HİDAYET KANDİLLERİ – İSLAM BÜYÜKLERİNİN HAYATI

HİDAYET KANDİLLERİ – İSLAM BÜYÜKLERİNİN HAYATI

1. Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Dönemi (İlk Yenileyiciler ve Mezhep İmamları)

Tâbiîn (Sahabeyi görenler) ve Tebe-i Tâbiîn (Tâbiîni görenler) dönemi, İslam ilimlerinin temellerinin atıldığı dönemdir.

• Ömer bin Abdülaziz (ö. 101 H / 720 M): Emevi halifesidir. Adaleti, Sünnet’e bağlılığı ve bid’atleri ortadan kaldırma çabaları nedeniyle birçok alim tarafından birinci hicri yüzyılın müceddidi olarak kabul edilir.

“Hidayet Kandillerinden” biri olan ve âlimlerin ittifakıyla birinci hicri asrın müceddidi kabul edilen Emevî halifesi Ömer bin Abdülaziz’in (rahmetullahi aleyh) adalet, fazilet ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılık dolu hayat hikâyesi.
________________________________________
Hidayet Kandili: Beşinci Halife Hz. Ömer bin Abdülaziz’in Hikâyesi

Giriş: Saraydaki Zâhid

Emevî Devleti, gücünün zirvesindeydi. Saraylar, zenginlikler ve saltanat, Medine’nin o mütevazı Mescid-i Nebevî’sinden çok uzaklara, Şam’ın ihtişamlı koridorlarına taşınmıştı. Devletin idaresi, artık Peygamber (s.a.v) Efendimizin ve ilk dört halifesinin (Hulefâ-i Râşidîn) zâhidâne hayatından farklı bir çehreye bürünmüştü. İşte böyle bir zamanda, Emevî sarayının tam kalbinde, bambaşka bir ruh, farklı bir “yapı” ile bir şehzade yetişiyordu.
Bu şehzade, Ömer bin Abdülaziz idi. O, sadece bir Emevî prensi değildi; damarlarında, adaletiyle cihanı titreten Halife-i Sânî, Hz. Ömer bin Hattâb’ın (r.a.) kanını taşıyordu. Annesi, Hz. Ömer’in torunuydu. Bu mübarek soy, onun fıtratına adeta bir adalet mayası çalmıştı.

Birinci Bölüm: İlim Yuvası Medine’de Yetişen Şehzade
Babası Abdülaziz, Mısır valisiydi. Ömer, sarayda ve zenginlik içinde büyümesine rağmen, kalbi hep ilme ve hikmete meftundu. Babasından, kendisini ilim tahsili için Medine-i Münevvere’ye göndermesini ısrarla rica etti. O vakitler Medine, Sahâbe-i Kirâm’ın son temsilcilerinin ve Tâbiîn’in en büyük âlimlerinin bulunduğu bir nur merkeziydi.
Ömer, Medine’ye geldiğinde, kendini tamamen ilme adadı. Enes bin Mâlik (r.a.) gibi Sahâbîleri gördü; Said bin Müseyyeb, Urve bin Zübeyr ve Sâlim bin Abdullah (kendi kuzeni) gibi Tâbiîn’in en büyük fıkıh (hukuk) âlimlerinden dersler aldı. O, sarayın debdebesini değil, mescidin huşûsunu, ilim halkalarının feyzini seçti.
Genç yaşında Medine valisi tayin edildi. Ancak o, diğer Emevî valileri gibi saltanat sürmedi. Yaptığı ilk iş, Medine’nin en büyük on fıkıh âlimini toplamak oldu. Onlara dedi ki: “Sizi, bana hak ve adaleti göstermeniz için bir ‘Şûrâ Meclisi’ olarak topladım. Allah’a yemin ederim ki, sizin görüşünüzü almadan hiçbir karara imza atmayacağım.” Bu, Emevî idaresinde görülmemiş bir hareketti; unutulmaya yüz tutan “istişâre” sünnetini yeniden ihyâ ediyordu.
Medine valiliği boyunca adaletiyle o kadar nam saldı ki, zulümden kaçanlar için Medine bir sığınak hâline geldi.

