
Hz. Mûsâ, zalim Kıptî’ye bir yumruk vurdu. Niyeti öldürmek değildi, sadece zulmü engellemekti. Fakat darbesi o kadar şiddetliydi ki, adam oracıkta öldü. Hz. Mûsâ, bu istemeden işlediği fiilden dolayı derin bir pişmanlık duydu ve hemen Rabbine sığındı:
“Mûsâ, ‘Bu, şeytanın işidir. O, gerçekten apaçık bir saptırıcı düşmandır’ dedi. Mûsâ, ‘Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla’ dedi. Allah da onu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Kasas, 28/15-16 )
Ertesi gün, aynı adamın başka biriyle kavga ettiğini gördü ve onu azarlamak istedi. Adam korkuyla, “Dün birini öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?” deyince, Hz. Mûsâ’nın bir gün önce bir Kıptî’yi öldürdüğü haberi yayıldı.
Saraydan haberi alan bir adam koşarak geldi ve “Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için plan yapıyorlar, hemen burayı terk et!” dedi. Hz. Mûsâ, arkasına bile bakmadan, korku ve endişe içinde Mısır’dan kaçtı ve Medyen diyarına doğru yola koyuldu.
BÖLÜM 4: MEDYEN’DE HİZMET VE YUVA
Günlerce süren yorucu bir yolculuktan sonra Medyen’e vardı. Bir su kuyusunun başında, hayvanlarını sulamak için bekleyen kalabalık bir çoban grubu ve onlardan ayrı duran iki genç kız gördü. Kızlar, sürülerini sulamak için erkeklerin çekilmesini bekliyordu. Hz. Mûsâ onlara yardım etti, ağır kuyu taşını tek başına kaldırarak onların sürüsünü suladı.
Kızlar eve erken dönünce, babaları (tefsirlerde Hz. Şuayb (a.s.) olduğu kuvvetle rivayet edilir) durumu sordu. Kızlar, “Çok güçlü ve güvenilir (Kavî ve Emîn)” bir yabancının kendilerine yardım ettiğini söyledi. Babaları, bu iyiliğin karşılığını vermek için Hz. Mûsâ’yı evine davet etti.
Hz. Mûsâ, başından geçenleri anlattı. Yaşlı zat ona güvende olduğunu söyledi. Kızlarından biri babasına, “Babacığım, onu ücretle tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı, hem güçlü hem de güvenilir olandır” dedi.
Hz. Şuayb (a.s.), Mûsâ’nın bu dürüstlüğüne ve gücüne hayran kalarak ona bir teklifte bulundu:
“Dedi ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, o da senden olur. Ben sana zorluk çıkarmak istemem. İnşaallah, beni sâlih kimselerden bulacaksın.'” (Kasas, 28/27 )
Hz. Mûsâ bu teklifi kabul etti. On yıllık süreyi (daha faziletli olanı seçerek) tamamladı, evlendi ve Medyen’de bir aile kurdu.
BÖLÜM 5: TÛR DAĞI’NDA İLÂHÎ VAZİFE (RİSÂLET)
Medyen’deki süresi dolduğunda, Hz. Mûsâ ailesiyle birlikte Mısır’a dönmek üzere yola çıktı. Gece vakti, soğuk bir havada yollarını kaybettiler. Uzakta, Tûr Dağı’nın yamacında bir ateş gördü. Ailesine, “Siz burada bekleyin, ben bir ateş gördüm. Ya size oradan bir kor getiririm (ısınmanız için) ya da bir haberci bulurum (yol sormak için)” dedi.
Ateşe yaklaştığında, ne yakından ne uzaktan sönmeyen, yakmayan ama aydınlatan mübarek bir ağaçtan (çalı) bir ses duydu:
“Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaçtan şöyle seslenildi: ‘Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.'” (Kasas, 28/30 )
Ve Tâhâ Sûresi’nde bu ilk konuşma şöyle tasvir edilir:
“Oraya vardığında kendisine şöyle seslenildi: ‘Ey Mûsâ! Ben şüphesiz senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ’dasın. Ben seni (peygamber olarak) seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle.'” (Tâhâ, 20/11-13 )
Hz. Mûsâ, hayatının en büyük anını yaşıyordu. Allah (c.c.) ile doğrudan konuşuyordu. Allah ona, “Elindeki nedir?” diye sordu. Mûsâ, “O benim asâmdır (bastonumdur)” dedi ve ne işe yaradığını anlattı. Allah, “Onu yere at!” buyurdu. Yere attığı anda asâ, hızla hareket eden bir yılana dönüştü. Hz. Mûsâ korktu. Allah, “Korkma, tut onu! Biz onu eski haline döndüreceğiz” buyurdu.
İkinci bir mucize olarak, “Elini koynuna sok, kusursuz ve bembeyaz çıksın” (Yed-i Beyzâ) buyurdu. Bu iki büyük mucize, Firavun’a gitmesi için ona verildi.
Hz. Mûsâ, bu ağır vazife için Rabbinden yardım istedi. Kekemeliği olduğunu (çocukken ağzına ateş atması rivayetine dayanır), bu yüzden kardeşi Hârun’un kendisinden daha fasih (düzgün konuşan) olduğunu belirterek onu da vezir (yardımcı) olarak istedi.
“(Mûsâ) dedi ki: ‘Rabbim! Gönlüme ferahlık ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu çöz ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden birini, kardeşim Hârun’u yardımcı yap. Onunla gücümü artır. Onu işime ortak et.'” (Tâhâ, 20/25-32 )
Allah, onun bu duasını kabul etti ve iki kardeşi de peygamberlikle şereflendirerek, en azgın tirana, Firavun’a gönderdi.
BÖLÜM 6: FİRAVUN İLE YÜZLEŞME VE SİHİRBAZLAR
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun, Firavun’un sarayına geldiler. “Biz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz. İsrâiloğullarını bizimle gönder, onlara zulmetme” dediler.
Firavun, bu sözler karşısında kibirlendi ve alay etti: “Sen bizim içimizde büyüyüp yetişmedin mi? O yaptığın işi (adam öldürmeyi) de yapmadın mı? Sen nankörün birisin!”
Hz. Mûsâ, o fiili istemeden işlediğini ve Rabbine sığındığını belirttikten sonra, Firavun’a “Âlemlerin Rabbi”nin kim olduğunu anlattı. Firavun ise enaniyetle, “Sizin en yüce rabbiniz benim!” (Nâziât, 79/24) diyerek küfründe ısrar etti. Hz. Mûsâ ona mucizelerini gösterdi.
Firavun ve adamları, bunun büyük bir sihir olduğunu iddia ettiler. “Ey Mûsâ! Eğer iddianda doğruysan, bütün Mısır’ın en usta sihirbazlarıyla bir bayram günü halkın önünde karşılaş.” dediler.
Belirlenen günde, Mısır’ın dört bir yanından gelen en mâhir sihirbazlar toplandı. Firavun onlara büyük mükâfatlar vadetti. Sihirbazlar, “Önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” dediler. Hz. Mûsâ, “Siz atın” dedi.
“Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve değnekleri kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Mûsâ, birden içinde bir korku hissetti. ‘Korkma!’ dedik. ‘Muhakkak ki sen, evet sen galip geleceksin.'” (Tâhâ, 20/66-68 )
Allah’ın emriyle Hz. Mûsâ asâsını yere attı. Asâ, dev bir ejderhaya dönüştü ve sihirbazların göz boyamak için yaptıkları bütün ipleri ve değnekleri bir anda yuttu.
Sihirbazlar, bunun bir sihir olmadığını, beşerî gücün üstünde İlâhî bir mucize olduğunu anladılar. Onlar sihrin en iyisini biliyorlardı ve Mûsâ’nın yaptığının sihirle ilgisi olmadığını ilk onlar fark etti. Derhal secdeye kapandılar ve “Biz, Hârun ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik” dediler.
Firavun çılgına döndü. “Ben size izin vermeden mi ona iman ettiniz? O size sihri öğreten büyüğünüzdür! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve sizi hurma kütüklerine astıracağım!” diye tehdit etti.
Fakat kalplerine iman nuru giren sihirbazlar, “Bize gelen bu apaçık delillerden sonra seni tercih edemeyiz. Ne yaparsan yap. Biz Rabbimize dönüyoruz” diyerek şehadeti göze aldılar. Bu, hakkın bâtıla ilk büyük galebesiydi.
BÖLÜM 7: MU’CİZELER VE KIZILDENİZ’İN YARILMASI
Sihirbazların iman etmesi Firavun’u durdurmadı, aksine zulmünü artırdı. İman edenlere ve İsrâiloğullarına işkenceyi çoğalttı. Bunun üzerine Allah, Firavun kavminin üzerine “Dokuz Açık Mucize” gönderdi. Kur’ân’da (A’râf Sûresi, 133. Ayet) bunların bir kısmı şöyle sıralanır: Tufan (sel), Çekirge istilası, Haşerat (Kımıl/bit), Kurbağalar ve Kan (içtikleri suların kana dönüşmesi).
Her musibet geldiğinde Firavun, Hz. Mûsâ’ya gelip, “Rabbine dua et, bu belayı kaldırsın, İsrâiloğullarını seninle göndereceğim” diyor; bela kalkınca da sözünden dönüyordu.
Artık son nokta gelmişti. Allah, Hz. Mûsâ’ya İsrâiloğullarını toplayıp gece Mısır’dan çıkmasını vahyetti. Firavun, durumu fark ettiğinde devasa bir orduyla peşlerine düştü.
İsrâiloğulları şafak vakti Kızıldeniz’in (Bahr-i Ahmer) kenarına vardılar. Arkalarında Firavun’un ordusu, önlerinde ise azgın dalgalar vardı. Büyük bir korkuya kapıldılar:
“İki topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın arkadaşları, ‘Eyvah! Yakalandık’ dediler.” (Şuarâ, 26/61 )
Hz. Mûsâ, iman ve tevekkülün zirvesinde şu cevabı verdi:
“Mûsâ, ‘Asla! Rabbim muhakkak benimledir, bana bir çıkış yolu gösterecektir’ dedi.” (Şuarâ, 26/62 )
O anda vahiy geldi:
“Bunun üzerine Mûsâ’ya, ‘Asân ile denize vur’ diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her bir parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ, 26/63 )
Denizin ortasında on iki kabile için on iki kuru yol açıldı. İsrâiloğulları karşı kıyıya geçti. Firavun ve ordusu da kibre kapılarak aynı yoldan denize girdiler. Son askeri de denize girdiğinde, Allah’ın emriyle sular kapandı.
Firavun boğulurken, o meşhur sözünü söyledi: “İsrâiloğullarının inandığından başka ilâh olmadığına inandım!” Fakat son anda, çaresizlik içindeki bu iman kabul edilmedi. Allah, “Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiştin!” buyurdu ve O’nun cansız bedeninin, sonraki nesillere ibret olması için kurtarılacağını bildirdi (Yûnus, 10/90-92).
BÖLÜM 8: ÇÖLDE İMTİHAN VE ALTIN BUZAĞI
İsrâiloğulları artık hürdü. Ancak Mısır’daki kölelik ruhu ve nankörlük tabiatları peşlerini bırakmadı. Çölde (Tîh) imtihanları başladı.
Putlara tapan bir kavim gördüler, “Ey Mûsâ, bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yap” dediler. Acıktılar; Allah onlara gökten “Kudret Helvası (Menn)” ve “Bıldırcın Eti (Selvâ)” indirdi. Susadılar; Hz. Mûsâ asâsıyla taşa vurdu, on iki kabilenin her biri için on iki pınar fışkırdı.
Allah, Hz. Mûsâ’yı İlâhî emirleri (Tevrat Levhalarını) alması için Tûr Dağı’na 40 günlüğüne davet etti. Hz. Mûsâ, kardeşi Hârun’u (a.s.) kavminin başına vekil bıraktı.
Hz. Mûsâ Tûr’da iken, kavmin içinde Sâmirî adında fitneci bir adam ortaya çıktı. İsrâiloğullarından topladığı altın ziynetleri eritti ve ondan böğüren bir “Altın Buzağı” heykeli yaptı. “İşte sizin de Mûsâ’nın da ilâhı budur, fakat Mûsâ unuttu” dedi.
Kavmin çoğu bu fitneye kapıldı ve buzağıya tapmaya başladı. Hz. Hârun onları engellemeye çalıştı, “Bu bir imtihandır, sizin Rabbiniz Rahmân’dır” dedi, ancak onu dinlemediler, hatta neredeyse öldüreceklerdi.
Hz. Mûsâ, Levhalar ile Tûr’dan döndüğünde kavminin buzağıya taptığını görünce, derin bir gazap ve üzüntüye kapıldı. Elindeki Levhaları (kutsal tabletleri) öfkeyle yere bıraktı, kardeşi Hârun’un sakalından ve başından tutarak ona hesap sordu. Hz. Hârun, “Anamın oğlu! Kavim beni zayıf gördü, az kalsın beni öldüreceklerdi” diyerek mazaretini bildirdi.
Hz. Mûsâ, Sâmirî’yi lanetleyerek sürgüne gönderdi. Bu büyük günahtan (şirk) dolayı kavmine çok ağır bir tövbe emredildi.
BÖLÜM 9: TÎH ÇÖLÜ VE VEFAT
Hz. Mûsâ, kavmini toparladı ve onlara Allah’ın vaat ettiği Kutsal Topraklara (Arz-ı Mev’ûd / Filistin) girmelerini emretti. “Orada zorba (Amâlika) bir kavim var, onlarla savaşın, Allah size yardım edecektir” dedi.
Fakat İsrâiloğulları yine korkaklık gösterdiler ve o meşhur nankör sözü söylediler:
“Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Git, sen ve Rabbin savaşın. Biz burada oturacağız.'” (Mâide, 5/24 )
Bu büyük isyan ve nankörlük üzerine Allah (c.c.) onlara o kutsal toprakları kırk yıl haram kıldı.
“Allah, ‘O halde, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. (Bu süre içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık böyle yoldan çıkmış kavme üzülme’ dedi.” (Mâide, 5/26 )
İsrâiloğulları, “Tîh Çölü” denilen o bölgede tam kırk yıl boyunca şaşkın ve hedefsizce dolaştılar. O isyan eden neslin tamamı çölde öldü. Yeni, hürriyete alışkın, çölün zorluklarıyla pişmiş yeni bir nesil yetişti.
Hz. Hârun (a.s.) bu kırk yıllık sürede vefat etti. Ardından, Tîh Çölü’ndeki sürenin sonlarına doğru, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) da eceli geldi. Rivayete göre, vefatından önce Kutsal Topraklara bir taş atımı mesafeye kadar yaklaşmayı Rabbinden niyaz etmiş ve orada ruhunu teslim etmiştir.
HÂTİME: KELÎMULLÂH’IN MİRASI
Hz. Mûsâ’nın (a.s.) vefatından sonra, onun yetiştirdiği genç yardımcısı Hz. Yuşâ (a.s.), yeni neslin başına geçti ve Allah’ın izniyle Kutsal Toprakları fethetti.
Hz. Mûsâ’nın hayatı; bir zulüm diyarında doğup, o zulmün merkezinde (sarayda) büyüyen, İlâhî bir terbiye ile Mısır’dan Medyen’e hicret eden, Tûr Dağı’nda “Kelîmullâh” olma şerefine eren ve en azgın bir zorbaya (Firavun) karşı tevhid mücadelesi veren bir Ulu’l-Azm peygamberin destanıdır.
O’nun kıssası, ne kadar zor durumda olunursa olunsun Allah’a tevekkül etmenin, nankör bir kavme liderlik yaparken sabretmenin ve hakkı tebliğ ederken asla yılgınlığa düşmemenin en büyük timsalidir. O’nun mücadelesi, kıyamete kadar hak ile bâtılın mücadelesine ışık tutmaya devam edecektir.
*********
Bismillahirrahmanirrahim
HİLM VE FESAHAT PEYGAMBERİ: HAZRET-İ HÂRÛN (Aleyhisselâm)
Mısır toprakları, tarihin en karanlık zulümlerinden birine sahne oluyordu. Firavun adındaki zalim hükümdar, kendisine ilahlık isnat ediyor, İsrailoğulları’nı (Benî İsrail) köleleştiriyor ve doğan erkek çocuklarını katlediyordu. İşte böyle bir dehşet ve ümitsizlik devrinde, İmran ailesinin hanesinde, kaderi büyük peygamberle kesişecek bir çocuk dünyaya geldi: Hârûn.
O, kendisinden küçük olan kardeşi Hazret-i Mûsâ’dan (a.s.) farklı olarak, bu katliam fermanından önce doğmuştu. Aynı hanede, aynı iman pınarıyla büyüdüler. Hârûn, tabiatı icabı halîm (yumuşak huylu), sabırlı ve hepsinden mühimi, lisanı son derece fasih (düzgün ve tesirli konuşan) bir zât idi.
İlâhî Vazife ve Bir Kardeşin Duası
Yıllar geçti. Kardeşi Mûsâ, saraydan uzaklaşmış, Medyen’e gitmiş ve Tûr-i Sînâ’da (Sina Dağı) ilâhî vahye mazhar olmuştu. Cenâb-ı Hak, ona en zorlu vazifeyi vermişti: Zalim Firavun’a gitmek, onu imana davet etmek ve İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarmak.
Bu, beşer takatinin zorlanacağı bir vazifeydi. Hazret-i Mûsâ, hem vazifenin ağırlığı hem de Firavun’a karşı geçmişte yaşadığı hadiseler sebebiyle bir endişe hissetti. Lisanında, rivayetlere göre küçükken ağzına attığı bir kordan kalma bir pelteklik (veya tutukluk) vardı. En zorlu anında, Rabbine sığındı ve tarihteki en samimi, en derûnî dualardan birini yaptı. Sadece kendisi için değil, bu kutlu davada kendisine omuz verecek en güvendiği kişi için de istekte bulundu.
Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Mûsâ’nın bu yakarışını şöyle tasvir eder (Meali):
“(Mûsâ), ‘Bana ailemden birini yardımcı ver. Kardeşim Hârûn’u. Onunla gücümü artır. Onu işime ortak et ki, seni çok tesbih edelim ve seni çok analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin’ dedi. Allah da, ‘Ey Mûsâ! İstediklerin sana verilmiştir’ dedi.” (Tâhâ, 20/29-36)
Cenâb-ı Hak, sadece Hazret-i Mûsâ’nın duasını kabul etmekle kalmadı, aynı zamanda Hârûn’a da nübüvvet (peygamberlik) ihsan etti. İki kardeş, artık tek bir vazifede birleşmişti. Hazret-i Mûsâ “Resûl” (elçi peygamber), Hazret-i Hârûn ise onun en büyük yardımcısı ve “Vezir”i idi.
Hazret-i Mûsâ, kardeşinin lisanının güzelliğine de itimat ediyordu. Nitekim başka bir ayette şöyle niyaz etmişti:
“Kardeşim Hârûn’un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle gönder. Çünkü ben, onların beni yalanlamalarından korkuyorum.’ Allah dedi ki: ‘Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir güç vereceğiz ki, bu sayede âyetlerimizle (mucizelerimizle) onlar size ulaşamayacaklar. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz.’” (Kasas, 28/34-35)
Firavun’un Huzurunda Hak Söz
İki kardeş peygamber, Firavun’un kibir dolu sarayına korkusuzca girdiler. Hazret-i Hârûn, kardeşi Mûsâ’nın yanında dimdik durdu. Hazret-i Mûsâ tebliğini yapıyor, mucizelerini (Asâ ve Yed-i Beyzâ) gösteriyor; Hazret-i Hârûn da onun sözlerini teyit ediyor, fesahatiyle davasını kuvvetlendiriyordu.
Sihirbazlarla olan büyük karşılaşmada, iman ve küfrün mücadelesinde Hârûn (a.s.), Mûsâ (a.s.) ile birlikteydi. Zulmün arttığı, İsrailoğulları’nın ümitsizliğe kapıldığı her anda, kavimlerine sabrı ve Allah’ın vaadini hatırlatan iki rehber oldular.
Nihayet, mucizevî “Çıkış” (Hicret) vakti geldi. Kızıldeniz, Allah’ın emriyle yarıldı. İki kardeş peygamber, kavimleriyle birlikte selâmete ererken, Firavun ve ordusu kibirlerinin bedelini sularda boğularak ödedi.
En Büyük İmtihan: Altın Buzağı Fitnesi
Mısır’dan kurtuluş, mücadelenin sonu değil, İsrailoğulları’nın çetin imtihanlarının başlangıcıydı. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ’yı Tevrat levhalarını (Elvâh) alması için Tûr Dağı’na çağırdı. Bu müddet otuz gece olarak belirlenmiş, sonra on gece daha ilave edilerek kırk geceye tamamlanmıştı.
Hazret-i Mûsâ, dağa çıkmadan önce kavminin başına güvendiği vekili, kardeşi Hazret-i Hârûn’u bıraktı. Ona vazifesini net bir şekilde bildirdi:
“Mûsâ ile otuz gece sözleştik ve ona on gece daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Hârûn’a, ‘Kavmim içinde benim yerime geç, onları düzelt ve bozguncuların yoluna uyma’ dedi.” (A’râf, 7/142)
Hazret-i Hârûn, bu ağır emaneti yüklendi. Fakat İsrailoğulları’nın tabiatında Mısır’dan miras kalan bir putperestlik eğilimi gizliydi. İçlerinden Sâmirî adında fitneci bir adam çıktı. Mısır’dan getirdikleri ziynet eşyalarını eritti ve böğüren bir buzağı heykeli yaptı. Kavme, “İşte sizin de Mûsâ’nın da ilahı budur, fakat Mûsâ unuttu!” dedi.
Kavmin büyük bir kısmı bu fitneye kapıldı. Hazret-i Hârûn, bu korkunç şirke ve nankörlüğe derhal müdahale etti. Onları en yumuşak üslubuyla (hilm ile) ikaz etti:
“Andolsun, Hârûn onlara daha önce, ‘Ey kavmim! Siz ancak bu buzağı ile imtihan edildiniz. Sizin Rabbiniz şüphesiz Rahmân’dır. Haydi bana uyun ve emrime itaat edin’ demişti. Onlar, ‘Mûsâ bize dönünceye kadar buzağıya tapmaya devam edeceğiz’ demişlerdi.” (Tâhâ, 20/90-91)
Hazret-i Hârûn’un yumuşak huylu ikazları kâr etmedi. Azgınlaşan kavim, Hazret-i Hârûn’u dinlemediği gibi, onu tehdit etti. Tefsirlerde belirtildiğine göre, onu zayıf gördüler ve neredeyse öldürmeye kastettiler.
Hazret-i Hârûn (a.s.), bir tereddütte kaldı: Ya buzağıya tapanlara karşı şiddet kullanıp kavmi ikiye bölecek (ve belki bir iç savaş çıkacaktı) ya da kardeşi Mûsâ’nın dönüşünü bekleyip, bu tefrikanın (ayrılığın) vebalini almayacaktı. O, daha büyük bir fitneyi, yani kavmin bölünmesini engellemek için sabretmeyi seçti.
İki Kardeşin Yüzleşmesi ve Duası
Hazret-i Mûsâ, Tûr’dan ilâhî levhalarla döndüğünde, kavmini buzağıya tapar halde görünce dehşete kapıldı. Öfkesi (celâli) o kadar şiddetliydi ki, elindeki levhaları bıraktı ve bu isyanın hesabını sormak için doğruca vekili olan kardeşinin üzerine yürüdü.
Kur’ân-ı Kerîm, bu dokunaklı sahneyi şöyle tasvir eder:
“Mûsâ, kavmine kızgın ve üzgün olarak döndüğünde, ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?’ dedi. (Öfkesinden) levhaları attı ve kardeşinin (Hârûn’un) başından tuttu, onu kendisine doğru çekmeye başladı. (Hârûn), ‘Ey anamın oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler de neredeyse beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zalimler topluluğu ile bir tutma’ dedi.” (A’râf, 7/150)
Başka bir surede Hazret-i Hârûn’un izahatı daha tafsilatlıdır:
“Hârûn dedi ki: ‘Ey annemin oğlu! Saçımdan sakalımdan tutma! Ben, ‘İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözüme bakmadın’ demenden korktum.’” (Tâhâ, 20/94)
Hazret-i Hârûn’un bu masumiyet dolu ve tefrikadan kaçınma hikmetini belirten cevabı, Hazret-i Mûsâ’nın celâlini dindirdi. Kardeşinin haklı olduğunu, zayıf bırakıldığını ve elinden geleni yaptığını anladı. Öfkesi, Sâmirî’ye ve kavme yöneldi. O an, ellerini Rabbine açarak hem kendisi hem de vefakâr kardeşi için şöyle dua etti:
“(Mûsâ), ‘Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetine sok. Sen merhametlilerin en merhametlisisin’ dedi.” (A’râf, 7/151)
Tîh Çölü’nde Bir Hayat ve Vefatı
Buzağı fitnesi ağır bir tövbe ile neticelendi. Fakat İsrailoğulları’nın isyankârlığı bitmedi. Kutsal topraklara (Filistin’e) girmeleri emredildiğinde korktular ve “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız” (Mâide, 5/24) diyerek tekrar isyan ettiler.
Cezaları, 40 yıl boyunca Tîh Çölü’nde başıboş dolaşmak oldu.
Hazret-i Hârûn, bu 40 yıllık çöl hayatında da kavmine rehberlik etti. Hazret-i Mûsâ ile birlikte onların sıkıntılarına katlandı, onlara peygamberlik vazifesini icra etti.
İslâm tarihi kaynaklarına ve rivayetlere göre, Hazret-i Hârûn (a.s.), kardeşi Hazret-i Mûsâ’dan (a.s.) önce, Tîh Çölü’ndeki bu yolculuk esnasında vefat etmiştir. Vefatının nasıl olduğuna dair çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte, hepsinin ortak noktası, onun Allah’ın rahmetine kavuştuğu ve çöldeki imtihanını tamamladığıdır.
Hazret-i Hârûn’un hayatı; sadakatin, hilm ile tebliğin, zor zamanda kardeşine destek olmanın ve fitne karşısında tefrikayı değil, birliği (vahdeti) öncelemenin en güzel misallerinden biri olarak İslâm tarihinde yerini almıştır. O, Allah’ın lütfuyla peygamber olmuş, en zorlu vazifede en büyük peygamberlerden birine “vezir” kılınmış mübarek bir nebîdir.
Allah’ın selâmı onun, kardeşi Mûsâ’nın ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
***********
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Kur’an-ı Kerim’de ismi zikredilen, ancak hayatına dair tafsilatlı malumatın daha çok tefsir ve tarih kaynaklarında yer aldığı peygamberlerden biri de Hazreti Zülkifl’dir (Aleyhisselam).
O, sabrı, ahde vefası ve yüklendiği ağır mesuliyeti (kefaleti) yerine getirmesiyle anılan mübarek bir şahsiyettir.
İşte, İslâmî kaynakların ışığında, sabır ve kefalet timsali Hz. Zülkifl’in (a.s.) ibret dolu hayat hikâyesi.
1. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Zülkifl
Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim, Hz. Zülkifl’i (a.s.) iki yerde, büyük peygamberlerle birlikte zikreder ve onun en belirgin vasfına, yani “sabrına” ve “salihlerden” (iyi kullardan) oluşuna dikkat çeker:
a) Enbiyâ Suresi’nde:
Cenâb-ı Hak, bazı peygamberlerin faziletlerini sayarken onu şöyle anar:
وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِدْر۪يسَ وَذَا الْكِفْلِۜ كُلٌّ مِنَ الصَّابِر۪ينَۚ ﴿85﴾
وَاَدْخَلْنَاهُمْ ف۪ي رَحْمَتِنَاۜ اِنَّهُمْ مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿86﴾
(Meali): “İsmâil, İdrîs ve Zülkifl’i de an. Hepsi de sabredenlerdendi. Onları da rahmetimize soktuk. Şüphesiz onlar sâlih kimselerdi.” (Enbiyâ, 21/85-86)
Bu ayetler, onun peygamberlik silsilesi içindeki yerini teyit eder ve Allah’ın rahmetine mazhar olmasının sebebini “sabrı” ve “salih” amelleri olarak tasvir eder.
b) Sâd Suresi’nde:
Yine Kur’an-ı Kerim’de, hayırlı kullar arasında zikredilir:
وَاذْكُرْ اِسْمٰع۪يلَ وَالْيَسَعَ وَذَا الْKِفْلِۜ وَكُلٌّ مِنَ الْاَخْيَارِۜ ﴿48﴾
(Meali): “İsmâil’i, Elyesa’ı ve Zülkifl’i de an. Hepsi de en hayırlı kimselerdendi.” (Sâd, 38/48)
Kur’an-ı Kerim, onun hayatına dair tafsilata girmez, ancak bu övgüler, onun Allah katındaki yüksek mertebesini göstermeye kâfidir.
2. “Zülkifl” İsminin Manası ve Kimliği
Tefsir âlimleri, onun hakkında daha geniş malumat verebilmek için öncelikle isminin manası üzerinde durmuşlardır.
• “Zü” (ذُو): Arapça’da “sahip” manasına gelir.
• “el-Kifl” (الْكِفْل): Bu kelime “kefalet”, “sorumluluk”, “pay”, “nasip” veya “büyük bir yük” gibi manalara gelir.
Dolayısıyla “Zülkifl”; “Kefalet Sahibi”, “Ağır Sorumluluk Yüklenen”, “Büyük Pay Sahibi” veya “Verdiği Sözün Kefili Olan” demektir. Bu ismin, onun hayatındaki meşhur bir hadiseye dayandığı rivayet edilir.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarında (mesela Taberî, İbn Kesîr gibi müfessirlerin eserlerinde) Hz. Zülkifl’in kim olduğuna dair farklı görüşler vardır:
• Hz. Eyyûb’un (a.s.) Oğlu: En yaygın rivayetlerden biri, onun Hz. Eyyûb’un (a.s.) oğlu olduğudur. Sabır imtihanından sonra Hz. Eyyûb’a tekrar evlatlar lütfedilmiştir. Rivayete göre Zülkifl’in asıl adı “Bişr” idi, ancak yüklendiği mesuliyet sebebiyle “Zülkifl” lakabını almıştır.
• Bir Peygamber (Nebi): Âlimlerin çoğunluğu, Kur’an’da peygamberlerle birlikte anılmasından dolayı onun bir Nebi olduğunu kabul etmişlerdir.
• Salih Bir Kul veya Hâkim: Bazı âlimler ise onun peygamber olmayıp, İsrâiloğulları arasında adaletle hükmeden salih bir kul veya hâkim olduğunu belirtmişlerdir.
Bu farklı rivayetler içinde en meşhur olanı ve “Zülkifl” ismini almasına sebep olan hadise, onun adalet ve sabırla ilgili yüklendiği ağır kefalettir.
3. Kefalet Sahibi: Hz. Zülkifl’in Meşhur Kıssası
Tefsirlerde ve “Kısas-ı Enbiyâ” (Peygamber Kıssaları) kitaplarında nakledildiğine göre, hadise şöyle gelişmiştir:
İsrâiloğulları arasında, Hz. Elyesa’dan (a.s.) sonra (veya bazı rivayetlere göre Hz. Yuşâ’dan sonra) yaşlı ve salih bir kral (veya peygamber) vardı. Bu zat, artık yaşlandığını hissedince, kavmini toplayarak bir halef tayin etmek istedi. Ancak bu makama geçecek kişide çok ağır vasıflar arıyordu.
Kavmine şöyle seslendi:
“İçinizden kim, üç şeyi yapmaya bana söz verirse, onu yerime halef tayin edeceğim:
• Gündüzleri saim (oruçlu) olmak.
• Geceleri kaim (namazda ve ibadette) olmak.
• Asla gazaplanmamak (öfkelenmemek).”
Bu şartlar o kadar ağırdı ki, topluluktan kimse öne çıkmaya cesaret edemedi. Derin bir sessizlik oldu.
O sırada, topluluğun en gençlerinden olan ve o vakte kadar “Bişr” adıyla bilinen bir delikanlı ayağa kalktı:
“Ey Allah’ın kulu (veya Nebisi)! Ben bu şartlara kefil olurum!”
Yaşlı hâkim gence baktı, onun tecrübesiz olduğunu düşünerek teklifini kabul etmedi ve sözünü üç defa tekrarladı. Her defasında kalabalıktan sadece aynı genç ayağa kalktı ve “Ben bu ağır yüke kefilim!” dedi.
Üçüncü seferin sonunda, yaşlı zat, bu gençteki azmi ve ihlası gördü. Verdiği sözün ağırlığını bildiği halde onu halef tayin etti. İşte o günden sonra “Bişr”, verdiği sözün kefili olduğu için “Zülkifl” (Kefalet Sahibi) olarak anılmaya başlandı.
4. Şeytanın İmtihanı ve Hz. Zülkifl’in Sabrı
Hz. Zülkifl, sözünü harfiyen tutmaya başladı. Gündüzleri devlet işleriyle meşgul oluyor, adalet dağıtıyor ve orucunu tutuyordu. Geceleri ise sabahlara kadar ibadet ediyor, çok az uyuyordu. Sadece öğle vakti, kısa bir an (kaylûle) istirahat ediyordu.
Onun bu müthiş sabrı, ahde vefası ve gazaplanmaması, İblis’i (Şeytan’ı) çileden çıkardı. İblis, yardımcılarına “Bu zatı yoldan çıkarın, onu öfkelendirin!” dedi. Fakat hiçbiri muvaffak olamadı.
Sonunda İblis, bu işi bizzat kendisi yapmaya karar verdi.
Bir gün, tam Hz. Zülkifl (a.s.) o kısacık öğle istirahatine çekileceği vakit, İblis, fakir ve mazlum bir ihtiyar kılığında sarayın kapısına geldi. Kapıdaki nöbetçilere, “Hâkimle (Zülkifl ile) görüşmem lazım, büyük bir zulme uğradım!” dedi.
Nöbetçiler, “Hâkim şu an istirahattedir, akşam divan vaktinde gelin” dediler.
İhtiyar kılığındaki İblis, feryat figan etmeye başladı: “Hakkım kayboluyor! Hâkim uyurken mazlumlar nasıl hakkını alacak!”
Gürültüyü duyan Hz. Zülkifl, kapıya geldi ve ihtiyara sordu: “Derdin nedir?”
İblis: “Kavmimden bazıları bana zulmetti, malımı gasp etti. Sizin divan vaktinizi beklersem hakkım tamamen zayi olacak!”
Hz. Zülkifl, onun halinden etkilenmişti ama geceleri ibadet, gündüzleri oruç ve devlet işleri sebebiyle çok yorgundu. Ona dedi ki: “Akşam divana gel, hasımlarını da getir, aranızda hükmedeyim.”
İblis: “Onlar zalimdir, senin divanına gelmezler!”
Hz. Zülkifl (asla öfkelenmeden): “O halde onlara benim mühürlü mektubumu götür, gelmelerini emredeyim.”
İblis: “Mektubunu da dinlemezler!”
Hz. Zülkifl, bu ısrar karşısında zerre kadar gazaplanmadı. Mazlumun hakkı, kendi istirahatinden daha mühimdi. Yorgunluğunu unutup, “Peki, kalk! Neredelerse beni oraya götür, hakkını bizzat ben alayım” dedi.
Yola koyuldular. Bir müddet gittikten sonra, ihtiyar kılığındaki İblis, “Onlar şu tarafa gitmiş olabilir” diyerek birden gözden kayboldu. Hz. Zülkifl, divan vaktine kadar onu aradı ama bulamadı. “Akşam divana gelir” diye düşündü.
Akşam oldu, divan kuruldu, fakat ihtiyar gelmedi.
Ertesi gün, tam yine Hz. Zülkifl istirahat edeceği sırada, İblis aynı kılıkta kapıda belirdi ve dünkinden daha fazla bağırmaya başladı: “Zulme uğradım, hâkim bana yardım etmedi!”
Hz. Zülkifl, yine sabırla kapıya çıktı: “Dün sana geldim, niçin kayboldun? Hasımların nerede?”
İblis: “Tam biz oradan ayrılınca geri geldiler, ama sonra yine kaçtılar!”
Hz. Zülkifl (yine öfkelenmeden): “Peki, bu gece gelmezlerse, yarın ben bizzat seninle geleceğim.”
Hz. Zülkifl, o gece yine sabaha kadar ibadet etti. Gündüz oruçlu halde devlet işlerine baktı. Öğle vakti istirahat için odasına çekildiğinde, artık aşırı yorgunluktan ayakta duracak hali kalmamıştı. Kapıdaki nöbetçilere, “Bugün çok yorgunum. Ne olursa olsun, kimseyi içeri almayın!” diye emretti ve kapısını kilitledi.
Hz. Zülkifl tam gözlerini kapatmıştı ki, odanın içinde birinin belirdiğini fark etti!
Karşısında dün gördüğü ihtiyar duruyordu.
Şaşkınlıkla yerinden fırladı: “Sen kimsin? Kapı kilitli, nöbetçilere emir verdim, sen buraya nasıl girdin?”
O anda, ihtiyar kılığı değişti ve İblis gerçek suretine yakın bir halde konuştu:
“Ben İblis’im! Seni öfkelendirmek için Allah’tan izin istedim. İki gündür yapmadığımı bırakmadım. En yorgun anını kolladım, mazlum kılığına girdim, seni uykundan ettim. Ama sen bir defa bile gazaplanmadın. Verdiğin söze (kefalete) sadık kaldın. Allah seni benim şerrimden korudu.”
Böylece İblis, mağlubiyetini itiraf ederek oradan ayrıldı.
Hz. Zülkifl (a.s.), en zor şartlarda bile sabrederek, orucunu bozmayarak, ibadetini aksatmayarak ve en önemlisi “asla gazaplanmayarak” verdiği söze, yüklendiği kefalete sadık kalmıştı.
5. Kıssadan Hisse: Hayatımız İçin Dersler
Hz. Zülkifl’in (a.s.) bu mübarek hayatı, bizlere, bilhassa gençlere şu büyük hakikatleri ders vermektedir:
• Ahde Vefa (Söze Sadakat): Bir Müslüman, verdiği sözün ağırlığını bilmeli ve o sözü yerine getirmek için (Allah rızası dâhilinde) her türlü fedakârlığı yapmalıdır. Hz. Zülkifl, ibadet, oruç ve adaleti bir arada yürütme sözünü, canı pahasına yerine getirmiştir.
• Sabır: Kur’an’ın onu “Sabredenlerden” (Min-es-Sâbirîn) diye övmesi boşuna değildir. Sabır, sadece musibete değil, aynı zamanda ibadete devam etme ve gazaplanmama konusunda da gösterilen derûnî bir kuvvettir.
• Gazabı (Öfkeyi) Yenmek: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Güçlü kimse, güreşte rakibini yenen değil, öfke anında nefsine hâkim olandır” buyurmuştur. Hz. Zülkifl’in imtihanının en zorlu noktası öfkeydi ve o, İblis’in tüm hilelerine rağmen nefsine hâkim olmayı başardı.
• Mesuliyet (Sorumluluk): Genç yaşta olmasına rağmen, ümmetin idaresi gibi ağır bir mesuliyetten kaçmamış, “Ben kefilim” diyerek öne atılmıştır.
• Adalet ve Merhamet: Bir idareci olarak, en yorgun anında bile bir mazlumun (öyle zannettiği kişinin) derdiyle dertlenmiş, kendi istirahatini değil, adaletin tecellisini ön planda tutmuştur.
Hz. Zülkifl (a.s.), Kur’an’da kısaca anılsa da, tefsirlerdeki bu rivayetlerle “sabrın”, “sözüne sadakatin” ve “öfkesine hâkim olmanın” timsali olmuş mübarek bir peygamberdir.
Cenâb-ı Hak, bizleri onun ve diğer peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) şefaatine nail eylesin ve onların ahlâkıyla ahlâklanmayı nasip etsin. Amin.
************
Bismillâhirrahmânirrahîm.
HZ. DÂVÛD (Aleyhisselâm): Peygamber, Hükümdar ve Allah’ın Halifesi
Güneşin Kudüs tepelerine henüz doğmadığı zamanlarda, Benî İsrâil (İsrailoğulları) arasında, ileride hem peygamberlik (nübüvvet) hem de hükümdarlık (mülk) şerefini birleştirecek mübarek bir çocuk dünyaya geldi. Adı Dâvûd idi. O, Hz. İbrâhim’in (a.s.) soyundan gelen, cesur yürekli ve Allah’a karşı son derece haşyet (derin saygı ve korku) sahibi bir gençti.
Hayatının ilk yılları, tabiatın içinde, koyunlarını otlatarak geçti. Bu sükûnet dolu hayat, onun derûnî tefekkürünü artırıyor, Rabbine olan bağlılığını kuvvetlendiriyordu. Eli sapan tutmakta pek mahirdi, ancak asıl mahareti, Allah’ı zikreden dilinde ve o zikre eşlik eden muazzam sesindeydi.
I. Bölüm: Genç Kahraman ve Zorba Câlût
O devirde Benî İsrâil, Câlût (Goliath) adında zalim ve devasa bir komutanın idaresindeki Amâlika kavminin zulmü altındaydı. Yurtlarından çıkarılmış, zayıf düşmüşlerdi. Allah’a yalvarıp, kendilerine savaşacak bir komutan (melik) göndermesini istediler. Allah Teâlâ, onlara Tâlût’u (Saul) hükümdar olarak seçti.
Tâlût, âlim ve güçlü bir kimseydi ancak zengin değildi. Kavmi önce itiraz etse de, peygamberlerinin (o dönemde İşmoil (a.s.) olduğu rivayet edilir) bildirdiği alâmetler (Tabut-u Sekine’nin geri gelmesi) ile ona itaat ettiler.
Tâlût, Câlût’un muazzam ordusuna karşı ordusunu topladı. Ancak bu ordu, çetin bir imtihandan geçirilecekti. Kur’ân-ı Kerîm’in tasvir ettiği üzere, bir nehir kenarında Tâlût askerlerine dedi ki: “Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna.” Askerlerin pek çoğu bu emri dinlemedi ve nehirden kana kana içti; içtikleri anda ise cesaretlerini kaybettiler. Geriye sadece Tâlût’a sadık kalan az bir zümre kaldı.
İki ordu karşı karşıya geldiğinde, Câlût, demir zırhları içinde, kibrinden kükreyerek meydana çıktı ve kendisine karşı çıkacak birini istedi. Benî İsrâil ordusunda bir sessizlik oldu. O devasa cüsseye kimse cesaret edemiyordu.
İşte o an, orduda babasının emriyle kardeşlerine yiyecek getirmek için bulunan genç Dâvûd (a.s.) öne atıldı. Tâlût, bu genç çobanın cesaretine hayran kaldı. Hz. Dâvûd, Tâlût’tan izin istedi. O, ne kılıç ne de ağır bir zırh istedi. Sadece çobanlıkta kullandığı sapanını ve yerden aldığı birkaç taşı yanına aldı.
Câlût, karşısında bu genç ve zırhsız delikanlıyı görünce alay etti. Lâkin Hz. Dâvûd, sarsılmaz bir imanla haykırdı: “Sen bana kılıç ve kalkanınla geliyorsun, ben ise sana orduların Rabbi olan Allah’ın adıyla geliyorum!”