İkinci Bölüm: Omuzlara Yüklenen Ağır Emanet: Hilâfet
Halife Süleyman bin Abdülmelik, vefat döşeğindeydi. Kendisinden sonra kimi halife bırakacağı merak konusuydu. Emevî hanedanı, veliahdın kendi kardeşleri veya oğulları olmasını bekliyordu. Ancak Süleyman, âlimlerin de tavsiyesiyle, hanedanı şaşırtan bir vasiyet yazdırdı. Vasiyeti, ölümünden sonra açılmak üzere mühürledi.
Süleyman vefat edince, Emevî ailesi ve devlet erkânı büyük Dımaşk (Şam) Camii’nde toplandı. Vasiyet okundu: Halife, kendisinden sonra Ömer bin Abdülaziz’i seçmişti!
Ömer bin Abdülaziz, adının okunduğunu duyunca sarsıldı. Bu ağır yükü istemiyordu. Rengi attı ve “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz) dedi. Ayağa kalktı ve minbere yöneldi. Herkes onun biat (bağlılık yemini) almasını beklerken, o, gözyaşları içinde halka şöyle seslendi:
“Ey insanlar! Ben, bu vazifeyi istemedim ve bana danışılmadı. Omuzlarıma ağır bir yük yüklendi. Sizin, bana olan biatınızı kaldırıyorum. Kimi isterseniz, kimi lâyık görüyorsanız onu kendinize halife seçin!”
Kalabalık bir anda dalgalandı. İnsanlar, yıllardır hasret kaldıkları bu tevazû ve adaleti görmüşlerdi. Hep bir ağızdan bağırdılar: “Biz ancak seni istiyoruz, ey Mü’minlerin Emiri! Senden başkasına râzı değiliz!”
Böylece Ömer bin Abdülaziz, istemeyerek, ancak ümmetin ittifakıyla bu ağır emaneti omuzladı.

Üçüncü Bölüm: İki Buçuk Yıllık Adalet ve İhyâ Dönemi
Hilâfeti sadece iki buçuk sene sürdü. Ancak bu kısa süre, asırlara bedel bir adalet ve ihyâ hareketiyle doldu.

• 1. Saraydan Başlayan Adalet:
İlk iş olarak saraydaki israfı bitirdi. Halifelere mahsus atları, süslü elbiseleri, muhafız alaylarını, hizmetkârları Beytü’l-Mâl’e (Devlet Hazinesi) iade etti. Kendi ailesinin ve Emevî hanedanının haksız yere edindiği bütün mal, mülk ve arazilere el koydu.
Bir gün hanımı, Halife Abdülmelik’in kızı olan Fâtıma’nın yanına geldi. Hanımına dedi ki: “Ey Fâtıma! Ya o boynundaki ve üzerindeki mücevherleri, babanın sana verdiği hediyeleri Beytü’l-Mâl’e, Müslümanların hazinesine iade edersin ya da benden ayrılırsın. Ben, evimde hem Peygamber ümmetinin hakkı olan bu serveti hem de seni bir arada tutamam.” O sâliha hanım, tereddütsüz bütün ziynetlerini hazineye bağışladı.

• 2. En Büyük Bid’atin Kaldırılması:
Yıllardır Emevî idaresinde, Cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye (r.a.) ve Ehl-i Beyt’e yönelik (hâşâ) kötü sözler söylenmesi gibi çirkin bir âdet, bir bid’at yerleşmişti. Bu, Müslümanlar arasında derin bir yara ve fitne kaynağıydı.
Ömer bin Abdülaziz, halife olur olmaz çıkardığı ilk emirlerden biriyle bu zulmü durdurdu. Bu çirkin âdeti kaldırdı ve yerine, Cuma hutbelerinin sonunda şu ayet-i kerimenin okunmasını emretti:

$$ “Muhakkak ki Allah; adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl Suresi, 90. Ayet)$$
İşte bu ayet, o günden bugüne, 1300 yıldır bütün İslam âleminde Cuma hutbelerinin sonunda okunmaya devam etmektedir. Bu, onun en büyük miraslarından biridir.