Sapanını çevirdi ve taşı fırlattı. Allah’ın izniyle o küçük taş, Câlût’un alnına isabet etti ve o zalim dev, cansız bir şekilde yere yığıldı. Komutanlarının düştüğünü gören ordu, büyük bir bozguna uğradı.
Bu zafer, Hz. Dâvûd’un Benî İsrâil içindeki şanını yüceltti. Kur’ân-ı Kerîm bu hadiseyi şöyle zikreder :
“Derken, Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah, ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”
(Bakara, 2/251)
Tâlût’un vefatından sonra, halk Hz. Dâvûd’un etrafında birleşti. Böylece Allah Teâlâ, ona hem hükümdarlık hem de peygamberlik lütfetti.
II. Bölüm: Zebûr’un İndirilişi ve Muazzam Sesi
Hz. Dâvûd, sadece bir kral değil, aynı zamanda Allah’ın vahyine mazhar olan bir peygamberdi. Allah (c.c.) ona, dört büyük kitaptan biri olan “Zebûr”u indirdi.
“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Andolsun, biz peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.”
(İsrâ, 17/55)
Zebûr, yeni bir şeriat (hukuk düzeni) getirmiyordu; Hz. Mûsâ’nın (a.s.) şeriatını (Tevrat’ı) tasdik ediyor ve kuvvetlendiriyordu. Muhtevası daha çok Allah’a hamd, dua, zikir ve hikmetli nasihatlerden ibaretti.
Hz. Dâvûd’a (a.s.) verilen en büyük mucizelerden biri, sesinin güzelliğiydi. O, Zebûr’u okumaya başladığında, sesi o kadar tesirli ve derûnî olurdu ki, sadece insanlar değil, tabiat dahi ona iştirak ederdi.
Dağlar onunla beraber Allah’ı tesbih eder, yankılanırdı. Kuşlar gökyüzünde durur, cıvıltılarıyla onun zikrine katılırdı. Bu, zahiri bir mucize olduğu kadar, kâinatın Hâlık’ını (Yaratıcısını) zikretme noktasındaki cihan şümul ahengin de bir isbatıydı.
“Sabret! Kulumuz Dâvûd’u, o kuvvet sahibi olanı an. O, hep Allah’a yönelirdi. Biz dağları onun emrine vermiştik. Akşam sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu hâlde onun emrine vermiştik. Hepsi de ona uyarak zikrederlerdi.”
(Sâd, 38/17-19)
III. Bölüm: Demiri Yumuşatan Peygamber
Hz. Dâvûd (a.s.), bir hükümdar olmasına rağmen, kendi elinin emeğiyle geçinirdi. Allah Teâlâ, ona kimseye vermediği bir sanat ve mucize daha bahşetmişti: Demiri hamur gibi yumuşatma kabiliyeti.
Onun mübarek ellerinde demir, ateşe veya çekice ihtiyaç duymadan şekil alırdı. O da bu mucizeyle, o güne kadar bilinmeyen, ince halkalardan örülmüş, vücudu saran ve hareketi engellemeyen sağlam zırhlar yapardı. Bu, hem askerlerini koruyan bir savunma teknolojisi hem de onun peygamberliğine bir delildi.
“Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir lütuf verdik. ‘Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tesbih edin’ dedik ve ‘Geniş zırhlar yap, örgüsünde ölçüyü tuttur’ diye demiri ona yumuşattık. ‘Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görmekteyim’ diye vahyettik.”
(Sebe’, 34/10-11)
IV. Bölüm: İbadet Hayatı ve Adaleti
Hz. Dâvûd (a.s.), “Ehl-i havf” (Allah’tan en çok korkan) ve “Ehl-i haşyet” (en derin saygıyı duyan) peygamberlerdendi. İbadete olan düşkünlüğü o derecedeydi ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onun bu faziletini şöyle tasvir etmiştir: “Allah katında en sevimli namaz, Dâvûd’un namazıdır. Gecenin yarısını uyur, üçte birinde namaz kılar, altıda birinde yine uyurdu. Allah katında en sevimli oruç da Dâvûd’un orucudur. Bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.”
O, sadece bir âbid (ibadet eden) değil, aynı zamanda âdil bir hâkimdi. İnsanlar arasında adaletle hükmederdi. Ancak peygamberler dahi imtihan edilirler. Hz. Dâvûd’un hayatındaki en mühim imtihanlardan biri, onun adalet anlayışını daha da derinleştiren “iki davacı” kıssasıdır.
A) Ekin Tarlası Meselesi
Bir gün, iki adam Hz. Dâvûd’a (a.s.) bir dava getirdi. Biri ekin sahibi, diğeri koyun sürüsü sahibiydi. Koyun sürüsü, geceleyin ekin tarlasına girmiş ve bütün mahsulü telef etmişti.
Hz. Dâvûd (a.s.), zararın tazmini için koyunların tarla sahibine verilmesine hükmetti.
Ancak orada bulunan oğlu Hz. Süleyman (a.s.) -ki o da küçük yaşına rağmen büyük bir hikmet sahibiydi- babasına daha farklı bir hüküm teklif etti: “Ey Allah’ın Peygamberi! Koyunlar tarla sahibine verilsin; tarlanın mahsulünden elde edeceği yün, süt gibi menfaatleri alsın. Tarla da koyun sahibine verilsin; o da tarlayı eski hâline gelinceye kadar ekip biçsin. Tarla eski hâline dönünce, tarla sahibine, koyunlar da kendi sahibine iade edilsin.”
Bu hüküm, her iki taraf için de daha âdil ve hikmetliydi. Hz. Dâvûd (a.s.) oğlunun bu hükmünü tasdik etti. Allah Teâlâ, bu kıssayı Kur’ân’da zikrederek, her ikisine de ilim ve hikmet verdiğini beyan eder:
“Dâvûd ve Süleyman’ı da hatırla. Hani bir ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Çünkü bir kavmin koyunları o ekine geceleyin yayılmıştı. Biz de onların hükmüne şahit idik. Biz onu (hükmü) Süleyman’a kavratmıştık. Zaten her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim vermiştik…”
(Enbiyâ, 21/78-79)
B) 99 Koyun Meselesi ve Büyük İmtihan
Hz. Dâvûd’un (a.s.) asıl imtihanı, ibadet için çekildiği mihrabında gerçekleşti. Tefsirlerde anlatıldığına göre, o, günlerini ibadet ve adalet işlerine ayırmıştı. Bir gün mihrabında (özel ibadet yerinde) iken, duvardan tırmanarak aniden iki kişi yanına girdi. Hz. Dâvûd (a.s.) onlardan ürktü.
“(Ey Muhammed!) Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani duvardan tırmanıp mâbede girmişlerdi. Hani Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan korkmuştu. Onlar, ‘Korkma! Biz, iki davacıyız. Birimiz diğerine haksızlık etti. Aramızda adaletle hükmet. Haksızlık etme ve bize doğru yolu göster’ dediler.”
(Sâd, 38/21-22)
Davacılardan biri söze başladı:
“İçlerinden biri şöyle dedi: ‘Bu, benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve tartışmada bana üstün geldi.’ Dâvûd şöyle dedi: ‘Andolsun, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık etmiştir. Zaten ortakların birçoğu birbirine haksızlık ederler. Yalnız iman edip salih amel işleyenler başka. Onlar da pek azdır!'”
(Sâd, 38/23-24)
Hz. Dâvûd (a.s.) hükmü verir vermez, gelen kişilerin birer melek olduğunu ve bunun Allah’tan bir imtihan olduğunu anladı. Hatası; diğer tarafı (99 koyunu olanı) dinlemeden, aceleyle hüküm vermesiydi. Bu, bir peygamberin şanına yakışan teenni (acele etmeme) ve adalet titizliğinde küçük bir sürçmeydi.
(İslâm âlimleri, bu kıssanın etrafında örülen ve peygamberlerin ismet sıfatına (günahsızlığına) aykırı olan İsrailiyat kaynaklı (Tevrat ve tahrif edilmiş kaynaklardan gelen) rivayetleri (bir komutanın hanımıyla ilgili hikâyeler) şiddetle reddetmişlerdir. Kur’ân’ın bahsettiği imtihan, tamamen adalet ve hüküm verme usûlüyle ilgili bir imtihandır.)
Hz. Dâvûd (a.s.) hatasını anladığı an, derhal secdeye kapandı ve Rabbinden af diledi.
“…Dâvûd, bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı. Derhal Rabbinden bağışlanma diledi, eğilerek secdeye kapandı ve Allah’a yöneldi. Biz de bunu ona bağışladık. Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve varılacak güzel bir yer vardır.”
(Sâd, 38/24-25)
Bu imtihandan sonra Allah Teâlâ, ona şu mühim ikazda bulundu ve onun yeryüzündeki “halife” (Allah’ın hükümlerini uygulayan yönetici) sıfatını teyit etti:
“Ey Dâvûd! Gerçekten biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O hâlde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz, Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır.”
(Sâd, 38/26)
V. Bölüm: Mescid-i Aksa ve Vefatı
Hz. Dâvûd’un (a.s.) en büyük arzularından biri, Allah’a ibadet edilecek, içinde “Tabut-u Sekine”nin (Hz. Mûsâ’dan kalan kutsal emanetlerin) korunacağı muazzam bir mâbed (Mescid-i Aksa) inşa etmekti.
Bu niyetle Kudüs’te Beyt-i Makdis’in temellerini attı. Ancak rivayetlere göre, bu şerefli mâbedin tamamlanması ona değil, oğlu Hz. Süleyman’a (a.s.) nasip olacaktı. Hz. Dâvûd (a.s.) temelleri hazırladı ve oğluna bu kutlu vazifeyi vasiyet etti.
Hz. Dâvûd (a.s.), rivayetlere göre 100 yıl süren, ibadet, adalet ve hükümdarlıkla dolu bir hayatın sonunda vefat etti. Onun vefatı da ibretliktir. Çok takva (Allah’ın haramlarına karşı gayretli) bir zat olduğu, evine kimsenin izinsiz girmesine müsaade etmediği anlatılır. Bir gün evinde iken, tanımadığı bir adam gördü. “Sen kimsin?” diye sordu. O zat, “Ben, krallardan korkmayan ve izin almadan girenim” dedi. Hz. Dâvûd (a.s.), onun ölüm meleği Azrâil (a.s.) olduğunu anladı ve Rabbinin emrine teslim oldu.
Ruhu, o çok sevdiği, dağlarla ve kuşlarla birlikte zikrettiği Rabbine kavuştu.
Hz. Dâvûd’un (a.s.) hayatı; genç bir çobanın imanıyla nasıl bir zalimi yenebileceğinin, bir kralın kendi el emeğiyle nasıl geçinebileceğinin, bir âbidin Rabbine nasıl yalvaracağının ve bir hâkimin adaletten saptığında nasıl derhal tövbe edeceğinin en güzel misalidir.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi O’nun üzerine olsun.
********
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Tarih sayfaları arasında, hem peygamberlik hikmetiyle donatılmış hem de cihan şümul bir saltanatın sahibi kılınmış müstesna bir şahsiyet parıldar: Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm). O, sadece insanların değil, rüzgârların, cinlerin ve hayvanatın dahi emrine verildiği bir peygamber-kraldır. Onun hayatı, kudretin zirvesinde dahi Allah’a nasıl kulluk edileceğinin, hikmetin ve adaletin nasıl tecelli edeceğinin en parlak misallerinden biridir.
İşte, Kur’ân-ı Kerîm’in nûru, tefsirlerin izahı ve İslam tarihinin sadık rivayetleriyle bezenmiş Hz. Süleyman’ın (a.s.) ibret dolu hayat hikâyesi:
1. BÖLÜM: BİR PEYGAMBER OĞLU PEYGAMBER: HİKMETİN TECELLİSİ
Hz. Süleyman, yine bir peygamber-kral olan Hz. Dâvûd’un (a.s.) oğludur. Daha genç bir delikanlıyken, babasının sarayında adalet ve hikmet dersleri alarak yetişti. Allah Teâlâ, ona daha çocuk yaşta, meselelerin derûnî yapısını kavrayacak keskin bir nazar ve anlayış lütfetmişti.
Kur’ân-ı Kerîm, bu durumu şöyle tasvir eder:
“Dâvûd ile Süleyman’ı da hatırla. Hani bir ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Çünkü bir kavmin koyunları o tarlaya geceleyin girip yayılmıştı. Biz de onların hükmüne şahit idik. Biz onu (hükmü) Süleyman’a kavratmıştık. Zaten her birine hükümranlık ve ilim vermiştik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Dâvûd’un emrine verdik. Bunları yapan biz idik.” (Enbiyâ, 21/78-79)
Rivayetlere göre, bir sürü koyun, geceleyin bir bağa girmiş ve tüm mahsulü telef etmişti. Bağ sahibi, Hz. Dâvûd’a müracaat etti. Hz. Dâvûd, zararın bedeli olarak koyunların bağ sahibine verilmesine hükmetti. O sırada henüz küçük bir çocuk olan Hz. Süleyman ise, babasına daha farklı ve âdil bir çözüm teklif etti:
“Ey Allah’ın Peygamberi! Hüküm böyle olmamalı. Koyunlar bağ sahibine verilsin; bağ sahibi, koyunların sütünden, yününden ve kuzularından istifade etsin. Bağ da koyunların sahibine verilsin; o da bağı eski hâline gelinceye kadar ekip biçsin. Bağ eski hâline dönünce sahibine geri verilir, koyunlar da kendi sahibine iade edilir.”
Bu cevap, her iki tarafın da hakkını gözeten, ziyanı telafi ettiren ve kimseyi mağdur etmeyen hikmet dolu bir hükümdü. Hz. Dâvûd, oğlunun bu isabetli hükmünden memnûn oldu ve Allah’ın ona lütfettiği bu fevkalâde anlayışa hamd etti. Bu hâdise, Hz. Süleyman’ın gelecekte nasıl âdil bir hükümdar olacağının ilk işaretiydi.
2. BÖLÜM: EMSALSİZ BİR MÜLKÜN DUASI
Hz. Dâvûd’un vefatının ardından Hz. Süleyman, hem peygamberlik vazifesine hem de babasının tahtına vâris oldu. O, bu büyük mesuliyetin farkındaydı. Bir gün Rabbine yöneldi ve tarihe geçecek o meşhur duasını yaptı. Bu dua, bir enaniyet veya dünya hırsı değil, Allah’ın kudretini insanlar ve cinler üzerinde tam manasıyla gösterme arzusunun bir ifadesiydi:
“Süleyman, ‘Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye lâyık olmayacak bir mülk (hükümranlık) ver. Şüphesiz sen çok bahşedicisin’ dedi.” (Sâd, 38/35)
Allah Teâlâ, sevgili peygamberinin bu ihlaslı duasını kabul etti. Ona, ne kendisinden önce ne de sonra kimseye nasip olmayan bir saltanat bahşetti.
Rüzgâr Emrine Verildi
Allah, rüzgârı onun emrine musahhar kıldı. Hz. Süleyman’ın (a.s.) emriyle rüzgâr, onu ve ordularını istediği yere hızla taşırdı. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık mesafeye rüzgârla hükmederdi. Bu, onun ordularının intikal kabiliyetini benzersiz kılıyordu.
“Biz de rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr, onun emriyle dilediği yere yumuşacık akıp giderdi.” (Sâd, 38/36)
Cinler ve Şeytanlar Hizmetindeydi
Allah’ın izniyle cinler âlemi de onun kontrolü altındaydı. Sadece mü’min cinler değil, isyankâr şeytanlar bile onun emrinden çıkamazdı.
“Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler de gören şeytanları da onun emrine verdik. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.” (Enbiyâ, 21/82)
Cinler, onun için devasa binalar, saraylar, kaleler, büyük kazanlar ve heykeller inşa ederlerdi. Rivayetlere göre, Kudüs’teki muazzam Mescid-i Aksâ’nın (Beyt-i Makdis) inşasında da cinleri çalıştırmıştı. Ayrıca, emrindeki dalgıç cinler, denizlerin derinliklerinden kıymetli inciler ve mücevherler çıkarırlardı. Bu, Allah’ın ona verdiği mülkün azametini gösteriyordu.
Hayvanatın Dilini Bilmesi
Hz. Süleyman’a (a.s.) lütfedilen en hârikulâde mucizelerden biri de, hayvanların ve kuşların lisanını (mantıku’t-tayr) anlamasıydı.
“Süleyman, Dâvûd’a mirasçı oldu ve şöyle dedi: ‘Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur.'” (Neml, 27/16)
Bu, onun saltanatının sadece insanları ve cinleri değil, tabiatın diğer unsurlarını da kapsadığını gösteren cihan şümul bir mucizeydi.
3. BÖLÜM: KARINCA VADİSİ’NDEKİ MÜTEBESSİM NEBÎ
Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatındaki en latif kıssalardan biri, “Karınca Vadisi”nde (Vâdi’n-Neml) yaşanmıştır. Bir gün Hz. Süleyman, insanlardan, cinlerden ve kuşlardan müteşekkil muazzam ordusuyla bir sefere çıkmıştı.
“Nihayet Karınca vadisine geldikleri zaman, bir karınca şöyle dedi: ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve orduları farkına varmadan sizi ezmesinler.'” (Neml, 27/18)
Ordunun azametiyle ilerlerken, Hz. Süleyman’ın kulaklarına bu küçücük mahlûkun, kendi kavmini korumak için yaptığı bu endişe dolu ikazı ulaştı. Koca bir ordunun komutanı, bir karıncanın sesini duymuştu.
Bu hâdise karşısında Hz. Süleyman’ın (a.s.) tepkisi, kibir veya gurur değil, derin bir şükran ve tevazu olmuştur. O, bu küçücük mahlûkun sözlerini anlamanın ve ona verilen bu eşsiz nimetin farkındalığıyla tebessüm etti.
“(Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: ‘Ey Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimetlere şükretmemi ve razı olacağın salih ameller işlememi bana ilham et ve beni rahmetinle salih kullarının arasına kat!'” (Neml, 27/19)
Bu kıssa, en büyük kudret sahibinin bile, en küçük mahlûkatın hayat hakkına nasıl hürmet göstermesi gerektiğini; asıl faziletin, kudret anında gösterilen merhamet ve şükür olduğunu bizlere öğretir.
4. BÖLÜM: HÜDHÜD KUŞU VE SEBE MELİKESİ BELKIS
Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatının dönüm noktalarından biri, Sebe Melikesi Belkıs ile olan muazzam hadisedir. Bu kıssa, bir kuşun tebliğ vazifesiyle başlar.
Bir gün Hz. Süleyman, kuşlardan müteşekkil ordusunu teftiş ederken Hüdhüd kuşunun (Çavuşkuşu) yerinde olmadığını fark etti. Öfkelendi ve onun mazeretsiz yokluğunun hesabını soracağını belirtti.
“Süleyman, kuşları gözden geçirdikten sonra şöyle dedi: ‘Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirsin, yahut onu mutlaka şiddetli bir cezaya çarptıracağım, ya da onu boğazlayacağım!'” (Neml, 27/20-21)
Çok geçmeden Hüdhüd çıka geldi ve korkusuzca, Peygamberin dahi bilmediği mühim bir haberi getirdiğini söyledi:
“Çok geçmeden Hüdhüd gelip, ‘Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana sağlam bir haber getirdim. Ben, onlara hükmeden, kendisine her şeyden verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadın gördüm. Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını gördüm…” (Neml, 27/22-24’ten muhtasaran)
Hüdhüd’ün bu haberi, Hz. Süleyman’ın gayret-i diniyyesini harekete geçirdi. O, bir hükümdar olarak değil, bir peygamber olarak bu duruma müdahale etme kararı aldı. Hüdhüd’e, Allah’ın adıyla başlayan (Besmele) ve onları teslimiyete (İslam’a) davet eden meşhur mektubunu verdi.
Belkıs, mektubu alınca devlet erkânını topladı. Akıllı bir kadındı; istişare etti. Savaş yerine, Hz. Süleyman’ın niyetini anlamak için ona değerli hediyeler göndermeye karar verdi. Eğer o bir kralsa hediyeleri kabul edecek, yok eğer bir peygamberse kabul etmeyecekti.
Elçiler hediyelerle Hz. Süleyman’ın huzuruna vardığında, Peygamber-Kral hediyeleri hiddetle reddetti:
“(Elçiler, hediyelerle) Süleyman’ın huzuruna gelince, Süleyman şöyle dedi: ‘Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Hayır, hediyenizle ancak siz sevinirsiniz. Onlara dön. Andolsun, karşı koyamayacakları ordularla üzerlerine gelir, onları oradan aşağılanmış ve küçük düşürülmüş olarak çıkarırız.'” (Neml, 27/36-37)
Bu cevap, Belkıs’ın karşısındakinin sıradan bir kral olmadığını anlamasını sağladı. Belkıs, teslimiyet yolunu seçerek Kudüs’e gelmeye karar verdi.
Tahtın Getirilmesi
Belkıs yola çıktığında, Hz. Süleyman, ona Allah’ın kudretini ve kendi nübüvvetinin isbatını göstermek için bir mucize daha sergilemek istedi. Yanındakilere sordu: “Onlar bana teslimiyet gösterip gelmeden önce, onun (Belkıs’ın) tahtını bana kim getirebilir?”
Cinlerden bir ifrit, “Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm” dedi. Fakat bu, Hz. Süleyman’a yeterince hızlı gelmedi.
“Kitaptan bilgisi olan biri, ‘Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm’ dedi. (Süleyman) tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: ‘Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur, kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, çok cömerttir.'” (Neml, 27/40)
Tefsirlerde, “kitaptan bilgisi olan” bu zatın, Allah’ın İsm-i Âzam’ını bilen âlim bir zat (bazı rivayetlerde veziri Âsaf bin Berhiyâ) olduğu belirtilir. Bu hâdise, ilmin ve manevî gücün, cinlerin maddî gücünden daha üstün ve hızlı olduğunun bir delilidir.