• 3. Sünnet-i Seniyye’nin İhyâsı (Hadislerin Toplanması):
Ömer bin Abdülaziz, Peygamber Efendimizin (s.a.v) Sünnet’inin ve hadislerinin kaybolmasından endişe ediyordu. Çünkü Sahâbîler vefat etmiş, hadisleri bilen Tâbiîn âlimleri de bir bir âhirete göçmekteydi.
Derhal valilere ve âlimlere mektuplar yazdı. Başta büyük âlim İbn Şihâb ez-Zührî olmak üzere, dönemin âlimlerini hadisleri toplamaya teşvik etti. Bu emir, hadis-i şeriflerin resmî olarak yazıya geçirilmesi (tedvîn) hareketini başlatan en mühim adımdır. Bugün elimizde bulunan Sahîh-i Buhârî ve Müslim gibi temel hadis külliyatları, bu mübarek çalışmanın meyveleridir.

• 4. Zekât Verecek Fakir Bulunamayan Refah Dönemi:
Onun adaleti, sadece Müslümanlara değil, gayrimüslim tebaaya (vatandaşlara) karşı da idi. Haksız vergileri kaldırdı. Zulmü yasakladı. Devletin gelirlerini adaletle dağıttı.
Rivayet edilir ki, onun o kısa hilâfet döneminde adalet ve refah öyle bir seviyeye ulaştı ki; zekât memurları topladıkları zekâtları dağıtmak için şehir şehir, köy köy dolaşıyor, ancak zekât kabul edecek bir tek fakir dahi bulamıyorlardı. Herkesin ihtiyacı giderilmiş, borçluların borcu ödenmiş, fakirlik ortadan kalkmıştı. Zekât memurları, paraları dağıtamadan hazineye geri getirirlerdi.

Dördüncü Bölüm: Hidayet Kandilinin Sönüşü (Şehâdeti)
Ömer bin Abdülaziz’in bu adalet devrimi, Emevî hanedanı içindeki menfaat sahiplerini, haksız kazançları ellerinden alınanları ve eski saltanat günlerini özleyenleri rahatsız etti. Onun bu kadar “adil” olması, onların zulüm düzenini bozmuştu.
Rivayetlere göre, bu zâlimane düzenin geri gelmesini isteyenler, halifenin bir hizmetkârına rüşvet vererek onu zehirlediler. Halife, zehirlendiğini anladı. Ancak kendisini zehirleyen hizmetkârı çağırıp ona kızmadı bile. Sadece ona verdiği zehrin parasını nereden bulduğunu sordu. Hizmetkâr, “1000 dinar karşılığında yaptım” deyince, Halife Ömer, o 1000 dinarı hizmetkârdan alıp Beytü’l-Mâl’e koydu ve hizmetkârı serbest bıraktı. “Benden ne kötülük gördün, şimdi git, belki tövbe edersin” dedi.
Vefat döşeğindeydi. Etrafındakiler sordular:
“Ey Mü’minlerin Emiri! Çocuklarına ne bıraktın? Onlar çok kalabalık ve sen onlara bir servet bırakmadın.”
Adalet Güneşi, şu ibretlik cevabı verdi:
“Eğer benim çocuklarım sâlih iseler, Allah (c.c.) sâlih kullarının velîsidir, O onları korur. Yok, eğer sâlih değillerse, ben onlara Allah’a isyan edecekleri bir serveti miras bırakmam!”
Henüz 39 yaşındayken, Rabbine kavuştu.
Netice: Beşinci Halife ve Müceddid
Ömer bin Abdülaziz, Emevî halifesi olmasına rağmen, hayatı, zühdü, takvâsı ve adaletiyle Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört Büyük Halife) yolundan gittiği için, bütün İslam âlimleri tarafından “Beşinci Raşid Halife” olarak kabul edilmiştir.
O, dünyaya değil âhirete talip olan bir idarecinin, sadece iki buçuk senede bir devleti nasıl ihya edebileceğinin, bozulanı nasıl düzeltebileceğinin (tecdîd) en parlak isbatıdır. O, birinci hicri asrın müceddididir.
Allah’ın rahmeti, bereketi ve selâmı onun üzerine olsun. O, karanlık bir dönemde yanan, yolumuzu aydınlatan bir “hidayet kandili” olarak Müslümanların kalbinde yaşamaya devam etmektedir.

*****

• Hasan-ı Basrî (ö. 110 H / 728 M): Tâbiîn döneminin en önemli alimlerinden biridir. Zühd (tasavvufun ilk şekli) ve ilim alanında derin izler bırakmıştır.

Tâbiîn neslinin o mübarek yıldızlarından, ilmiyle, zühdüyle ve hikmet dolu sözleriyle asırlara ışık tutan büyük İmam Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin (rahmetullahi aleyh) hayatını, İslâmî kaynaklara ve menkıbelere sadık kalarak, hem genç dimağlara hem de irfan sahibi büyüklere hitap edecek bir üslupla şu şekilde hikâye edebiliriz:
________________________________________
Hidayet Kandili: Basra’nın Gözbebeği Hasan-ı Basrî (rah.)
Her şey, Medine-i Münevvere’de, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra, Sahâbe-i Kirâm’ın (r.a.) ilim ve feyiz pınarlarının hâlâ gürül gürül aktığı bir devirde başladı. Hz. Ömer’in (r.a.) halifeliğinin sonlarına doğru, 642 (Hicrî 21) senesinde, mübarek bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Hasan koydular.
Hasan’ın ailesi, sıradan bir aile değildi. Onlar, “Hâne-i Saadet”in, yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek hânelerinin havasını teneffüs etmiş kimselerdi. Annesi Hayre, mü’minlerin annesi Hz. Ümmü Seleme (r.anha) validemizin hizmetindeydi. Babası Yesâr ise, Resûlullah’ın (s.a.v.) meşhur vahiy kâtibi Hz. Zeyd bin Sâbit’in (r.a.) azatlı kölesiydi.
Hasan, böyle bir yuvada büyüdü. Onun ilk beşiği, Peygamber hanesinin manevi iklimiydi.
Peygamber Hanesinden Alınan İlk Feyiz
Küçük Hasan’ın hayatındaki ilk ve en mühim bereket hadiselerinden biri, henüz kundakta bir bebekken yaşandı. Annesi Hayre, bir gün bir iş için dışarı çıkmak zorunda kaldı ve küçük Hasan’ı, efendisi ve mü’minlerin annesi olan Hz. Ümmü Seleme’ye (r.anha) emanet etti.
Bir vakit sonra bebek Hasan ağlamaya başladı. Hz. Ümmü Seleme validemiz, o şefkatli anne, bebeği teskin etmek için kucağına aldı, onu sevdi. Rivayet edilir ki, validemiz ağlayan bebeği susturmak için ona kendi mübarek göğsünden bir miktar süt verdi. (Bazı rivayetlerde ise, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) su içtiği mübarek bir kaptan ona su içirdiği zikredilir.)
Bu hadisenin ardından Hz. Ümmü Seleme validemiz, bu mübarek bebeğe şöyle dua etti:
“Yâ Rabbi! Bu yavruyu ilim ve hikmet sahibi eyle! Onu insanlar arasında sevilen ve örnek alınan bir kulun yap.”
Bu dua, kabul makamına ulaşmıştı. Hasan, daha ilk nefeslerinden itibaren Peygamber hanesinin feyziyle ve mü’minlerin annesinin duasıyla şereflenmişti.
Sahâbe Ocağında Yetişen Bir Âlim
Hasan-ı Basrî, gözünü açtığında etrafında devasa çınarlar, yani Sahâbe-i Kirâm vardı. Medine sokaklarında koşarken, ders halkalarında otururken, Mescid-i Nebevî’de namaz kılarken hep o yıldız insanları gördü.
Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Talha (r.a.), Hz. Zübeyr (r.a.), Hz. Enes bin Mâlik (r.a.) ve daha nice büyük Sahâbîden (Allah onlardan razı olsun) bizzat ilim tahsil etti. Onların sohbetlerinde bulundu, onlardan Hadîs-i Şerîf dinledi. Bu sebeple o, Tâbiîn neslinin en büyüklerinden, “İmamü’t-Tâbiîn” (Tâbiîn’in İmamı) lakabına layık görülenlerden biri oldu.