Belkıs’ın Teslimiyeti
Belkıs saraya geldiğinde, önce kendi tahtıyla imtihan edildi. Hz. Süleyman tahtı biraz değiştirmişti. Belkıs, tam bir hikmetle “Sanki o” diyerek hem aklını hem de diplomatik nezaketini gösterdi.
Ardından Hz. Süleyman, onu camdan yapılmış şeffaf bir köşke (saray) davet etti. Köşkün zemini o kadar parlak camdandı ki, altından sular akıyordu.
“Ona, ‘Köşke gir’ denildi. Köşkü görünce, onu (zemini) derin bir su sandı ve eteklerini topladı. Süleyman, ‘Bu, camdan yapılmış şeffaf bir zemindir’ dedi. Belkıs, ‘Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmişim. (Artık) Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum’ dedi.” (Neml, 27/44)
Gördüğü bu teknoloji harikası yapı ve Hz. Süleyman’ın hikmeti karşısında Belkıs, güneşe tapmanın bir yanılma olduğunu anladı ve orada Hz. Süleyman’ın vasıtasıyla Âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman etti.
5. BÖLÜM: BİR PEYGAMBERİN İMTİHANI VE VEFATI
Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatı, muazzam mülküne rağmen imtihanlardan hâlî değildi. Kur’ân-ı Kerîm, onun da bir imtihandan geçtiğini, tahtının üzerine “bir ceset bırakıldığını” ve onun sonra Rabbine yöneldiğini (tevbe ettiğini) bildirir (Sâd, 38/34). Tefsirler bu konuda çeşitli izahlar sunsa da, özü şudur: En güçlü peygamberler dahi imtihan edilir ve onların sığınağı daima Allah’tır.
Onun vefatı da, hayatı kadar ibretlidir.
Hz. Süleyman, cinleri ağır işlerde, özellikle Mescid-i Aksâ’nın inşasında çalıştırıyordu. Cinler, gaybı (geleceği ve görünmeyeni) bildiklerini iddia ediyor ve insanları bu şekilde etkilemeye çalışıyorlardı. Allah Teâlâ, Hz. Süleyman’ın vefatını, bu batıl inancı çürütmek için bir vesile kıldı.
Hz. Süleyman, her zamanki gibi ibadet ederken veya rivayete göre cinlerin çalışmasını teftiş ederken, asâsına (bastonu) dayanmış bir vaziyette ruhunu teslim etti. O, ayakta, asâsına dayanmış olarak vefat etmişti.
Cinler, onun öldüğünü anlamadılar. Heybetinden korktukları için, onun kendilerini izlediğini zannederek çalışmaya devam ettiler. Bu durum, rivayetlere göre uzun bir müddet sürdü.
“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu (dâbbetü’l-arz) onlara gösterdi. (Süleyman’ın cesedi) yıkılınca, cinler anladılar ki, eğer gaybı bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap içinde (o ağır işte) kalmazlardı.” (Sebe’, 34/14)
Nihayet, bir ağaç kurdu, onun dayandığı asâyı içten içe kemirdi. Asâ zayıflayıp kırılınca, Hz. Süleyman’ın (a.s.) mübarek bedeni yere düştü. İşte o zaman, bütün mahlûkat ve özellikle de cinler, onun vefat ettiğini anladı.
Bu hâdise, cinlerin ve hiçbir mahlûkun gaybı bilemeyeceğinin, gaybın anahtarlarının yalnızca Allah katında olduğunun en açık isbatı oldu.
HÂTİME: KUDRET VE HİKMET MİRASI
Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatı; kudretin, ancak adaletle ve Allah yolunda kullanıldığında bir fazilet olduğunu gösterir. O, emsalsiz mülküne rağmen bir karıncanın hakkına riayet eden bir merhamet; bir kuşun getirdiği haberle tebliğ seferine çıkan bir davetçi; ve vefatıyla bile insanlara tevhid dersi veren bir muallimdir.
Onun mirası, saraylar veya hazineler değil, Allah’a teslimiyetin getirdiği derûnî bir hikmet ve cihan şümul bir adalettir.
Rabbimiz, onun ve bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm) yolundan gitmeyi, onların hikmetlerinden istifade etmeyi bizlere nasip eylesin. Âmin.
*********
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Tarihin derinliklerinde, İsrailoğulları’nın tevhid sancağını dalgalandırdığı topraklarda, zamanla gaflet ve nisyân (unutkanlık) bulutları dolaşmaya başlamıştı. Hz. Musa’nın (a.s.) getirdiği nurlu şeriatın izleri silikleşmiş, kalpler katılaşmış ve insanlar, Yüce Yaratıcıları yerine kendi elleriyle yaptıkları cansız putlara yönelmişlerdi.
İşte böyle karanlık bir devirde, Şam civarında, bugünkü Lübnan topraklarında yer alan “Ba’lbek” şehrinde büyük bir dalâlet (sapıklık) hüküm sürüyordu. Bu şehir, adını taptıkları büyük puttan almıştı.
Ba’l Putu ve Sapan Kavim
Ba’lbek halkı, “Ba’l” adını verdikleri, rivayetlere göre altından yapılmış, heybetli bir puta tapıyordu. Şehrin kralı (İslâmî kaynaklarda ve tefsirlerde, İsrâiliyat’tan gelen rivayetlere göre Aczab veya Ahab olarak da zikredilir) ve onun zâlim zevcesi, bu şirk düzeninin başını çekiyordu. Halk, rızkı Allah’tan değil, bu cansız taştan bekliyor; yağmuru ondan diliyor, dertlerine ondan çare umuyordu. Allah’ın peygamberlerinin mirası unutulmuş, tevhid kalesi yıkılmıştı.
Bu zifiri karanlığın ortasına bir hidayet güneşi doğdu. Allah Teâlâ, onlara Hz. Harun’un (a.s.) soyundan gelen, sâlih, cesur ve hikmet sahibi bir kulunu, Hz. İlyâs’ı (aleyhisselâm) peygamber olarak gönderdi.
Kur’ân-ı Kerîm, onun bu kutlu vazifesini şöyle tasdik eder:
“Şüphesiz İlyâs da peygamberlerdendi.”
(Sâffât, 37/123 )
Tevhid Mücadelesi Başlıyor
Hz. İlyâs (a.s.), kavminin ve bilhassa kralın karşısına büyük bir cesaretle çıktı. Onları, içinde bulundukları bu akıl almaz sapkınlıktan kurtarmak için davete başladı. Onları, yaratıcıların en güzeli olan, kâinatın tek sahibi Allah’a kulluğa çağırdı.
Bu davet, Kur’ân-ı Kerîm’de ne kadar net bir şekilde tasvir edilmektedir:
“Hani o, kavmine şöyle demişti: ‘Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?'”
(Sâffât, 37/124 )
“Yaratıcıların en güzelini, sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbi olan Allah’ı bırakıp da Ba’l’e mi taparsınız?”
(Sâffât, 37/125-126 )
Hz. İlyâs’ın bu sözleri, Ba’lbek şehrinin temellerini sarstı. O, sadece bir puta tapmanın yanlışlığını değil, aynı zamanda Allah’ı (c.c.) bırakıp “Ba’l” gibi âciz bir varlığa yönelmenin mantıksızlığını da ortaya koyuyordu. “Ahsenü’l-Hâlikîn” (Yaratıcıların en güzeli) olan Allah dururken, hiçbir şey yaratamayan bir puta tapmak, en büyük nankörlük ve cehaletti.
İnkâr, Kibir ve İlâhî İmtihan: Kıtlık
Ancak kalpleri mühürlenmiş olan kavmi, bu nurlu davete kulaklarını tıkadı. Şımarıklık, kibir ve atalarından gördükleri yanlışı sürdürme inadı, onların gözlerini kör etmişti.
“Onu yalanladılar. Bu sebeple onlar (cehenneme) götürüleceklerdir.”
(Sâffât, 37/127 )
Onlar sadece yalanlamakla kalmadılar, Allah’ın peygamberine düşman kesildiler. Onu tehdit ettiler, davasından vazgeçirmeye çalıştılar ve hatta rivayetlere göre onu öldürmek için planlar kurdular.
Hz. İlyâs (a.s.), kavminin bu inadı karşısında, onlara bir ders vermek ve taptıkları Ba’l putunun ne kadar âciz olduğunu göstermek için Allah’a dua etti. Tefsirlerde zikredildiğine göre, Allah’tan (c.c.) göğün bereketini, yani yağmuru kesmesini niyaz etti.
Duası kabul oldu. Ba’lbek ve civarına üç yıl (rivayetlere göre) boyunca bir damla yağmur düşmedi. Nehirler kurudu, ekinler sarardı, hayvanlar telef olmaya başladı. Şiddetli bir kıtlık ve kuraklık, şehri kasıp kavurdu. Halk, o kadar zor duruma düştü ki, yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç kaldılar.
Taptıkları Ba’l putu ise, bu felaket karşısında sessiz bir taştan ibaretti. Ona yalvardılar, kurbanlar kestiler, ayinler yaptılar; fakat Ba’l, onlara ne bir damla yağmur verebildi ne de karınlarını doyurabildi. Taptıkları sahte ilahın âcizliği, güneş gibi ortaya çıkmıştı.
Mucize: Yağmurun Dönüşü ve Katı Kalpler
Kavim, çaresizliğin son noktasına gelince, bu felaketin başlarına Hz. İlyâs’ın (a.s.) duası yüzünden geldiğini anladılar. Zayıf da olsa bir ümitle ona geldiler ve bu kıtlığın bitmesi için Rabbine dua etmesini istediler.
Hz. İlyâs (a.s.), onlardan Allah’a iman edeceklerine ve Ba’l’e tapmaktan vazgeçeceklerine dair söz aldı (bazı rivayetlerde, putun ve putperest kâhinlerin yok edilmesini şart koştuğu da zikredilir).
Sonra, o mübarek peygamber ellerini semâya kaldırdı. Kendisini kuraklıkla imtihan eden Rabbine, bu kez rahmetiyle tecelli etmesi için yalvardı. Duası biter bitmez, gökyüzünde bulutlar toplanmaya başladı. Bi-iznillah (Allah’ın izniyle), bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Kuruyan toprak suya kandı, nehirler yeniden aktı ve hayat normale dönmeye başladı.
İnsanlar bu büyük mucizeye şahit oldular. Allah’ın kudretini ve Hz. İlyâs’ın hak peygamber olduğunu gözleriyle gördüler.
Fakat mucizeler, kalbinde hastalık olanların ancak inadını artırır. Kavmin büyük bir çoğunluğu, özellikle de zâlim kral ve çevresi, rahata kavuşunca eski inkârlarına geri döndüler. Verdikleri sözleri unutup, tekrar Ba’l putuna tapmaya başladılar.
Dahası, bu mucizeden sonra Hz. İlyâs’a (a.s.) olan düşmanlıkları daha da arttı. Onu öldürmek için kesin emir çıkardılar.
Hz. Elyesa’nın (a.s.) Yetişmesi ve Göğe Yükseliş Rivayeti
Hz. İlyâs (a.s.), zâlimlerin şerrinden korunmak için şehirden ayrılmak zorunda kaldı. Dağlara çekildi, mağaralarda saklandı. Yıllarca kavmini imana davet etmeye devam etti, ancak çok az kişi ona iman etti.
Bu iman edenlerin arasında, Allah’ın (c.c.) ileride peygamberlik vazifesi vereceği mübarek bir genç vardı: Hz. Elyesa (aleyhisselâm).
Hz. Elyesa (a.s.), Hz. İlyâs’ın (a.s.) yanından hiç ayrılmadı. Ondan tevhidin sırlarını, hikmeti ve şeriatın hükümlerini öğrendi. Hz. İlyâs (a.s.), onu bir halife, bir vâris olarak yetiştirdi.
Hz. İlyâs’ın (a.s.) hayatının nasıl sonlandığına dair Kur’ân-ı Kerîm’de açık bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak İslâmî kaynaklarda ve tefsirlerde, onun vefat etmediği, Hz. İsa (a.s.) gibi semâya (göğe) kaldırıldığı yönünde kuvvetli rivayetler mevcuttur. Bazı rivayetlerde onun “ateşten bir ata” veya “nurdan bir bineğe” bindirilerek melekler tarafından semâya ref’ edildiği (yükseltildiği) anlatılır.
Bu rivayetlere göre Hz. İlyâs (a.s.) halen hayattadır. İslâmî kültürde, Hz. Hızır (a.s.) ile Hz. İlyâs’ın (a.s.) her sene belirli vakitlerde buluştukları, Hızır’ın (a.s.) deryalarda (denizlerde), İlyâs’ın (a.s.) ise karalarda darda kalan müminlerin yardımına koştukları şeklinde yaygın bir inanış vardır. (Bu konu, tefsir ve hadislerde zikredilmekle birlikte, âlimler arasında farklı yorumlara da konu olmuştur.)
Vazifesini tamamladıktan sonra, onun yerine kavmine peygamberlik vazifesi Hz. Elyesa’ya (a.s.) verilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Yankılanan “Selâm”
Hz. İlyâs (a.s.), Allah katında o kadar kıymetli bir kuldu ki, Yüce Rabbimiz, kıyamete kadar okunacak olan kitabında ona hususi bir “selâm” göndermiştir.
“Ancak Allah’ın seçkin kulları başka.
Sonradan gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.
‘İlyâs’a selâm olsun!’
İşte biz, iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
Çünkü o, bizim mü’min kullarımızdandı.”
(Sâffât, 37/128-132 )
Ayet-i kerimede geçen “İl-yâsîn” (Sâffât 130) ifadesi için müfessirler (tefsir âlimleri), bunun “İlyâs” kelimesinin bir başka okunuşu olduğunu veya “İlyâs’ın ailesi ve ona tâbi olan müminler” manasına geldiğini belirtmişlerdir. Her iki durumda da bu, Allah’ın o mübarek peygambere ve onun yolundan gidenlere bir ikramıdır.
Hz. İlyâs’ın (a.s.) hayatı; zorbalık karşısında tevhidden taviz vermemenin, en çaresiz anlarda bile yalnızca Allah’a sığınmanın ve putperestliğin (şirkin) her türlüsüne karşı dimdik ayakta durmanın en güzel misallerinden biridir.
Selâm olsun İlyâs’a… Selâm olsun onun yolundan giden tüm müminlere…
*********
Allah’ın Salih Kulu: Hazreti Elyesa’ (a.s.)
Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen, fazilet ve rehberlikleriyle âlemlere üstün kılınan peygamberler silsilesinin mümtaz bir halkası da Hazreti Elyesa’dır (aleyhisselâm). O, İsrailoğulları’nın (Beni İsrail) Tevhid sancağını dalgalandırmak için gönderilmiş, sabrı, sadakati ve Allah’a olan derûnî bağlılığı ile tanınan seçkin bir nebidir.
Cenâb-ı Hak, onun bu seçkin makamını Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle haber verir:
“İsmâil’i, Elyesa’ı, Yûnus’u ve Lût’u da (hidâyete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.”
(En’âm Sûresi, 6:86 )
Hazreti Elyesa’nın hayatı, kendisinden evvelki büyük peygamber Hazreti İlyas (a.s.) ile kesişir. Bu sebeple onun hikâyesi, bir peygamberin bir diğerine nasıl manevi bir miras bıraktığının da en güzel tasvirlerinden biridir.
Fırtınalı Bir Devirde Yeşeren İman
Hazreti Elyesa’nın dünyaya geldiği dönem, İsrailoğulları için manevi açıdan oldukça çalkantılı bir zamandı. Hazreti Süleyman’ın (a.s.) vefatından sonra İsrailoğulları’nın birliği bozulmuş, krallık bölünmüştü. Daha da vahimi, birçokları Allah’ın dininden yüz çevirmiş, putperestliğe, bilhassa “Ba’l” isimli puta tapmaya geri dönmüştü.
İşte böyle karanlık bir devirde, Tevhid meşalesini taşıyan ve putperest krallara karşı çetin bir mücadele veren Hazreti İlyas (a.s.) bulunuyordu. Hazreti İlyas, zalim kralların takibatından kaçarken, yolu mübarek bir haneye düştü.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre, Hazreti İlyas (a.s.) sığındığı evde, durumu ağır olan bir gençle karşılaştı. Bu genç, Hazreti Elyesa’ idi. O vakit henüz peygamberlikle vazifeli değildi, ancak temiz bir fıtrata sahipti. Hazreti İlyas, bu hasta gence merhamet etti ve onun sıhhat bulması için Allah’a dua etti. Cenâb-ı Hak, peygamberinin duasına icabet etti ve Hazreti Elyesa’ya şifa bahşetti.
Bir Peygambere Talebe Olmak
Bu mucizevî hadise, genç Elyesa’nın hayatında bir dönüm noktası oldu. Gözlerinin önünde gerçekleşen bu ilahi lütuf, onun kalbini tamamen Allah’a ve O’nun elçisi Hazreti İlyas’a bağladı. O günden sonra Hazreti İlyas’ın (a.s.) yanından hiç ayrılmadı.
Hazreti Elyesa, büyük peygamberin “sohbet”inde pişti. Ondan Tevrat’ın hikmetlerini, Tevhid mücadelesinin inceliklerini ve bir peygamberin sahip olması gereken sabrı ve metaneti öğrendi. Hazreti İlyas (a.s.) nereye giderse, Hazreti Elyesa (a.s.) da onunla birlikte gider, onun ilim ve hikmet pınarından kana kana içerdi. O, sadece bir talebe değil, aynı zamanda en sadık dost ve yardımcı oldu.
Peygamberlik Mirası ve Çetin Vazife
İslâmî kaynaklar, Hazreti İlyas’ın (a.s.) dünyevi hayatının sonunda semâya (göğe) yükseltildiğini nakleder. Hocası ve rehberi ilahi bir emirle yanından ayrılınca, Hazreti Elyesa’ya (a.s.) büyük bir vazife tevdi edildi: Peygamberlik sancağını devralmak.
Artık İsrailoğulları’nı irşad etme, onları putperestliğin karanlığından çıkarıp Allah’ın vahyine döndürme vazifesi Hazreti Elyesa’nın (a.s.) omuzlarındaydı.
Hazreti Elyesa’nın (a.s.) peygamberliği, hocasının yolunun bir devamıydı. O da kavmini Tevrat’ın hükümlerine uymaya, sadece Allah’a kulluk etmeye ve tağutları (putları ve zalim yöneticileri) reddetmeye davet etti.
Allah’ın İzniyle Gelen Mucizeler
Cenâb-ı Hak, diğer peygamberlerini olduğu gibi Hazreti Elyesa’yı da kavminin iman etmesi için apaçık mucizelerle destekledi. Tefsir ve kısas-ı enbiyâ (peygamber kıssaları) kitaplarında onun gösterdiği birçok mucizeden bahsedilir.
Bu mucizelerin en meşhurlarından biri, Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesidir. Rivayetlere göre, kavmi ondan böyle bir delil istediğinde, Hazreti Elyesa (a.s.) dua etmiş ve Allah’ın kudretiyle vefat etmiş bir kimse yeniden hayata dönmüştür. Bu, Allah’ın sadece diriltmeye değil, aynı zamanda öldürmeye de kâdir olduğunun en büyük isbatı idi.
Bir diğer mucizesi, az olanı bereketlendirmesiydi. Kıtlık zamanında, az bir yiyeceğin onun duasıyla çoğaldığı veya bir kadının evindeki az bir zeytinyağının bereketlenerek kaplarını doldurduğu rivayet edilir.
Ayrıca, hastalıklara şifa vermesi, bilhassa cüzzam gibi çaresiz görülen dertlere Allah’ın izniyle derman olması da onun mucizeleri arasında sayılır.
Ancak İsrailoğulları’nın büyük bir kısmı, bu apaçık mucizelere rağmen inatlarında direndi. Peygamberlerine iman etmek yerine, ona karşı çıktılar, onu yalanladılar ve krallarıyla birlikte zulüm ve isyanlarına devam ettiler.
Kur’ân-ı Kerîm’de Övülen Salih Kul
Hazreti Elyesa (a.s.), kavminin bu nankörlüğüne karşı büyük bir sabır gösterdi. Hayatı boyunca Tevhid davasından bir an bile taviz vermedi. O, Allah’ın “hayırlı kimseler” (ahyâr) olarak vasıflandırdığı seçkin kullarından biriydi.
Rabbimiz, onun bu üstün ahlâkını ve seçkinliğini bir başka ayette şöyle zikreder:
“İsmâil’i, Elyesa’ı ve Zülkifl’i de an. Hepsi de en hayırlı kimselerdendi.”
(Sâd Sûresi, 38:48 )
Ayetlerde geçen “hayırlı kimseler” (el-ahyâr) tabiri, onların sadece iyi insanlar olduğunu değil, aynı zamanda Allah katında seçilmiş, arındırılmış ve en yüksek faziletlere sahip kimseler olduğunu ifade eder.
Mirası ve Hatırası
Hazreti Elyesa (a.s.), uzun bir ömür boyunca İsrailoğulları’nı irşad vazifesine devam etti. O, Hazreti İlyas’tan (a.s.) aldığı manevi mirası korudu ve kendisinden sonra gelecek peygamberlere, bilhassa Hazreti Zülkifl’e (a.s.) zemin hazırladı (Bazı müfessirler Zülkifl’in onun talebesi veya manevi varisi olduğunu belirtir).
Onun hayatı bizlere, hocaya (mürşide) sadakatin, ilim ve hikmet yolunda sabretmenin ve en zor şartlar altında bile Allah’ın davasından vazgeçmemenin ne kadar ulvi bir fazilet olduğunu öğretir.
Hazreti Elyesa (a.s.), Allah’ın hidayete erdirdiği, âlemlere üstün kıldığı ve en hayırlılardan eylediği bir peygamber olarak, iman edenler için bir rehber ve örnek olmaya devam etmektedir. Allah’ın selâmı onun ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
***********
Bismillahirrahmânirrahîm.