Basra’daki İrşad Kandili
Gençlik yıllarında ailesiyle birlikte Basra’ya göç etti. Basra o vakitler, İslâm dünyasının en hareketli şehirlerindendi. Büyük bir ticaret merkezi, ilim yuvası, ama aynı zamanda zenginliğin, lüksün ve dünyaya meyletmenin de başladığı bir yerdi.
İşte Hasan-ı Basrî, böyle bir şehirde bir “irşad kandili” gibi parlamaya başladı.
Basra Câmi-i Kebîr’deki (Büyük Cami) ders halkası, kısa sürede hakikat arayanların sığınağı haline geldi. O konuştuğu zaman, kelimeler ağzından bir hikmet pınarı gibi dökülürdü. Sözleri son derece beliğ (etkili), üslûbu fevkalade akıcıydı.
Onun en belirgin vasfı, “havf” (Allah korkusu) ve “hüzün” idi. Ama bu hüzün, dünyevî bir üzüntü değil, Âhiret endişesinden, günahların ağırlığından ve Allah’a (c.c.) karşı mesuliyet şuurundan kaynaklanan derin bir tefekkür haliydi.
Vaaz vermeye başladığında, önce kendisi ağlar, sonra da dinleyenleri ağlatırdı. Kalbi o kadar rikkatliydi ki, Cehennem’den bahsedildiğinde sanki onun sesini duyar gibi titrer, Cennet’ten bahsedildiğinde sanki onu görür gibi sevinirdi.
Ona bakanlar, “Sanki Cehennem sırf onun için yaratılmış gibi korkuyor” derlerdi. Kendisi ise bu halini şöyle izah ederdi: “Kalpler, gaflet ve günahlarla katılaşır. Onları yumuşatmak için böyle ağlamak ve tefekkür etmek lazımdır.”
Zühdü ve Hikmetli Sözleri
Hasan-ı Basrî Hazretleri, ilmiyle amel eden (yaşayan) bir âlimdi. O, zühdün, yani dünyaya esir olmamanın en güzel misaliydi. Basra’nın bütün zenginlikleri ayaklarının altındayken, o son derece sade bir hayat sürerdi.
En meşhur sözlerinden bazıları, onun hayata bakışını tasvir eder:
• “Dünya bir köprüdür. Üzerinden geçip gidin, ama onu imar etmeye (üzerine evler kurmaya) kalkmayın.”
• “Mü’min, sabahladığında akşama çıkacağından emin olamaz, akşamladığında sabaha varacağından emin olamaz. O, daima nefsinin muhasebesi (kendini hesaba çekmesi) içindedir.”
• “Ey Ademoğlu! Sen günlerden ibaretsin. Bir günün geçti mi, bir parçan da gitmiş demektir.”
• “İlmin afeti unutmaktır. İlmi müzakere (tekrar etmek) ise onun hayatıdır.”
Zalim Haccâc Karşısındaki Şecaati (Cesareti)
Hasan-ı Basrî Hazretleri, sadece yumuşak huylu bir vaiz değil, aynı zamanda hakkı söylemekten çekinmeyen, şecaat sahibi bir İmam’dı.
O devirde, Irak valisi olarak bilinen Haccâc-ı Zâlim adında, çok sert ve kan dökücü bir idareci vardı. İnsanlar onun adını duyunca titrerdi.
Bir gün Haccâc, kendisini tenkit eden âlimlere öfkelendi ve Hasan-ı Basrî’nin de aralarında bulunduğu bazı âlimlerin yakalanıp huzuruna getirilmesini emretti. Niyeti onları en ağır şekilde cezalandırmaktı.
Askerler Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni alıp Haccâc’ın sarayına götürdüler. Haccâc, cellatlarını hazırlamış, öfkeyle köpürüyordu. Hasan-ı Basrî (rah.) içeri girdiğinde, Haccâc’ın hiddetini gördü ama zerre kadar korku göstermedi. Sadece dudakları kıpırdıyor, Rabbine sığınıyordu.