Kısas-ı Enbiyâ: Sabır, Tevbe ve Teslimiyetin Timsali Hz. Yunus (a.s)
1. Vazife Yeri: Ninova ve İsyankâr Kavim
Asur İmparatorluğu’nun mühim merkezlerinden biri olan Ninova şehri, Dicle nehrinin kenarında kurulmuş büyük ve kalabalık bir beldeydi. Ancak bu büyüklük, manevi bir çöküşle birlikte anılıyordu. Ninova halkı, Allah Teâlâ’ya şirk koşuyor, putlara tapıyor ve zulüm içinde bir hayat sürüyordu.
İşte böyle bir zamanda, Allah (c.c.), rahmetinin bir tecellisi olarak onlara kendi içlerinden bir peygamber, Hz. Yunus bin Mettâ’yı (Aleyhisselam) gönderdi. Hz. Yunus’un vazifesi netti: Kavmini tevhide davet etmek, putları terk etmelerini sağlamak ve yaklaşan ilahi azaba karşı onları ikaz (inzar) etmek.
Hz. Yunus, büyük bir gayret ve sabırla tebliğ vazifesine başladı. Gece gündüz demeden onlara Allah’ın birliğini, kudretini ve ahiret gününü anlattı. Fakat kavminin kalpleri katılaşmıştı. Onu yalanladılar, alay ettiler ve davetine icabet etmediler. Rivayetlere göre bu tebliğ süreci uzun yıllar devam etti.
2. Peygamberin Öfkesi ve Kavminden Ayrılışı
Kavminin bu inadı ve isyanı karşısında, Hz. Yunus (a.s.) beşerî bir hissiyatla, onlar adına üzüntü ve öfke duydu. Artık ıslah olmayacaklarına kanaat getirerek, onlara yakında (bazı rivayetlerde üç gün veya kırk gün sonra) bir azabın geleceğini haber verdi.
Ancak Hz. Yunus, tebliğ vazifesini tamamladığını düşünerek ve kavmine duyduğu kızgınlığın da tesiriyle, Allah Teâlâ’dan izn-i İlahî gelmeden Ninova’dan ayrılmaya karar verdi. Bu, bir peygamberin sabır imtihanındaki ince bir noktaydı. O, Rabbi’nin kendisini sıkıştırmayacağını, bu kararından dolayı bir mesuliyet yüklemeyeceğini zannetmişti.
Kur’ân-ı Kerîm, bu derûnî hâleti şöyle tasvir eder:
“Zünnûn’u da (Yunus’u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: «Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!» diye niyaz etti. .”
(Enbiyâ Sûresi, 21:87)
3. Yüklü Gemi ve Çekilen Kur’a
Hz. Yunus (a.s.), Ninova’yı terk edip bir sahil kenarına geldi ve denizi geçmek için bekleyen, tam da hareket etmek üzere olan yüklü bir gemiye bindi. Gemi denize açıldıktan kısa bir süre sonra, tabiatın dengesi değişti. Şiddetli bir fırtına koptu, dev dalgalar gemiyi alabora etmek üzereydi.
Gemiciler ve yolcular büyük bir paniğe kapıldı. O devrin itikadına göre, böyle bir fırtına, ancak gemide bulunan bir âsi, bir suçlu veya efendisinden kaçan bir köle yüzünden çıkardı. Geminin yükünü hafifletmek fayda vermeyince, aralarındaki o “suçluyu” bulup denize atmak için kur’a çekmeye karar verdiler.
Kur’a çekildi ve ok, geminin en salih ve en sakin görünen yolcusuna, Hz. Yunus’a (a.s.) isabet etti. Buna ihtimal veremediler, “Bu zâtın yüzünde kötülük alameti yok” diyerek kur’ayı tekrarladılar. İkinci ve üçüncü çekilişlerde de kur’a hep Hz. Yunus’u gösterdi.
Hz. Yunus (a.s.) artık anlamıştı. Bu fırtına, bu kur’a, tesadüf değildi; Rabbinden izinsiz ayrılışının bir neticesiydi. O, “Aradığınız kaçkın köle benim. Rabbimden izinsiz ayrıldım,” diyerek teslimiyet gösterdi.
Kur’ân-ı Kerîm bu hadiseyi şöyle zikreder:
“Hani o kaçıp yüklü gemiye binmişti.”
(Sâffât Sûresi, 37:140)
“Gemidekilerle kur‘a çekmiş ve kaybedenlerden olmuştu.”
(Sâffât Sûresi, 37:141)
O, Rabbine karşı işlediği (peygamber makamına yakışmayan) zelleden (hatadan) dolayı “kaybedenlerden” olmuş ve denize atılmıştı.
4. “Hût” (Büyük Balık) ve Üç Karanlık
Hz. Yunus denize atılır atılmaz, Allah Teâlâ’nın emriyle “Hût” olarak bilinen dev bir balık (Nûn) onu yakaladı. Balığa, peygamberini yememesi, ona zarar vermemesi, sadece bir müddet misafir etmesi emredilmişti.
“Yûnus, (gemiden atılınca) kınanacak bir iş yapmıştı. Bunun üzerine onu bir balık yuttu.”
(Sâffât Sûresi, 37:142)
Hz. Yunus (a.s.), kendini üç katlı bir karanlığın içinde buldu: Gecenin karanlığı, denizin derinliklerinin karanlığı ve balığın karnının karanlığı.
Bu, onun için zahiri bir hapis olduğu kadar, derûnî bir muhasebe ve arınma mekanıydı. Ene ve enaniyetin, beşerî sabırsızlığın ve öfkenin terk edildiği bir makamdı. Orada, nefsinden ve dünyadan tamamen kesilip, sebepleri ortadan kaldıran ve sadece Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’a (c.c.) yöneldi.
5. Tesbih-i Yunusiyye: Kurtuluş Duası
İşte bu mutlak acziyet ve ümitsizlik anında, Hz. Yunus’un (a.s.) dilinden o meşhur ve tesirli tesbihat döküldü:
“Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn.”
(Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.)
Bu dua, bir itiraftı; nefsine zulmettiğinin, sabırsızlık göstererek peygamberlik makamının gerektirdiği tam teslimiyeti gösteremediğinin itirafı. Bu dua, bir tevhiddi; o karanlıklarda kendisini ancak Allah’ın kurtarabileceğinin ikrarı. Ve bu dua, bir tesbihti; Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih etmekti.
Bu samimi nidâ, semanın kapılarını açtı ve icabet gecikmedi:
“Bunun üzerine onun duasına cevap verdik ve onu kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.”
(Enbiyâ Sûresi, 21:88)
Bu ayet, bu duanın sadece Hz. Yunus’a mahsus olmadığını, aynı samimiyet ve teslimiyetle yapılan duaların “mü’minler” için de bir kurtuluş vesilesi olduğunu müjdeler.
6. Sahile Çıkış ve “Yaktîn” Bitkisi
Allah Teâlâ’nın emriyle balık, Hz. Yunus’u (a.s.) hasta ve bitkin bir halde, “çıplak bir alana” (sahile) attı. Balığın karnındaki asitli ortam, onu bir kuş yavrusu gibi zayıf ve hassas bırakmıştı.
“Hâlsiz bir hâlde iken kendisini çıplak bir alana (sahile) attık.”
(Sâffât Sûresi, 37:145)
Fakat Rabbi onu yalnız bırakmadı. Rahmet-i İlahi, onun imdadına yetişti. Hemen yanı başında, “Yaktîn” denilen (geniş yapraklı kabak veya benzeri bir asma) bir bitki bitirildi. Bu bitki, Hz. Yunus’u (a.s.) hem yakıcı güneşten koruyan bir gölgelik oldu, hem de (tefsirlere göre) yaprakları ve meyvesiyle ona gıda ve şifa vesilesi kılındı.
“Üzerine (gölge yapması için) kabak türünden bir bitki bitirdik.”
(Sâffât Sûresi, 37:146)
7. Ninova Halkının Toplu Tevbesi (Bir İstisna)
Peki, Hz. Yunus (a.s.) balığın karnındayken, Ninova’da neler olmuştu?
Hz. Yunus’un haber verdiği azabın alametleri, o ayrıldıktan sonra Ninova semalarında belirmeye başladı. Gökyüzü karardı, etrafı korkunç bir duman kapladı ve azabın yaklaştığını anladılar. O anda, Hz. Yunus’un (a.s.) haklı olduğunu, onun gerçek bir peygamber olduğunu idrak ettiler.
Büyük bir pişmanlık ve korkuyla sarsıldılar. Tefsirlerde tasvir edildiğine göre, kralları başta olmak üzere, bütün halk (hayvanlarını dahi yanlarına alarak, yavruları annelerinden ayırarak) sahraya çıktılar. Üzerlerindeki süslü elbiseleri çıkarıp çullara büründüler. Topluca feryat ederek, gözyaşları içinde Allah’a (c.c.) yalvarmaya, tevbe ve istiğfar etmeye başladılar.
Bu, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen eşsiz bir hadisedir. Azap gelip çattıktan sonra iman etmek (Firavun’un imanı gibi) fayda vermezken, Ninova halkının bu samimi ve toplu tevbesi kabul edildi.
“Yûnus’un kavminden başka, (azabı gördükten sonra) iman edip de imanı kendisine fayda veren hiçbir memleket halkı yoktur. Onlar iman ettiklerinde, dünya hayatında onlardan zillet azabını kaldırmış ve kendilerini bir süre daha (nimetlerimizden) faydalandırmıştık.”
(Yûnus Sûresi, 10:98)
Allah (c.c.), üzerlerindeki azabı kaldırdı ve onlara bir müddet daha hayat bahşetti.
8. Dönüş ve Büyük Buluşma
Hz. Yunus (a.s.) sahilde sıhhat bulup kendine gelince, Allah Teâlâ ona tekrar vazifesinin başına, kavmine dönmesini emretti. O, kavminin helak edildiğini düşünerek Ninova’ya doğru yola çıktı.
Ancak şehre yaklaştığında gördüğü manzara şaşırtıcıydı. Yıkım ve felaket yerine, hayatın devam ettiğini gördü. Şehre girdiğinde ise, kendisini yalanlayan o isyankâr kavmin, şimdi topluca iman etmiş ve Allah’a ibadet eder halde olduğunu gördü.
Rabbi, ona “yüz bin veya daha fazla” kişiden oluşan bir ümmeti yeniden bahşetmişti.
“Onu, yüz bin veya daha fazla kişiye peygamber olarak gönderdik.”
(Sâffât Sûresi, 37:147)
“Sonunda ona iman ettiler. Biz de onları bir süreye kadar (dünya nimetlerinden) faydalandırdık.”
(Sâffât Sûresi, 37:148)
Böylece Hz. Yunus (a.s.), tebliğinin neticesini görmüş, kavmiyle birlikte iman üzere bir hayat sürmüştür.
Kıssadan Hisseler ve Hikmetler
Hz. Yunus’un (a.s.) bu muazzam kıssası, sadece bir peygamberin başından geçen tarihi bir hadise değil, aynı zamanda her mü’min için cihan şümul dersler ihtiva eden bir hikmet mektebidir:
• Sabır ve Teslimiyet: Tebliğ ve hizmet yolunda karşılaşılan zorluklar ne olursa olsun, bir mü’min sabretmeli ve Allah’ın izni ve emri dairesinden ayrılmamalıdır. Beşerî hisler (öfke, acelecilik, enaniyet) imtihanın bir parçasıdır.
• Tevbenin Gücü: Hz. Yunus’un (a.s.) hatasını (zellesini) anlar anlamaz yaptığı samimi tevbe, onun kurtuluşunun anahtarı olmuştur. Aynı şekilde, Ninova halkının toplu ve samimi tevbesi, kaçınılmaz bir azabı geri çevirmiştir.
• Tesbih-i Yunusiyye’nin Sırrı: Bu mübarek dua, en karanlık, en ümitsiz anlarda bile sebepleri değil, doğrudan Allah’ı (c.c.) yardıma çağırmanın formülüdür. Bu tesbih, mü’minler için “kederden kurtuluş” müjdesidir.
• Derûnî Muhasebe: Balığın karnı, Hz. Yunus (a.s.) için dünyadan ve nefsinden (ene) sıyrıldığı bir “halvet” ve tefekkür mekânı olmuştur. Bazen en büyük musibetler, en büyük manevi fetihlerin mukaddimesidir.
• Risale-i Nur’da Hz. Yunus Kıssası: Bilhassa Risale-i Nur Külliyatı gibi eserlerde bu kıssa, derin bir tefekkür vesilesi olarak ele alınır. Hz. Yunus’un (a.s.) vaziyeti, dünyanın fırtınaları içinde boğuşan, nefs-i emmaresinin (balık) ve gafletin (gece ve deniz) karanlıklarında kaybolan modern insanın vaziyetine bir temsildir. Kurtuluş reçetesi ise, aynı onun gibi “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” diyerek, tam bir acziyetle Allah’a sığınmaktır.
Cenâb-ı Hak, bizleri Hz. Yunus Aleyhisselam’ın teslimiyetinden, sabrından ve samimi tevbesinden hisseler almayı nasip eylesin. Amin.
***********
Kudüs’ün kalbinde, Süleyman (a.s.) Mabedi’nin (Beytü’l-Makdis) kutsal duvarları arasında, kendini Allah’a adamış, gecesi ve gündüzü ibadetle geçen bir peygamber vardı: Hz. Zekeriyyâ (a.s.). O, Hz. Dâvûd (a.s.) soyundan gelen, İmrân ailesiyle akraba, İsrailoğullarına doğru yolu gösteren sâlih bir kul, bir rehberdi.
Hz. Zekeriyyâ’nın hayatı, sabrın, duanın ve imkânsız görünen anlarda bile Allah’ın rahmetinden ümit kesmemenin en güzel kıssalarından biridir.
Birinci Bölüm: Kutsal Emanet ve Mihrabdaki Keramet (Hz. Meryem’in Kefâleti)
Her şey, Beytü’l-Makdis’e adanmış küçük bir kız çocuğuyla başladı. Bu çocuk, Hz. Zekeriyyâ’nın hanımının akrabası olan Hanne’nin kızı Meryem’di. Hanne, hamileyken karnındakini Allah’a adamıştı. Doğum yaptığında, bu adağını yerine getirmek için kızı Meryem’i Mescid’in hizmetine verdi.
Mescid’deki âlimler ve rehberler, bu mübarek kız çocuğunun bakımını (kefâletini) kimin üstleneceği konusunda aralarında anlaştılar; kura çekilecekti. Kur’an-ı Kerim’in tasvir ettiğine göre, kalemlerini nehre attılar ve kura, Meryem’in eniştesi olan Hz. Zekeriyyâ’ya çıktı. Bu, ilâhî bir tercihti.
Hz. Zekeriyyâ, Hz. Meryem için Mescid’de yüksekçe, hususi bir bölüm (mihrâb) tahsis etti. Onu gözü gibi koruyor, ilim ve hikmetle yetiştiriyordu. Fakat bu süreçte, ilâhî kudretin akıllara durgunluk veren bir tecellisine şahit oldu. Ne zaman Hz. Meryem’in bulunduğu odaya girse, yanında, o mevsimde Kudüs’te bulunması mümkün olmayan, taze ve harikulâde yiyecekler (rızıklar) buluyordu.
Bir gün hayretle sordu: “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?”
Hz. Meryem’in cevabı, derûnî bir teslimiyetin ifadesiydi: “Bu, Allah katındandır.”
Cenâb-ı Hak, bu hâdiseyi Âl-i İmrân Sûresi’nde şöyle haber verir :
“Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriyya, onun bulunduğu bölmeye (mihrâb) her girdiğinde yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Meryem! Bu sana nereden geldi?’ derdi. O da ‘Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir’ derdi.” (Âl-i İmrân, 3:37)
İkinci Bölüm: İhtiyarlığın Sessizliğinde Yükselen Dua
Bu keramet, Hz. Zekeriyyâ’nın kalbinde yıllardır sakladığı bir arzuyu yeniden alevlendirdi. Kendisi artık çok yaşlanmıştı (pir-i fâni olmuştu). Saçları ağarmış, kemikleri zayıflamıştı. Hanımı (zevcesi) ise gençliğinden beri kısırdı (âkır idi). Zahirî şartlara (dış sebeplere) bakıldığında, bir evlat sahibi olmaları imkânsız görünüyordu.
Fakat Hz. Zekeriyyâ, mevsimi dışında Meryem’e rızık gönderen Allah’ın (c.c.), “ihtiyarlık mevsimi” dışında kendisine de bir “hayat meyvesi” (evlat) verebileceğini derinden hissetti.
Onun endişesi, sadece neslinin devam etmesi değildi. O, kendisinden sonra İsrailoğulları arasındaki manevî mirasın, peygamberlik davasının sahipsiz kalmasından, akrabalarının (mevâlî) yoldan sapmasından endişe ediyordu. Bu yüzden, hem kendisine hem de Yâkub (a.s.) hanedanına manevî bir mirasçı olacak, Allah’ın razı olacağı sâlih bir evlat (veli) niyaz etti.
O gece, mihrabda, Rabbine gizli bir nida (sesleniş) ile yalvardı. Meryem Sûresi, bu içli duayı şöyle tasvir eder :
“4 – O, şöyle demişti: ‘Rabbim! Şüphesiz kemiklerim gevşedi. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım dualarda (cevapsız bırakılarak) hiç bedbaht olmadım.’
5 – ‘Gerçek şu ki ben, benden sonraki akrabalarım(ın isyankâr olmaların)dan korkuyorum. Eşim de kısırdır. Artık katından bana bir dost (nesil) ver.’
6 – ‘Ki o, bana da mirasçı olsun, Yakup ailesine de mirasçı olsun. Rabbim! Onu, rızana lâyık kıl.'” (Meryem, 19:4-6)
Ve Âl-i İmrân Sûresi’nde de şöyle buyrulur :
“Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: ‘Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin’ dedi.” (Âl-i İmrân, 3:38)
Üçüncü Bölüm: Müjde ve İlâhî İşaret (Hz. Yahya)
Hz. Zekeriyyâ (a.s.), tam da mihrabda durmuş namaz kılarken, o derûnî yakarışının cevabı melekler vasıtasıyla geldi. Allah’ın kudreti, sebepleri bir kez daha aradan kaldırıyordu.:
“Zekeriyya mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler: ‘Allah, sana, Allah’tan bir kelimeyi (İsa’yı) doğrulayıcı, efendi, nefsine hâkim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler.'” (Âl-i İmrân, 3:39)
Bu, akıl almaz bir müjdeydi. Müjdelenen evladın sadece adı verilmiyor (Yahya), aynı zamanda onun hususiyetleri de sayılıyordu:
• Musaddık (Doğrulayıcı): Allah’tan bir “Kelime” olan Hz. İsa’yı tasdik edecekti.
• Seyyid (Efendi): Kavmi içinde manevî bir önder, bir efendi olacaktı.
• Hasûr (Nefsine Hâkim): İffet timsali, nefsanî arzulardan kendini koruyan biri olacaktı.
• Nebî (Peygamber): Sâlihlerden seçilmiş bir peygamber olacaktı.
Hz. Zekeriyyâ, bu müjde karşısında hem büyük bir sevinç hem de bir hayret yaşadı. Bu, bir şüphe değil, kudretin tecellisini anlamak ve kalbinin tam bir itmi’nana (tatmin) kavuşması için bir sualdi.:
“Zekeriyya, ‘Rabbim! Hanımım kısır ve ben de ihtiyarlığın son noktasına ulaşmış iken, benim nasıl çocuğum olur?’ dedi. Allah, ‘Öyledir, Allah dilediğini yapar’ buyurdu.” (Âl-i İmrân, 3:40)
Cenâb-ı Hak, Meryem Sûresi’nde bu durumu şöyle pekiştirir :
“(Allah), ‘Rabbin böyle buyurdu: Bu, bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım’ dedi.” (Meryem, 19:9)
Bu muazzam hâdise karşısında kalbi coşan Hz. Zekeriyyâ, bu müjdenin bir isbatı olarak Rabbinden bir “âyet” (işaret) istedi. Allah Teâlâ, ona hem dünyevî hem de manevî bir işaret bahşetti.:
“Zekeriyya, ‘Rabbim! Öyleyse bana bir işaret ver’ dedi. Allah da, ‘Senin işaretin, sapasağlam olduğun hâlde üç gün (Meryem sûresinde “üç gece”) insanlarla konuşamamandır. Rabbini çokça an ve sabah akşam tespih et’ buyurdu.” (Âl-i İmrân, 3:41)
İşaret başlamıştı. Hz. Zekeriyyâ, sağlığı yerinde olduğu halde, insanlarla konuşma kabiliyetini kaybetti. Dili, sadece Allah’ı zikretmek ve O’nu tespih etmek için çalışıyordu. Mescid’den kavminin yanına çıktığında, onlarla ancak işaret yoluyla (remz) anlaştı ve onlara sabah akşam Allah’ı tespih etmelerini vasiyet etti. (Bkz. Meryem, 19:11)
Bu üç günlük sessizlik, büyük müjdenin vuku bulacağına dair ilâhî bir mühürdü.
Dördüncü Bölüm: Mirasçı ve Şehadet
Ve vaat edilen gün geldi. Allah’ın “Ol” emriyle, o kısır rahimden ve o ihtiyar bedenden, mucizevî bir hayat filizlendi. Hz. Yahya (a.s.) dünyaya geldi. O, babasının mirasını, yani hikmet ve peygamberlik davasını devralacaktı. Cenâb-ı Hak, ona daha çocuk yaşta hikmet (ilim ve anlayış) verdi. (Bkz. Meryem, 19:12)
Hz. Zekeriyyâ’nın duası kabul olmuş, Beytü’l-Makdis’in manevî rehberliği emin ellere teslim edilmişti.
Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.) hayatının sonu hakkında Kur’an-ı Kerim’de tafsilatlı malumat bulunmamaktadır. Ancak İslam tarihi kaynaklarında ve bazı tefsirlerde zikredilen rivayetlere göre, onun sonu da oğlu Hz. Yahya (a.s.) gibi şehadetle neticelenmiştir.
Bu rivayetlere göre, Hz. Yahya (a.s.), o dönemin zalim ve ahlâksız hükümdarının (Herod) gayr-i meşru bir evlilik isteğine karşı çıktığı için vahşice şehit edilmişti. Bu zulümden sonra, zalimler Hz. Zekeriyyâ’nın da peşine düştüler.
Kaçmakta olan Hz. Zekeriyyâ (a.s.), rivayete göre bir ağacın yanına geldiğinde, ağaç Allah’ın izniyle yarılmış ve Hz. Zekeriyyâ onun kovuğuna sığınmıştır. Ancak İblis, onun yerini askerlere göstermiş ve cübbesinden bir parçayı dışarıda bırakarak bir iz oluşturmuştur. Zalimler, peygamberin ağacın içinde olduğuna inanarak, o mübarek ağacı testereyle kesmişler ve Hz. Zekeriyyâ da bu esnada ruhunu Allah’a teslim ederek şehitlik mertebesine ulaşmıştır.
Netice: Sabır ve Ümit Peygamberi
Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.) hayatı, bizlere şu cihan şümul hakikatleri öğretir:
• Duanın Gücü: Sebepler ne kadar imkânsız görünürse görünsün, “sebeplerin Müsebbibi” olan Allah’tan (c.c.) istemekten asla vazgeçilmemelidir.
• Allah’ın Kudreti: O, dilediğine hesapsız rızık verir; kurudan yaşı, ölüden diriyi çıkarır. İhtiyarlıktan ve kısırlıktan hayat bahşeder.
• Sâlih Evlat Niyazı: Bir mümin için en kıymetli miras, dünyalık mal mülk değil, Allah’ın davasını sürdürecek, O’nun rızasına lâyık sâlih bir nesildir.
• Teslimiyet: Allah’tan gelen müjdeye karşı “Bu nasıl olur?” demek, şüphe değil; kudretin azametini idrak ve kalbin itmi’nan bulması içindir.
• Sabır ve Şehadet: Peygamberlerin yolu, çile, sabır ve gerektiğinde hak uğruna canını feda etme yoludur.
Hz. Zekeriyyâ, mihrabda bir dua, sabırda bir timsal ve şehadette bir şeref nişanı olarak müminlerin kalbinde hayatını sürdürmektedir. Allah’ın selamı onun üzerine olsun.
**********
Bir Peygamberin Duası ve Mucizevî Müjde: Hz. Yahyâ (a.s.)
Her şey, Kudüs’teki büyük mâbedin (Beytü’l-Makdis) sessiz bir köşesinde, huşû içinde Rabbine yönelen salih bir peygamberin derûnî yakarışıyla başladı. Bu mübarek zat, İmrân ailesinden gelen Hz. Zekeriyyâ (a.s.) idi.
Yıllar geçmiş, Hz. Zekeriyyâ’nın yaşı kemale ermiş, saçlarına aklar düşmüştü. Eşi Îşâ (Elisabeth) da yaşlanmıştı ve en büyük imtihanları, bir evlat hasretiydi. Îşâ, kısır (âkır) olarak biliniyordu ve zahirî sebeplere bakıldığında bir çocuk sahibi olmaları mümkün görünmüyordu.
Fakat Hz. Zekeriyyâ, Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmeyen bir peygamberdi. Bir gün, mâbedde Hz. Meryem’in yanında, ona Allah katından gelen mevsimsiz rızıkları gördü. Bu harikulâde hadise, onun kalbindeki ümidi daha da alevlendirdi. Hz. Meryem’e bu rızıkları verenin, kendisine de salih bir evlat verebileceğine olan imanı tamdı.
Ellerini açtı ve Rabbine şöyle yalvardı. Kur’ân-ı Kerîm, bu dokunaklı duayı bize şöyle nakleder:
“Orada Zekeriyyâ, rabbine dua etti: «Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin» dedi.” (Âl-i İmrân, 3:38)
Bu, sadece bir evlat isteği değil, aynı zamanda peygamberlik davasını sürdürecek, Allah’ın dinine hizmet edecek “temiz bir nesil” talebiydi.
Cenâb-ı Hakk, peygamberinin bu ihlaslı yakarışına icabet etmekte gecikmedi. Hz. Zekeriyyâ mâbedde (mihrap) namaz kılarken, melekler ona seslendi. Bu, dünyayı değiştirecek bir müjdeydi:
“Zekeriyyâ mâbedde durmuş namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler: «Allah, sana; Allah’tan bir kelimeyi (Îsâ’yı) tasdik edici, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler».” (Âl-i İmrân, 3:39)
Hz. Zekeriyyâ, bu müjde karşısında hem büyük bir sevinç hem de bir hayret yaşadı. “Rabbim,” dedi, “Bana ihtiyarlık gelip çatmışken ve eşim de kısırken, benim nasıl oğlum olabilir?” Bu, Allah’ın kudretinden bir şüphe değil, bu mucizenin nasıl tecelli edeceğine dair bir hayretti.
Cenâb-ı Hakk, O’nun sonsuz kudretini hatırlattı: “Öyledir, Allah dilediğini yapar.”
Hz. Zekeriyyâ, kalbinin tam mutmain olması için bir alâmet (işaret) istedi. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
“Zekeriyyâ, «Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alâmet ver» dedi. Allah da şöyle dedi: «Senin için alâmet, insanlarla üç gün konuşamaman, ancak işaretleşebilmendir. Rabbini çok zikret, sabah akşam tesbih et».” (Âl-i İmrân, 3:41)
Ve mucize gerçekleşti. Hz. Zekeriyyâ, hiçbir hastalığı olmaksızın üç gün boyunca insanlarla konuşamadı, ancak işaret yoluyla anlaştı. Bu süre zarfında dilini sadece Allah’ı zikretmek ve O’nu tesbih etmek için kullanabildi. Bu, duanın kabulünün ve mucizenin başlangıcının sessiz ama kudretli bir isbatıydı.
Hikmetle Dolu Bir Çocukluk
Nihayet, Allah’ın vaadi yerine geldi. İhtiyar peygamber Hz. Zekeriyyâ ile vefalı eşi Hz. Îşâ’nın hanesine bir güneş gibi doğdu Hz. Yahyâ. Cenâb-ı Hakk, ona bizzat “Yahyâ” ismini vermişti; bu isim “yaşayan, hayat bulan” manasına geliyordu ve daha önce kimseye verilmemişti.
Hz. Yahyâ, sıradan bir çocuk gibi büyümedi. O, daha ilk günlerinden itibaren farklıydı. Diğer çocuklar oyun peşinde koşarken, o derin düşüncelere dalar, vaktini tefekkür ve ibadetle geçirirdi. Allah Teâlâ, ona çok erken yaşta bir lütufta bulundu. Kur’ân-ı Kerîm bu durumu şöyle tasvir eder:
“«Ey Yahyâ! Kitab’a (Tevrat’a) vargücünle sarıl» (dedik) ve henüz çocuk iken ona hikmeti verdik.” (Meryem, 19:12)
Ona “hikmet” verilmişti. Yani, Allah’ın kitabını (Tevrat’ı) anlama, meselelerin derûnî manalarına vakıf olma ve doğru ile yanlışı ayırabilme kabiliyeti bahşedilmişti. O, Tevrat’ın hükümlerine sadece uymakla kalmadı, ona “vargücüyle sarıldı.” Bu, onun Allah’ın emirlerine olan bağlılığının ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyordu.
Eşsiz Bir Ahlâk ve Peygamberlik Görevi
Hz. Yahyâ büyüdükçe, ahlâkı ve faziletleri daha da parladı. O, Allah’ın özel olarak terbiye ettiği, saf ve temiz bir kuldu. Allah Teâlâ, onun üstün vasıflarını şöyle devam ettirir:
“Tarafımızdan ona bir kalp yumuşaklığı (Hanân) ve bir temizlik (Zekât) (de verdik). O, Allah’tan sakınan, takvâ sahibi biri idi.” (Meryem, 19:13)
“Ana babasına çok iyi davranırdı. Âsi ve isyankâr bir zorba değildi.” (Meryem, 19:14)
Hz. Yahyâ, “Hanân” sahibiydi; yani derin bir şefkat, merhamet ve kalp yumuşaklığına sahipti. Sadece insanlara değil, bütün mahlûkata karşı merhametliydi. Tefsirlerde, onun tabiat içinde vakit geçirdiği, vahşi hayvanlarla bile dost olduğu, gözyaşlarının yanaklarında iz bıraktığı derecede çok ağlayan, hassas bir peygamber olduğu rivayet edilir.
Aynı zamanda “Zekât” sahibiydi; yani günahtan, kibirden, kötülükten arınmış, tertemiz bir fıtratı vardı.
Ve en mühim vasıflarından biri, anne ve babasına olan eşsiz hürmetiydi. Kendisi bir mucize olarak dünyaya gelmiş bir peygamber olmasına rağmen, ihtiyar anne ve babasına karşı “öf” bile dememiş, onlara karşı daima itaatkâr ve şefkatli olmuştu.
Hz. Yahyâ’nın bir diğer önemli görevi, Âl-i İmrân Suresi’nde belirtildiği gibi, “Allah’tan bir kelimeyi (Hz. İsa’yı) tasdik edici” olmasıydı. Hz. Yahyâ ile Hz. İsa (a.s.) teyze çocuklarıydılar (Anneleri Îşâ ve Meryem kardeştiler). Hz. Yahyâ, Hz. İsa’dan birkaç ay önce doğmuş ve onun peygamberliğini ilk tasdik eden, O’na inanan ve halkı O’na inanmaya davet eden kişi olmuştur. O, Hz. İsa’nın kutlu vazifesinin hazırlayıcısı ve en büyük destekçisiydi.
O, Âl-i İmrân Suresi’nde zikredildiği gibi “Hasûr” idi; yani nefsine son derece hâkim, kendini Allah’a adamış, dünyevî zevklere ve haramlara karşı tam bir iffet ve korunmuşluk içindeydi. Zühd (dünyaya rağbet etmeme) hayatının esasıydı. Kaba kumaşlardan elbiseler giyer, arpa ekmeği yer, vaktinin çoğunu ibadetle ve insanları irşad ile geçirirdi.
Hakkı Söylemekten Çekinmeyen Cesur Peygamber
Hz. Yahyâ’nın yaşadığı dönem, Benî İsrâil’in hem ahlâkî hem de dinî açıdan büyük bir bozulma yaşadığı bir zamandı. Hükümdarlar ve idareciler, zâlim ve keyfî hareket ediyor, Allah’ın hükümlerini çiğniyorlardı.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarının aktardığına göre, o devrin zâlim kralı (Tarihî kaynaklarda Herod Antipas olarak geçer), Tevrat’ın hükümlerine aykırı, gayr-i meşrû bir evlilik yapmak istedi. Bu evlilik, kendi kardeşinin kızı (veya başka bir rivayette kardeşinin hanımı) ile olacaktı ki, bu, Tevrat’a göre kesinlikle haramdı.
Ancak kral, bu arzusunu meşrulaştırmak için halkın sevdiği ve saydığı peygamber olan Hz. Yahyâ’dan bir fetva, bir onay almak istedi. Onu sarayına davet etti, ona makam ve mevki teklif etti, belki de tehdit etti.
Hz. Yahyâ (a.s.), sarayın debdebesinden veya kralın gazabından zerre kadar korkmadı. O, sadece Allah’tan korkardı. Kralın yüzüne karşı, Hakk’ı gür bir sesle haykırdı: “Bu izdivaç sana helâl değildir! Allah’ın hükmüne aykırıdır!”
Bu cevap, kralı ve o gayr-i meşrû evliliği arzulayan kadını öfkelendirdi. Hz. Yahyâ’nın bu tavizsiz duruşu, onun sonunu hazırladı.
Hakk Yolunda Bir Şehâdet
Zâlim kral, nefsine ve şeytanın fısıltılarına uyarak, o zâlim kadının da kışkırtmasıyla tarihin en acı verici emirlerinden birini verdi. Allah’ın peygamberi Hz. Yahyâ’nın (a.s.) yakalanmasını ve katledilmesini emretti.
Rivayetlere göre, askerler Hz. Yahyâ’yı mâbedde ibadet ederken buldular. Oracıkta, Allah’a secde ettiği o mübarek mekânda, onu şehit ettiler.
Tefsirlerde geçen meşhur ve ibretlik bir rivayete göre, Hz. Yahyâ’nın (a.s.) mübarek başı kesildikten sonra bile, o kesik baş, kralın önündeki tepside Hakk’ı haykırmaya devam etmiş ve “O kadın sana helâl değildir!” demiştir. Bu, Hakk’ı söylemenin ve bu yolda şehit olmanın ne kadar ulvî bir mertebe olduğunu gösteren tüyler ürpertici bir tasvirdir.
Üç Günde Gelen İlâhî Selâm
Hz. Yahyâ (a.s.), kısa ama hikmet dolu bir hayat sürdü. O, iffetin, zühdün, anne-babaya itaatin, hikmetin ve en mühimi de Hakk uğruna canını feda etmenin sembolü oldu.
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de çok az peygambere nasip olan bir şerefi ona bahşetmiştir. Bizzat Allah (c.c.), sevgili kulu ve peygamberi Yahyâ’ya “Selâm” etmiştir. Bir insanın hayatındaki en zorlu ve en kritik üç an, Allah’ın teminatı altına alınmıştır:
“Doğduğu gün, öleceği gün ve diriltileceği gün ona selâm olsun!” (Meryem, 19:15)
Allah’ın selâmı üzerine olan Hz. Yahyâ’nın hayatı, bizlere ve özellikle gençlere şu dersi verir: Dünyevî makamlar, güçler veya tehditler ne olursa olsun, Allah’ın hükmünü söylemekten asla çekinmemek gerekir. Gerçek fazilet, Allah’ın kitabına “vargücüyle sarılmak” ve O’nun yolunda şehit olabilmeyi göze almaktır.
*********
Hz. İsa’nın (Aleyhisselâm) Mübarek Hayatı: Kur’an, Tefsir ve İslam Tarihi Işığında
Bölüm 1: Mübarek Bir Aile ve Bir Adak
Her şey, Kudüs’te, Benî İsrail’in (İsrailoğulları) en saygıdeğer ailelerinden biri olan “Âl-i İmrân” yani İmrân ailesinde başladı. İmrân, salih bir zattı ve hanımı Hanne de o derece mübarek bir kadındı. Hanne validemiz, uzun müddet bir evlat hasreti çekmişti. Gönlü, Allah’a (Celle Celâlühü) hizmet edecek hayırlı bir evlat arzusuyla doluydu.
Bir gün, bütün samimiyetiyle Rabbine yöneldi ve derûnî bir ahitte bulundu. Kur’an-ı Kerim, onun bu samimi duasını bize şöyle haber verir:
“Hani, İmrân’ın karısı, ‘Rabbim! Karnımdakini (çocuğumu) sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ demişti.” (Âl-i İmrân, 35 )
Hanne validemiz, doğacak çocuğunun bir erkek olacağını ve onu Beytü’l-Makdis’e (Mescid-i Aksa) hizmetkâr olarak adayacağını düşünmüştü. Lakin Allah’ın (C.C.) takdiri farklı tecelli etti. Bir kız çocuğu dünyaya getirdi ve ona “Meryem” adını verdi. Meryem, “ibadet eden, kendini Allah’a adayan” manasına geliyordu.
Çocuğu kız olmasına rağmen, Hanne validemiz adağından dönmedi. Onu Beytü’l-Makdis’e teslim etti. Hz. Meryem’in himayesini (bakımını) kimin üstleneceği konusunda bir ihtilaf olsa da, neticede bu şerefli vazife, onun teyzesinin eşi olan Hz. Zekeriyya’ya (Aleyhisselâm) nasip oldu.
Hz. Zekeriyya, Meryem için mabedde “mihrap” denilen hususi bir oda tahsis etti. Hz. Meryem, burada vaktinin tamamını ibadetle, zikirle ve tefekkürle geçiriyordu. Öyle ki, Allah (C.C.) ona hususi ikramlarda bulunuyordu. Kur’an-ı Kerim bu hali şöyle tasvir eder:
“Rabbi, onu (Meryem’i) güzel bir şekilde kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriyya, onun bulunduğu bölmeye (mihrâba) her girdiğinde yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Meryem! Bu sana nereden geldi?’ derdi. O da ‘Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir’ derdi.” (Âl-i İmrân, 37 )
Hz. Meryem, yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri ile rızıklanıyordu. Bu, onun sıradan bir insan olmadığını, Allah katında seçilmiş ve hususi bir vazifeye hazırlanan müstesna bir kul olduğunu gösteriyordu.
Bölüm 2: Büyük Müjde ve “Kelimetullah”
Hz. Meryem, iffetiyle, takvasıyla ve ibadetiyle emsalsiz bir mertebeye ulaşmıştı. Bir gün, ibadeti için mabedde veya evinin doğu tarafında bir yere çekilmiş, insanlardan uzlet etmişti. Tam bu esnada, karşısında fevkalade bir hadise vuku buldu. Allah’ın (C.C.) büyük meleği Cebrail (Aleyhisselâm), ona tam bir insan suretinde göründü.
Hz. Meryem, bu ani ve zahirî durum karşısında dehşete kapıldı. Karşısındakinin niyetinden emin olamadı ve iffetine bir zarar gelmesinden korkarak hemen Rabbine sığındı. Kur’an-ı Kerim, bu anı şöyle anlatır:
“(Meryem), ‘Senden, çok esirgeyici olan Allah’a sığınırım! Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma)’ dedi.” (Meryem, 18 )
Cebrail (A.S.), onu hemen teskin etti ve geliş sebebini açıkladı:
“Melek, ‘Ben, ancak sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak için Rabbinin bir elçisiyim’ dedi.” (Meryem, 19 )
Bu, akıllara durgunluk veren bir müjdeydi. Hz. Meryem, hayret içinde kaldı. Zira o, bir erkekle asla teması olmamış, iffetini titizlikle koruyan bir bakireydi.
“Meryem, ‘Bana bir insan dokunmadığı ve iffetsiz de olmadığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir?’ dedi.” (Meryem, 20 )
Cebrail’in (A.S.) cevabı, Allah’ın (C.C.) kudretinin sebeplerin ötesinde olduğunu gösteriyordu:
“Melek, ‘Öyledir’ dedi. Rabbin dedi ki: ‘O (babasız çocuk vermek), bana kolaydır. Onu insanlar için bir mucize ve katımızdan bir rahmet kılmak için (böyle yapacağız). Bu, (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir.'” (Meryem, 21)
Ve melekler, doğacak çocuğun vasıflarını bildirdiler. O, sıradan bir çocuk olmayacaktı. O, Allah’ın “Ol” emriyle, yani bir “Kelime”siyle yaratılacağı için “Kelimetullah” (Allah’ın Kelimesi) olacaktı.
“Hani melekler, ‘Ey Meryem! Allah, seni kendi katından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah’a çok yakın olanlardandır’ demişti.” (Âl-i İmrân, 45 )
Tefsirlerde belirtildiğine göre, Cebrail (A.S.), Hz. Meryem’e (veya elbisesinin yakasına) üfürdü ve bu ilahi nefha ile Hz. İsa’nın (A.S.) mucizevî hayatı, anne rahminde başlamış oldu.
Bölüm 3: Mucizevî Doğum ve Beşikteki Hitap
Hz. Meryem, bu ilahi emaneti taşımaya başladı. Kavminin, bu durumu gördüğünde kendisine inanmayacağını, hakkında kötü zanlarda bulunacağını biliyordu. Bu sebeple, hamilelik alametleri belirince Kudüs’ten uzaklaşarak Beytüllahim (Bethlehem) yakınlarında, sakin bir yere çekildi.
Doğum sancıları başladığında, ilahi bir sevk ile kuru bir hurma ağacının altına sığındı. İçinde bulunduğu vaziyetin ağırlığı, iffetine düşkünlüğünün verdiği ıstırap ve kavminden duyduğu endişe ile doluydu. Fakat Rabbi onu yalnız bırakmadı. Altından bir ses ona şöyle nida etti:
“Üzülme! Rabbin senin alt tarafında bir dere akıttı. Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. Ye, iç, gözün aydın olsun.” (Meryem Suresi’nden mülhem).
Hz. Meryem, bu ilahi ikramla kuvvet buldu ve mucizevî evladını dünyaya getirdi: Hz. İsa (Aleyhisselâm).
Emzini yerine getirdikten sonra, Allah’ın emriyle, susma orucuna niyet ederek (o gün kimseyle konuşmamaya ahdederek) kucağında bebeğiyle kavminin yanına döndü.
Onu kucağında bir bebekle görenler, dehşete düştüler. Mabede adanmış, iffet timsali Meryem’in böyle bir durumda olması, onlara göre korkunç bir hadiseydi. Hemen onu tenkit etmeye ve kınamaya başladılar:
“Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: ‘Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!'” (Meryem, 27 )
“‘Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.'” (Meryem, 28 )
Hz. Meryem, adağı sebebiyle onlara hiçbir cevap vermedi. Sadece kucağındaki bebeği işaret etti. Onlar ise alaycı bir tavırla, “Biz beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?” dediler.
İşte tam o anda, Allah’ın (C.C.) kudreti bir kez daha tecelli etti. Günler, belki de saatler önce doğmuş olan bebek, fasih bir lisanla konuşmaya başladı. Bu, onun peygamberliğinin ve annesinin masumiyetinin ilk isbatı idi:
“Çocuk şöyle dedi: ‘Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O, bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni peygamber yaptı.'” (Meryem, 30 )
“‘Nerede olursam olayım, o beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.'” (Meryem, 31)
“‘Beni anneme saygılı kıldı, beni bedbaht bir zorba yapmadı.'” (Meryem, 32)
“‘Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selâm (esenlik) verilmiştir.'” (Meryem, 33)
Bu mucizevi hitap, Hz. İsa’nın (A.S.) kimliğini net bir şekilde ortaya koyuyordu: O, Allah’ın oğlu değil, “Allah’ın kulu” idi. O, kendisine Kitap (İncil) verilecek bir Peygamberdi.
Bölüm 4: Peygamberlik Vazifesi ve Mucizeler
Hz. İsa (A.S.) büyüdü ve otuz yaşına geldiğinde kendisine peygamberlik vazifesi verildi. O, kendisinden önceki peygamber Hz. Musa’nın (A.S.) getirdiği Tevrat’ı tasdik etmek ve Benî İsrail’i saptıkları yanlış yoldan, özellikle de aşırı maddeperestlikten ve katılaşmış kalplerinden kurtarıp hidayete davet etmek için gönderilmişti.
Allah (C.C.), onu Benî İsrail’in inkârcılığına karşı açık mucizelerle teyit etti. Kur’an-ı Kerim, onun bu mucizelerini kendi lisanından şöyle aktarır:
“…’Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Anadan doğma körü ve alacalıyı (o dönemde tedavisi imkânsız olan bir cilt hastalığı) iyileştiririm. Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için elbette bir ibret vardır.'” (Âl-i İmrân, 49 )
Burada en mühim nokta, Hz. İsa’nın (A.S.) her mucizeyi “Allah’ın izniyle” (bi-iznillâh) kaydıyla yapmasıdır. Bu, onun gücünün zatından değil, Allah’ın (C.C.) ona verdiği bir kudretten kaynaklandığını gösterir.
O, çamurdan yaptığı şekillere üflüyor, onlar canlanıp uçuyordu. Doğuştan kör olanların gözlerini açıyor, iyileşmez denilen hastaları sıhhate kavuşturuyordu. Hatta Allah’ın izniyle, ölmüş olanları bile diriltiyordu. Tefsirlerde, dostu Lazar’ı (veya Âzir’i) dirilttiği rivayet edilir.
Ayrıca, insanların evlerinde gizlice ne yediklerini veya ne biriktirdiklerini haber vererek, onların derûnî (iç) hallerine de vakıf olduğunu gösteriyordu.
Bölüm 5: Havariler ve Semâdan Gelen Sofra
Hz. İsa’nın (A.S.) bu davetine karşı Benî İsrail’in çoğu inkârda direndi. Ancak ona yürekten inanan, samimi bir grup da vardı. Bunlara “Havariler” (yardımcılar, samimi dostlar) denildi. Onlar, Hz. İsa’nın davasına destek oldular.
Havariler, iman etmiş olsalar da, kalplerinin tam mutmain olması için Hz. İsa’dan (A.S.) ilahi bir mucize daha talep ettiler. Mâide Suresi’nde anlatıldığına göre, semâdan (gökten) donatılmış bir sofra (mâide) istediler. Hz. İsa (A.S.), bu talebin bir imtihan olduğunu bilerek önce tereddüt etti, fakat onların ısrarı üzerine Rabbine dua etti.
Allah (C.C.), bu sofrayı indireceğini, ancak bu mucizeden sonra kim inkâr ederse, onu çok şiddetli bir azapla cezalandıracağını bildirdi. Ve sofra indirildi. Bu hadise, Havarilerin imanını pekiştirdi.
Bölüm 6: İnkâr, Tuzak ve Göğe Yükseliş (Ref’)
Hz. İsa’nın (A.S.) mucizeleri arttıkça, Benî İsrail’in din adamları (Yahudi hahamları) ve Romalı idareciler ondan daha çok rahatsız oldular. Onun, kendi saltanatlarını ve bozulmuş dini nizamlarını sarsmasından korktular. Halkın ona yönelmesini hazmedemediler.
Nihayet, onu öldürmek için haince bir tuzak kurmaya karar verdiler. Rivayetlere göre, Havarilerden biri olan Yahuda (Judas), bir miktar dünyalık karşılığında ihanet ederek Hz. İsa’nın (A.S.) yerini onlara ihbar etti.
Zalimler, Hz. İsa’yı (A.S.) yakalayıp çarmıha germek (asmak) için harekete geçtiler.
Ancak, Allah’ın (C.C.) tuzağı, onların tuzağından üstündü. Onlar, Hz. İsa’yı (A.S.) öldürmeyi planlarken, Allah (C.C.) peygamberini onların elinden kurtarmayı takdir etmişti.
Kur’an-ı Kerim, bu hadisenin hakikatini, Hristiyanların ve Yahudilerin inandığından tamamen farklı bir şekilde, kesin bir dille açıklar:
“Bir de ‘Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük’ demeleri yüzünden… Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.” (Nisâ, 157 )
Tefsirlerin çoğunluğuna göre, zalimler Hz. İsa’yı (A.S.) yakalamaya geldiklerinde, Allah (C.C.) ihanet eden kişiyi (veya orada bulunan bir başkasını) Hz. İsa’ya benzetti. Askerler, Hz. İsa’ya benzetilen o kişiyi yakaladılar ve onu “İsa budur” zannıyla çarmıha gerdiler.
Peki, Hz. İsa’ya (A.S.) ne oldu? Cevabı, bir sonraki ayet vermektedir:
“Fakat Allah, onu kendisine yükseltti. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ, 158 )
Allah (C.C.), peygamberini o zalimlerin eline bırakmadı. Onu, bedeni ve ruhuyla birlikte, canlı olarak Kendi katına, semâya yükseltti (Ref’ etti).
Sonuç: Akidemizdeki Yeri ve Beklenen Dönüş
İslam akidesine göre Hz. İsa (Aleyhisselâm), “Ulü’l-Azm” denilen beş büyük peygamberden biridir. O, Allah’ın (C.C.) oğlu değil, mübarek kulu ve şerefli elçisidir. O, öldürülmemiş veya asılmamıştır; Allah katında diridir.
İslam inancının mühim bir parçası da, Hz. İsa’nın (A.S.) kıyamet kopmadan önce yeryüzüne tekrar ineceğidir (Nüzûl-i İsa). O, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şeriatına tabi olarak gelecek, Deccal’i öldürecek, haçı kıracak (Hristiyanlığın tahrif olmuş inançlarını düzeltecek), domuzu öldürecek (haramları tesis edecek) ve yeryüzünde adalet ve barışı tesis edecektir.
Onun hayatı, baştan sona Allah’ın (C.C.) sonsuz kudretinin bir mucizesidir. Babasız dünyaya gelişi, beşikte konuşması, ölüleri diriltmesi ve semâya yükseltilmesi, bizlere Allah’ın (C.C.) sebeplere muhtaç olmadığını, O “Ol” deyince her şeyin olacağını gösteren parlak isbatlardır.
Selâm, doğduğu gün, semâya yükseltildiği gün ve tekrar diriltileceği (yeryüzüne ineceği) gün onun üzerine olsun.
*********
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa rehber olarak gönderdiği peygamberler (aleyhimüsselâm) silsilesi içinde, bazıları Kur’ân-ı Kerîm’de ibretlik kıssalarıyla hususi bir yer tutar.
İşte Hz. Üzeyir (aleyhisselâm) da, hem hayatı hem de vefatından sonra Cenâb-ı Hakk’ın kudretine nasıl bir delil (isbat) kılındığı ile tefekkür edilmesi gereken müstesna şahsiyetlerden biridir.
Onun hikâyesi, bir milletin hafızasını kaybettiği, mukaddes şehrin harabeye döndüğü ve imanın en zorlu sınavlardan geçtiği bir devirde başlar.
1. Bölüm: Harabe Şehir ve Yüz Yıllık Vefat
Hz. Üzeyir (a.s.), Bani Israil’e gönderilmiş bir peygamber veya (bazı tefsirlere göre) salih, âlim ve hikmet sahibi bir kuldur. O, Tevrat’ı en iyi bilen, hıfzeden ve yaşayan bir rehberdi.
Onun yaşadığı dönem, Beni Israil için büyük bir felaket zamanıydı. Bâbil Hükümdarı Buhtunnasr (Nebukadnezar), Kudüs’ü (Yeruşalim) yerle bir etmiş, Süleyman (a.s.) tarafından inşa edilen Beytü’l-Makdis’i (Mescid-i Aksa) yıkmış, Tevrat nüshalarını yaktırmış ve Bani Israil’in çoğunu esir alarak Bâbil’e sürmüştü.
İşte böyle bir yıkım ve dağılmışlık devrinde, Hz. Üzeyir (a.s.) bir yolculuğa çıkmıştı. Yolu, bir zamanlar hayat dolu olan, şimdi ise duvarları çökmüş, çatıları uçmuş ve içinde canlı namına bir şey kalmamış o harabe şehre, yani Kudüs’e düştü.
Merkebinden indi, etrafındaki o dehşet verici sessizliğe ve yıkıma nazar etti. Gözünün gördüğü her yer, ölüm ve hiçlikti. O derûnî tefekkür halinde, kalbinden Cenâb-ı Hakk’ın kudretine dair bir sual geçti. Bu bir şüphe değil, haşir (yeniden diriliş) hakikatinin nasıl tecelli edeceğine dair bir hayret ve hikmet arayışıydı.
Kur’ân-ı Kerîm, bu anı şöyle tasvir eder:
“Yahut altüst olmuş, ıssız duran bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, ‘Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?’ demişti. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti. ‘Ne kadar kaldın?’ dedi. ‘Bir gün veya bir günden daha az kaldım’ dedi. Allah, ‘Hayır, yüzyıl kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir delil kılalım diye (böyle yaptık). Kemiklere bak, onları nasıl düzeltiyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz!’ dedi. Durum kendisine açıkça belli olunca, ‘Biliyorum ki Allah’ın her şeye gücü yeter’ dedi.”
(Bakara Sûresi, 2:259 )
Cenâb-ı Hak, onun bu tefekkürüne, bizzat onu “öldürerek” cevap verdi. Hz. Üzeyir (a.s.), tam yüz sene boyunca vefat etmiş halde kaldı.
2. Bölüm: Uyanış ve İlâhî Kudretin İsbatı
Yüz yıl geçtikten sonra, Allah (c.c.) ona yeniden hayat verdi. Gözlerini açtığında, muhtemelen bir melek vasıtasıyla kendisine soruldu: “Ne kadar kaldın?”
Hz. Üzeyir (a.s.), belki bir sabah uyuyup akşama doğru uyandığını zannederek, etrafına bakındı ve “Bir gün veya bir günden daha az kaldım” diye cevap verdi.
Ancak ilâhî cevap, zamanın hakikatini ortaya koydu: “Hayır, yüzyıl kaldın.”
Bu, aklın idrak sınırlarını zorlayan bir hakikatti. Cenâb-ı Hak, bu hakikati ona iki zıt delil ile gösterdi:
• Korunan Rızık: “Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış.”
Yanındaki bir sepet incir (veya üzüm) ve içeceği, sanki az önce bırakılmış gibi taptaze duruyordu. Yüz yıllık zaman, Allah’ın izniyle onlara tesir etmemişti. Bu, “zamanı durdurma” kudretinin bir nişanıydı.
• Çürüyen Beden ve Diriliş: “Eşeğine de bak.”
Merkebine baktığında ise sadece çürümüş, dağılmış kemiklerini gördü. Zaman, bu canlı bedene bütün haşmetiyle tesir etmişti.
Sonra, Hz. Üzeyir’in (a.s.) gözleri önünde muazzam bir hadise cereyan etti: “Kemiklere bak, onları nasıl düzeltiyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz!”
Dağılmış kemikler bir araya toplandı (inşâ), iskelet halini aldı. Ardından bu iskelete adeta bir elbise giydirilir gibi et, damar, sinir ve deri giydirildi. Ve nihayet, Allah (c.c.) ona ruh üfledi ve merkep (eşek) anırarak ayağa kalktı.
Hz. Üzeyir (a.s.), aynı anda hem “zamanın durdurulmasını” (yiyecek) hem de “ölümden sonra dirilişi” (merkep) bizzat gözlemlemiş (aynelyakîn) oldu.
O harabe şehrin nasıl dirileceğini merak etmişti; Allah (c.c.) ona cevabı bizzat kendi merkebinin ve en nihayetinde kendi bedeninin dirilişiyle vermişti.
Tefsirlere göre, o vefat ettiğinde 40 yaşlarındaydı, dirildiğinde yine aynı yaştaydı.
Bu muazzam delil karşısında, onun kalbi tam bir itminan ile doldu ve o meşhur teslimiyet cümlesini söyledi:
“Durum kendisine açıkça belli olunca, ‘Biliyorum ki Allah’ın her şeye gücü yeter’ dedi.”
3. Bölüm: Kavme Dönüş ve Kayıp Hafızanın İhyası
Hz. Üzeyir (a.s.), merkebine bindi ve diriltilmiş şehre, Kudüs’e doğru yola çıktı. Ancak döndüğü yer, bıraktığı yer değildi. Yüz yıl geçmişti. Esaret bitmiş, insanlar Bâbil’den dönmüş, şehir kısmen de olsa yeniden kurulmaya başlamıştı.
Fakat kimse onu tanımıyordu. Kendi evine gittiğinde, onu tanıyan nesilden kimse kalmamıştı. Orada, çok yaşlanmış, gözleri görmeyen bir hizmetçi (veya rivayetlere göre torununun torunu) ile karşılaştı. Kadın 120 yaşlarındaydı ve Hz. Üzeyir’i çocukluğundan hayal meyal hatırlıyordu.
Hz. Üzeyir, “Ben Üzeyir’im” dedi.
Kadın inanamadı, “Üzeyir yüz yıl önce kayboldu, ondan bir haber yok. Eğer sen o isen, onun bir alameti vardı; duaları makbul bir zattı. Dua et de gözlerim açılsın” dedi.
Hz. Üzeyir (a.s.) Cenâb-ı Hakk’a dua etti ve Allah’ın izniyle kadının gözleri açıldı. Kadın ona baktı ve “Şehadet ederim ki sen Hz. Üzeyir’sin!” diyerek onu tanıdı.
Bu hadise Beni Israil arasında yayıldı. Onu, babalarından ve dedelerinden duymuşlardı. Onu imtihan etmek için yanına geldiler. Bu sırada en mühim mesele şuydu: Buhtunnasr, Tevrat’ı yakmıştı ve onu tam olarak ezbere bilen kimse kalmamıştı. Beni Israil, hidayet rehberini kaybetmişti.
Dediler ki: “Eğer sen gerçekten Üzeyir isen, babalarımızdan duyduğumuza göre Tevrat’ı eksiksiz bilen tek kişi oydu. Bize Tevrat’ı yeniden yazdır.”
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre, Hz. Üzeyir’in (a.s.) en büyük mucizelerinden biri burada gerçekleşti. O, Allah’ın ilhamıyla ve lütfuyla, hafızasında korunan Tevrat’ı onlara yeniden okudu ve yazdırdı.
Böylece Hz. Üzeyir (a.s.), sadece bir şehrin değil, bir milletin de manevi ihyasına vesile oldu. Kaybolan mukaddes kitabı, Allah’ın yardımıyla yeniden ortaya çıkardı.
4. Bölüm: Aşırılığın Doğuşu ve Kur’ân’ın Uyarısı
Hz. Üzeyir’in (a.s.) bu mucizevî dönüşü, yüz yıl sonra aynı gençlikte olması ve en mühimi, kayıp Tevrat’ı mucizevî bir şekilde yeniden ihya etmesi, Benî Israil’in bir kısmının yoldan çıkmasına sebep oldu.
Onu o kadar yücelttiler ki, beşer (insan) olma vasfından çıkarıp ilâhî bir vasıf isnat etmeye kalkıştılar. Aklın alamayacağı bu mucizeler silsilesi karşısında ifrata (aşırılığa) saptılar.
Bazıları, “Bu kadar büyük bir işi ancak Allah’ın oğlu yapabilir” diyerek dalalete düştüler.
İşte Kur’ân-ı Kerîm, Yahudiler içindeki bu sapkın bir fırkanın sözünü bize şöyle nakleder ve bu iftirayı en şiddetli şekilde reddeder:
“Yahudiler, ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da, ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan çevriliyorlar!”
(Tevbe Sûresi, 9:30 )
Bu ayet, Hz. Üzeyir’in (a.s.) de, tıpkı Hz. İsa (a.s.) gibi, gösterdiği mucizeler sebebiyle insanlar tarafından yanlış anlaşıldığını ve ilahlaştırılmaya çalışıldığını gösterir. Kur’ân, her ikisinin de Allah’ın sevgili, mucizelerle donatılmış bir kulu ve peygamberi olduğunu, “oğul” (veled) sıfatından Cenâb-ı Hakk’ın münezzeh (her türlü noksanlıktan uzak) olduğunu bizlere ders verir.
Kıssadan Hisse: Alınacak Dersler ve Hikmetler
Hz. Üzeyir’in (a.s.) bu ibretlik hayatı ve kıssası, bizlere şu mühim hakikatleri hatırlatır:
• Haşrin (Dirilişin) İsbatı: Bu kıssa, “Allah ölüleri nasıl diriltecek?” diye tefekkür eden insan aklına verilmiş en somut cevaplardan biridir. Yüz yıl ölü kalan bir bedeni ve çürümüş bir merkebi dirilten Allah (c.c.), kıyamet günü bütün insanları diriltmeye kadirdir.
• Allah’ın Kudretinin Sınırsızlığı: Allah (c.c.) dilerse zamanı durdurur (yiyecekler bozulmaz), dilerse zamanı hızlandırır (merkep çürür) ve dilerse ölüyü diriltir. O’nun kudreti için “zor” veya “imkânsız” yoktur.
• Hidayetin Korunması: İnsanlar mukaddes kitapları tahrif etse veya yeryüzünden sildiklerini zannetse bile, Allah (c.c.) hidayeti koruyacak ve onu dilediği salih kulları vasıtasıyla yeniden ihya edecektir.
• İfrat ve Tefrit Tehlikesi: Dindeki en büyük tehlike, aşırılıktır. Salih kulları ve peygamberleri sevmek imandandır; ancak onları beşer üstü görerek ilahlaştırmak şirktir. Hz. Üzeyir (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) kıssaları, bu hassas dengeyi korumanın ehemmiyetini bizlere öğretir.
Hz. Üzeyir (a.s.), hayatıyla, ölümüyle ve yeniden dirilişiyle, Allah’ın kudretine şahit kılınan, kavmine yeniden rehber olan ve ismi Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere ders olarak zikredilen mübarek bir peygamberdir.
Selâm O’na ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
*********
HİKMET VE NASİHAT TİMSALİ: HZ. LOKMÂN (aleyhisselâm)
Eski zamanlarda, engin bilgelik pınarlarından su içmiş, kalbi Allah sevgisi ve bilgisiyle aydınlanmış mübarek bir zat yaşardı. Bu zatın adı Lokmân idi. O, Allah Teâlâ’nın kendisine “hikmet” bahşettiği, adı Kur’ân-ı Kerîm’de müstakil bir sureye (Lokmân Suresi) isim olan seçkin bir kuldu.
Onun hikâyesi, peygamber olup olmadığına dair âlimler arasında farklı görüşler bulunsa da, çoğunluğun ittifakıyla Allah’ın kendisine derin bir anlayış ve doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti verdiği “Hakîm” yani bilge bir zat olduğu yönündedir.
Bir Bilgenin Doğuşu: Kölelikten Hikmete
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre Hz. Lokmân, hikmetli sözleri ve derin tefekkürü ile tanınmadan önce, mütevazı bir hayat sürmekteydi. Bazı rivayetlerde onun bir köle olduğu, marangozluk, terzilik veya çobanlık yaparak geçimini sağladığı zikredilir.
Onun bu mütevazı durumu, hikmetin kapılarının açılmasına engel değildi. Zira hikmet, makamda veya zenginlikte değil, Allah’a olan derin bağlılıkta ve tefekkürde gizliydi.
Hz. Lokmân’ın hikmeti, onun her hadiseye Allah’ın rızası penceresinden bakabilme kabiliyetinden geliyordu. Rivayet edilir ki, efendisi ona bir koyun kesip en iyi iki parçasını getirmesini söylediğinde, Hz. Lokmân ona kalbi ve dili getirmiştir. Başka bir zaman, en kötü iki parçasını istediğinde, yine kalbi ve dili getirmiştir.
Efendisi hayretle sebebini sorduğunda, o eşsiz bilgeliğini ortaya koyan şu cevabı vermiştir: “Bu ikisi (kalp ve dil) iyi olduğunda, bedende onlardan daha iyisi yoktur. Kötü olduklarında ise onlardan daha kötüsü yoktur.”
Bu ve benzeri hadiseler, onun ne kadar derin bir anlayışa sahip olduğunu gösterdi. Onun bu hali, efendisinin dikkatini çekti ve nihayetinde hürriyetine kavuştu.
Allah Teâlâ, onun bu samimiyetini ve şükrünü Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasdik etmiştir:
“Andolsun, biz Lokmân’a ‘Allah’a şükret!’ diyerek hikmet verdik. Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır.” (Lokmân Suresi, 31/12)
Ona verilen hikmet, sadece güzel söz söylemek değil, aynı zamanda varlıkların sırrını anlamak, doğruyu yanlıştan ayırmak ve her işte Allah’ın rızasını gözetmekti.
Kur’ân-ı Kerîm’de Yankılanan Nasihatler
Hz. Lokmân’ın hayatının en meşhur ve Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat yer alan bölümü, sevgili oğluna verdiği öğütlerdir. Bu öğütler, sadece o günkü bir çocuğa değil, kıyamete kadar gelecek bütün gençlere ve ebeveynlere bir rehber niteliğindedir.
Bir baba şefkatiyle, fakat bir bilgenin ciddiyetiyle oğluna seslendi. Bu nasihatler, imanın esaslarından başlayıp günlük hayattaki ahlâk kurallarına kadar uzanan geniş bir çerçeveyi ihtiva eder:
1. İmanın Temeli: Tevhid ve Şirkten Sakınma
Hz. Lokmân’ın nasihatlerinin başında, varoluşun en temel hakikati olan Tevhid geliyordu.
“Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân Suresi, 31/13)
Ona göre en büyük haksızlık (zulüm), yaratıcı olan Allah’a yaratılmışları ortak koşmaktı. Bu, hikmetin başı ve sonuydu.
2. Ebeveyne Saygı: Allah’a İtaatten Sonra
Tevhidden hemen sonra, Hz. Lokmân, dünyadaki varlık sebebimiz olan anne ve babaya saygıyı hatırlattı. Bu, Allah’ın da Kur’ân’da pek çok kez vurguladığı bir emirdi.
“Biz, insana anne babasına iyi davranmayı emrettik. Annesi onu nice sıkıntılara katlanarak (karnında) taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) insana şöyle emrettik: ‘Bana ve anne babana şükret. Dönüş ancak banadır.'” (Lokmân Suresi, 31/14)
Fakat bu itaat körü körüne değildi. Eğer anne ve baba, evladını Allah’a şirk koşmaya zorlarsa, buradaki sınır çiziliyordu:
“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduklarınızı haber vereceğim.” (Lokmân Suresi, 31/15)
Bu, İslâm ahlâkının ne kadar dengeli olduğunu gösteren muazzam bir ölçüdür: Yaratıcı’ya isyan olan konuda yaratılana itaat yoktur, ancak bu durum, onlara karşı insani vazifeleri ve güzel geçimi ortadan kaldırmaz.
3. Allah’ın Sonsuz İlmi: Hiçbir Şeyin Gizli Kalmayacağı
Hz. Lokmân, oğluna Allah’ın kudretini ve ilminin her şeyi nasıl kuşattığını, zerre kadar bir iyilik veya kötülüğün bile kaybolmayacağını anlattı. Bu, insanın hem yalnızken hem de topluluk içindeyken davranışlarına dikkat etmesi (takva) için en mühim dersti:
“(Lokmân, öğüdüne şöyle devam etti:) ‘Yavrucuğum! Şüphesiz yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.'” (Lokmân Suresi, 31/16)
4. Toplumsal Hayatın Direkleri: Namaz, İyilik ve Sabır
İman ve ahiret bilincinden sonra sıra, toplumu ayakta tutan amellere geldi:
“Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokmân Suresi, 31/17)
Hz. Lokmân, oğluna sadece iyi olmasını değil, aynı zamanda iyiliğin toplumda yayılması (emr-i bi’l ma’ruf) ve kötülüğün engellenmesi (nehy-i ani’l münker) için çaba göstermesini öğütledi. Ve bu zorlu yolda başına gelecek sıkıntılara karşı sabrı kuşanmasını istedi.
5. Ahlâkî Duruş: Kibir ve Gösterişten Uzaklık
Hikmet sahibi bir insanın en belirgin özelliği, tevazu ve alçakgönüllülüktür. Hz. Lokmân, oğlunu insanları küçümsemekten ve yeryüzünde böbürlenerek yürümekten şiddetle men etti:
“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokmân Suresi, 31/18)
6. Denge ve Zarafet: Yürüyüş ve Konuşma Adabı
Hikmet, hayatın her alanına sirayet etmeliydi. Hz. Lokmân, oğlunun yürümesine ve konuşmasına bile bir ölçü getirdi:
“Yürüyüşünde tabiî ol (ölçülü ol, dengeli yürü), sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokmân Suresi, 31/19)
Bu, hem fiziksel hareketlerde (çok hızlı veya çok yavaş değil, vakur bir yürüyüş) hem de sosyal ilişkilerde (bağırıp çağırmadan, nezaketle konuşmak) bir denge ve itidal çağrısıydı.
Hikmetinden Damlalar
Hz. Lokmân’ın Kur’ân’da zikredilen bu nasihatlerinin yanı sıra, tefsir ve tarih kitaplarında ona atfedilen pek çok hikmetli söz (vecize) bulunmaktadır. Bu sözler, onun derin tefekkür dünyasını ve hayata bakışını yansıtır:
• “Susmak hikmettir, ancak onu yapabilen azdır.”
• “Âlimlerin meclisine devam et. Allah, ölü toprağı yağmurla dirilttiği gibi, ölü kalpleri de hikmet nuruyla diriltir.”
• “İki şeyi asla unutma: Allah’ı ve ölümü. İki şeyi de unut: Başkasına yaptığın iyiliği ve başkasının sana yaptığı kötülüğü.”
• “Yavrum! Mide doluyken düşünce uyur, hikmet dilsizleşir ve organlar ibadetten geri kalır.”
Ebedî Miras
Hz. Lokmân (aleyhisselâm), peygamber olsun veya olmasın, Allah’ın kendisine “hikmet” verdiği mübarek bir kul olarak İslâm düşünce tarihinde müstesna bir yere sahiptir. O, bir köle iken hikmetiyle sultanlara ders verecek bir makama yükselmiş, bilgeliğin ve güzel ahlâkın timsali olmuştur.
Oğluna verdiği öğütler, sadece bir babanın evladına mirası değil, Allah’ın hikmet sahibi bir kulu aracılığıyla tüm insanlığa sunduğu evrensel bir ahlâk manifestosudur. Hz. Lokmân’ın hikâyesi, bizlere gerçek zenginliğin malda mülkte değil, Allah’a olan derin imanda, şükürde, tefekkürde ve bu tefekkürü hayata geçiren güzel ahlâkta olduğunu öğretir.
*********
Hazreti Zülkarneyn: Adaletin Kılıcı, Rahmetin Seddi
Evvel zaman içinde, Allah’ın kendisine yeryüzünde büyük bir güç, kudret ve ilim bahşettiği salih bir kul yaşardı. Adı Zülkarneyn idi. O, ne zalim bir fatih ne de gururlu bir imparatordu; o, Allah’ın adını yüceltmek, yeryüzüne adaleti hâkim kılmak ve mazlumları korumak için hareket eden ilahi bir rehberdi.
Kur’an-ı Kerim, onun kıssasını bizlere Kehf Suresi’nde (83-98. ayetler) anlatır.
Zülkarneyn Kimdi?
Tarihçiler ve tefsir alimleri, onun kimliği hakkında farklı görüşler belirtmişlerdir. Kimileri onun Büyük İskender olduğunu düşünmüşse de, İslam alimlerinin çoğunluğu bu görüşü reddetmiştir. Zira Kur’an’daki Zülkarneyn, tek Allah’a iman eden, ahirete inanan ve ilahi bir misyonla hareket eden mü’min bir şahsiyettir. Büyük İskender ise, tarihi kayıtlara göre putperest bir felsefeyle yetişmişti.
Bu sebeple, Zülkarneyn’in (aleyhisselâm) İskender’den çok daha önce yaşamış, Allah tarafından desteklenmiş salih bir kral veya peygamber (hakkında peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır, ancak Allah’ın vahyine veya ilhamına mazhar olduğu kesindir) olduğuna inanılır.
Adı olan “Zülkarneyn,” “iki karn (çağ/boynuz) sahibi” anlamına gelir. Bu ismin veriliş sebebi hakkında da farklı rivayetler vardır:
• Dünyanın hem doğusuna hem batısına (o gün bilinen “iki ucuna”) sefer düzenlediği için.
• İki nesil veya iki çağ sürecek kadar uzun yaşadığı için.
• Taktığı miğferin iki yanında boynuza benzer çıkıntılar olduğu için.
• Allah’ın ona hem zahiri (dünyevi) hem de batıni (manevi) ilim ve saltanat verdiği için.
En kuvvetli mana, onun saltanatının ve misyonunun yeryüzünün iki ufkunu kapsamasıdır.
Allah’ın Verdiği “Sebep”: İlim ve Kudret
Kıssası, “Sana Zülkarneyn’den sorarlar…” (Kehf, 18/83) ayetiyle başlar. Allah Teâlâ, Peygamber Efendimize (s.a.v.) ona dair hakikati şöyle vahyeder:
“Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık ve ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (bir yol, bir vasıta, bir ilim) verdik.” (Kehf, 18/84)
Bu “sebep,” onun sırrıdır. Zülkarneyn, sadece güçlü bir orduya değil, aynı zamanda çağının ötesinde bir teknoloji bilgisine, coğrafya ilmine, adil yönetim sistemine ve en önemlisi ilahi rehberliğe sahipti. O, gücünü keyfi için değil, Allah’ın ona verdiği “sebeplere” ittiba ederek, yani o ilmi ve yolu takip ederek kullanırdı.
Birinci Sefer: Güneşin Battığı Yer (Batı Ufku)
“O da (Batı’ya gitmek için) bir sebep tuttu (yola koyuldu).” (Kehf, 18/85)
Hazreti Zülkarneyn, Allah’ın verdiği imkanlarla heybetli ordusunu ve muazzam donanımını alarak yeryüzünün batı ufkuna doğru uzun bir sefere çıktı. Kur’an-ı Kerim, onun yolculuğunu şiirsel ve mucizevi bir dille tasvir eder:
“Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman, onu (sanki) kara bir balçıkta (veya sıcak bir su gözesinde) batar buldu. Orada (kâfir) bir kavme rastladı…” (Kehf, 18/86)
Bu, onun okyanusun veya büyük bir denizin kıyısına ulaştığını gösteren sembolik bir anlatımdır. Ufka baktığında güneş, adeta çamurlu bir denizin içinde kayboluyordu.
Orada bulduğu kavim, imandan sapmış, adalet duygusunu yitirmiş bir topluluktu. İşte burada Zülkarneyn’in ilk büyük imtihanı başladı. Allah Teâlâ, ona bir seçim sundu:
“…Dedik ki: ‘Ey Zülkarneyn! (Onları) ya cezalandıracak veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin.'” (Kehf, 18/86)
Bu, “Onlara savaş açıp zalimlerini yok edebilirsin ya da onlara yumuşak davranıp hidayete davet edebilirsin” demekti. Zülkarneyn’in cevabı, onun adalet anlayışını ve ilahi misyonunu ortaya koyar:
“Dedi ki: ‘Kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra o, Rabbine döndürülür; Rabbi de onu görülmemiş bir azaba çarptırır. Ama kim de iman eder ve salih amel işlerse, ona mükâfat olarak en güzel (Cennet) vardır. Ve ona emrimizden kolay olanı söyleriz.'” (Kehf, 18/87-88)
Zülkarneyn, gücünü zorbalık için kullanmadı. Bir adalet sistemi kurdu:
• Zalimler (Şirk ve Küfürde Israr Edenler): Dünyada cezalandırılacak (savaş veya adil yargılama ile). Ahiretteki asıl cezaları ise Allah’a ait.
• İman Edip İyilik Yapanlar: Dünyada güvende olacaklar, en güzel mükâfatı alacaklar ve onlara zorluk çıkarılmayacak, kolaylıkla muamele edilecek.
Böylece Zülkarneyn, Batı ufkunda Allah’ın adaletini tesis etti, imanı yaydı ve oradaki medeniyeti ıslah ederek Allah’ın kendisine verdiği “sebebi” yerine getirdi.
İkinci Sefer: Güneşin Doğduğu Yer (Doğu Ufku)
“Sonra (Doğu’ya gitmek için) yine bir sebep tuttu (yola koyuldu).” (Kehf, 18/89)
Adalet misyonunu tamamlayan Zülkarneyn, bu kez ordusuyla yeryüzünün en doğu ucuna, medeniyetin sınırlarına doğru yola çıktı.
“Nihayet güneşin doğduğu yere vardığı zaman, onu öyle bir kavmin üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir siper (elbise, ev) yapmamıştık.” (Kehf, 18/90)
Bu, Zülkarneyn’in ulaştığı en uç noktaydı. Oradaki insanlar, medeniyetten o kadar uzaktılar ki, ya iklim şartları ya da ilkel yaşam tarzları sebebiyle onları güneşin yakıcı sıcağından koruyacak elbiseleri veya sığınacakları sağlam barınakları yoktu. Çöllerde veya açık arazilerde yaşıyorlardı.
Kur’an-ı Kerim, Zülkarneyn’in onlara nasıl davrandığını tafsilatlı anlatmaz, sadece “İşte böyleydi. Ve biz onun sahip olduğu her şeyi (ilmen) kuşatmıştık.” (Kehf, 18/91) der.
Tefsir alimleri buradan şu manayı çıkarırlar: Zülkarneyn, o ilkel kavme zulmetmedi. Onlara medeniyeti öğretti. Güneşten korunmayı, barınaklar yapmayı ve kendilerini geliştirmeyi gösterdi. Onlara da Batı’da uyguladığı adalet sistemini uyguladı. Allah, Zülkarneyn’in orada ne yaptığını, hangi ilmi kullandığını ve nasıl bir düzen kurduğunu biliyordu. Zülkarneyn, ilkel de olsalar, medeni de olsalar, Allah’ın kullarına adalet ve rahmetle muamele etme vazifesini yerine getirdi.
Üçüncü Sefer: İki Dağın Arası ve Büyük Seddin İnşası
“Sonra (başka bir istikamete) bir sebep tuttu (yola koyuldu).” (Kehf, 18/92)
Zülkarneyn’in bu üçüncü ve en mühim yolculuğu, ne doğuya ne de batıya idi; bu, yeryüzünün iki büyük dağ silsilesinin arasına, stratejik bir geçide doğruydu.
“Nihayet iki sed (iki dağ) arasına ulaştığı zaman, onların önünde (veya yakınında) neredeyse hiçbir sözü anlamayan (dilleri çok farklı olan) bir kavim buldu.” (Kehf, 18/93)
Zülkarneyn ve ordusu, farklı bir dil ve kültürle karşılaştı. Bu insanlar, medeniyetten uzak, dağların arasında sıkışıp kalmış mazlum bir topluluktu. Tercümanlar aracılığıyla veya Allah’ın verdiği özel bir ilimle onlarla anlaştılar. Bu kavmin korkunç bir derdi vardı:
“Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Muhakkak ki Ye’cüc ve Me’cüc bu yerde fesat çıkaran (bozgunculuk yapan) kimselerdir. Bizimle onların arasına bir sed (bir engel) yapman için sana bir vergi verelim mi?'” (Kehf, 18/94)
Ye’cüc ve Me’cüc, İslam eskatolojisinde (ahiret ilminde) Kıyamet’e yakın ortaya çıkacakları bildirilen, sayıları çok kalabalık, barbar, yıkıcı ve bozguncu iki kavmin (veya kabileler topluluğunun) adıdır. Bu mazlum kavim, dağların arkasından gelen bu barbar sürülerinin istilalarından bıkmıştı. Ekinlerini, mallarını ve canlarını koruyamıyorlardı. Zülkarneyn’in kudretini gördüklerinde, ondan bir çözüm istediler ve karşılığında tüm servetlerini vermeyi teklif ettiler.
Zülkarneyn’in cevabı, onun yüce ahlakının ve misyonunun zirvesidir:
“Dedi ki: ‘Rabbimin beni içinde bulundurduğu iktidar ve servet (sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Haydi, siz bana (bedenî) kuvvetle yardım edin de, sizinle onların arasına (aşılmaz) sağlam bir sed yapayım.'” (Kehf, 18/95)
O, para veya servet peşinde değildi. Liderliğin ve yardımlaşmanın en güzel örneğini gösterdi. “Benim ilmim ve teknolojim var, ama sizin de gücünüze ihtiyacım var” dedi. Bu, sadece bir mühendisin değil, aynı zamanda bir komutanın ve bir öğretmenin sözüydü. Onlara tembelliği değil, birlikte çalışmayı teklif etti.
Muazzam Proje Başlıyor: Demir ve Bakır Seddi
Zülkarneyn, o çağın çok ötesinde bir metalürji ve mühendislik dehası sergiledi. Sadece taştan bir duvar değil, aşılması imkânsız bir “engel” (Kur’an’daki ifadesiyle Redm) yapacaktı.
1. Adım: Demir Kütleleri
“Bana demir kütleleri getirin.” (Kehf, 18/96)
Kavim seferber oldu. Dağlardan demir cevherleri çıkarıldı, büyük bloklar halinde istendi. Zülkarneyn, iki dağın arasındaki o geniş vadiyi, demir kütleleriyle doldurttu. Demir bloklar, iki dağın zirvesiyle aynı seviyeye gelene kadar yığıldı.
2. Adım: Büyük Ateş
“…Nihayet (demiri) körükleyip onu (kor haline getirip) ateş kestiği vakit…” (Kehf, 18/96)
Devasa körükler kuruldu. O demir yığını, haftalarca belki aylarca süren bir ateşle ısıtıldı. Demir kütleleri eriyip birbirine kaynadı ve kıpkırmızı bir kor dağına dönüştü.
3. Adım: Zirve Mühendisliği (Ergimiş Bakır)
“…Dedi ki: ‘Getirin bana, üzerine ergimiş bakır dökeyim.'” (Kehf, 18/96)
İşte bu, projenin kilit noktasıydı. Zülkarneyn, o kızgın demir kütlesinin üzerine, dağlardan çıkartılıp eritilmiş tonlarca bakırı döktürdü. Ergimiş bakır, demir blokların arasındaki en ufak boşluklara bile sızdı ve demirle birleşti. Soğuduğunda, ortaya demirden daha sert, bakırdan daha pürüzsüz, yekpare, aşınmaz ve tırmanılmaz devasa bir metal blok çıktı.
Bu sed, ne delinerek geçilebilirdi (çünkü demirden yapılmıştı) ne de tırmanılarak aşılabilirdi (çünkü yüzeyi bakırla kaplanıp pürüzsüz hale getirilmişti).
“Artık (Ye’cüc ve Me’cüc) onu ne aşabildiler ne de onu delebildiler.” (Kehf, 18/97)
Mazlum kavim, sevinç gözyaşları içindeydi. Yüzyıllardır süren kâbusları sona ermişti. Hepsi Zülkarneyn’e minnettardı.
Zirvedeki Tevazu ve Kıyamet Hatırlatması
İnsanlar ona teşekkür edip onu yüceltmek istediklerinde, Hazreti Zülkarneyn, bu muazzam mühendislik harikasının önünde durdu ve başarısını asla kendisine mal etmedi. Bütün övgüleri asıl sahibine, Allah’a yöneltti ve şöyle dedi:
“(Zülkarneyn) Dedi ki: ‘Bu, Rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin vaadi (Kıyamet vakti) geldiği zaman, onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır.'” (Kehf, 18/98)
O biliyordu ki, yaptığı sed ne kadar güçlü olursa olsun, ebedi değildi. Ancak Allah’ın izniyle ayakta duruyordu. Ye’cüc ve Me’cüc’ün o seddi aşacağı gün, yani Kıyamet’in büyük alametlerinin başladığı gün geldiğinde, Allah o seddi “dakka” (darmadağın, dümdüz) edecekti.
Hazreti Zülkarneyn’den Kalan Miras
Hazreti Zülkarneyn’in kıssası, binlerce yıldır bizlere şu dersleri vermektedir:
• Güç ve İktidar, Emanettir: Allah, dilediği kuluna güç (temkin) ve ilim (sebep) verir. Asıl mesele, bu gücü adalet, iman ve insanlığın hayrı için kullanmaktır.
• Adaletin Evrenselliği: Zülkarneyn, medeni (Batı’daki kavim), ilkel (Doğu’daki kavim) veya mazlum (İki dağ arasındaki kavim) ayırt etmeksizin herkese adalet götürmüştür.
• İlim ve Çalışkanlık: O, sadece dua ederek oturmamış, Allah’ın verdiği “sebeplere” (ilme, teknolojiye, yollara) sarılmıştır.
• Hizmet ve Tevazu: Halktan gelen vergi teklifini reddetmiş, “Rabbimin verdiği daha hayırlıdır” diyerek hizmeti karşılıksız yapmış ve “Bana yardım edin” diyerek halkı da işin içine katmıştır.
• Tevhid (Allah’a İman): Başarısının sonunda asla gururlanmamış, “Bu, Rabbimden bir rahmettir” diyerek tüm başarıyı Allah’a teslim etmiştir.
Hazreti Zülkarneyn (aleyhisselâm), yeryüzünün karanlık köşelerine adaletin ve imanın ışığını götüren, gücünü mazlumlardan yana kullanan ve arkasında insanlığı koruyan muazzam bir set bırakan kutlu bir komutan, adil bir kral ve salih bir kul olarak tarihe ve Kur’an’a geçmiştir. Onun yolculuğu, gücü elinde bulunduran her idareci için Kıyamet’e kadar sürecek bir rehberdir.
**************
• Hz. Âdem
• Hz. İdrîs
• Hz. Nuh
• Hz. Hûd
• Hz. Sâlih
• Hz. İbrâhim
• Hz. Lût
• Hz. İsmâîl
• Hz. İshâk
• Hz. Yâkûb
• Hz. Yûsuf
• Hz. Eyyûb
• Hz. Şuayb
• Hz. Mûsâ
• Hz. Hârûn
• Hz. Zülkifl
• Hz. Dâvûd
• Hz. Süleymân
• Hz. İlyâs
• Hz. Elyesa’
• Hz. Yûnus
• Hz. Zekeriyyâ
• Hz. Yahyâ
• Hz. Îsâ
• Hz. Üzeyr (aleyhisselâm)
• Hz. Lokmân (aleyhisselâm)
• Hz. Zülkarneyn (aleyhisselâm)
Hazırlayan: Mehmet Özçelik
02/11/2025
![]()