Haccâc, o heybetli âlimi karşısında görünce, Allah (c.c.) kalbine bir sükûnet ve Hasan-ı Basrî’ye karşı bir mehabet (saygı) hissi verdi. Haccâc’ın bütün öfkesi bir anda dindi. Şaşkınlıkla ayağa kalktı ve:
“Buyur ey İmam! Başköşeye, yanıma otur!” dedi.
Hasan-ı Basrî’yi yanına oturttu, ona iltifat etti, hürmet gösterdi ve “Bana nasihat et, ey İmam” dedi. Hasan-ı Basrî, ona Allah’tan korkmasını, adaletten ayrılmamasını tavsiye etti. Haccâc, onu dikkatle dinledi ve sonunda onu hediyelerle, hürmetle uğurladı.
Saraydan çıkanlar şaşkındı. Hasan-ı Basrî’ye sordular: “Ey İmam! Biz senin idam edilmeni beklerken, Haccâc sana hürmet etti. İçeri girerken ne okudun?”
Büyük İmam tebessüm etti ve şöyle dedi:
“Rabbime sığındım. Dedim ki: ‘Ey benim yüce Rabbim! Ey azamet ve celâl sahibi! Haccâc’ın şerrini benim için hayra çevir. Onun ateşini bana soğuk ve selametli kıl!'”
Ehl-i Sünnet Çizgisinden Ayrılmayışı
Hasan-ı Basrî’nin ders halkası o kadar genişti ki, İslâm dünyasındaki birçok farklı düşüncenin temelleri de onun meclisinde tartışılırdı.
Bir gün dersinde, “Büyük günah (kebâir) işleyen bir mü’minin durumu nedir? Kâfir mi olur, mü’min mi kalır?” diye mühim bir sual soruldu.
Hasan-ı Basrî (rah.) tam cevap verecekken, talebelerinden Vâsıl bin Atâ adında biri aceleyle atıldı ve Ehl-i Sünnet’e aykırı bir cevap verdi: “O, ne tam mü’mindir ne de tam kâfirdir. İkisi arasında bir yerdedir (el-menzile beyne’l-menzileteyn).”
Bu yeni ve Ehl-i Sünnet yoluna aykırı görüşü duyan Hasan-ı Basrî Hazretleri, Vâsıl’ın bu aceleci tavrına ve yanlış görüşüne müsaade etmedi. Şöyle buyurdu:
“Vâsıl bizden ayrıldı (İ’tezelenâ).”
İşte o gün, Vâsıl bin Atâ ve ona tâbi olanlar, Hasan-ı Basrî’nin ders halkasından ayrılıp mescidin başka bir köşesine çekildiler. Onlara, İmam’ın bu sözünden dolayı “Mu’tezile” (Ayrılanlar) denildi. Hasan-ı Basrî, bu tavrıyla Ehl-i Sünnet itikadının korunmasında da öncü olmuştur.
Vefatı ve Mirası
Tam 88 yıl (bazı kaynaklara göre 90 yıl) ilim, zühd, takva ve irşad ile dolu bir hayat süren bu büyük İmam, 110 (Hicrî) senesinde Basra’da Rabbine kavuştu.
Vefat haberi duyulduğunda, bütün Basra şehri yasa büründü. O gün, Cuma günüydü. Bütün şehir halkı, İmamlarının cenazesine katılmak için toplandı. Rivayet edilir ki, cenazesi o kadar kalabalıktı ki, o gün Basra Câmi-i Kebîr’inde ikindi namazı cemaatle kılınamadı; çünkü cemaatin tamamı cenazedeydi.
Hasan-ı Basrî Hazretleri, kendisinden sonra gelen bütün âlimlere, sûfîlere (tasavvuf erbabına) ve hakikat yolcularına sönmeyen bir ışık, bir “hidayet kandili” oldu. Onun sözleri, hikmetleri ve takva dolu hayatı, bugün hâlâ kalplerimizi aydınlatmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, o mübarek Tâbiîn İmamı’ndan ebediyen razı olsun. Bizleri de onun yolundan gidenlerden eylesin. Âmin.

************

• İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (ö. 150 H / 767 M): Hanefî mezhebinin kurucusudur. Fıkıhta “ehl-i rey” (akıl ve içtihat) ekolünün öncüsüdür.
________________________________________
Hidayet Kandili İmam-ı Azam Ebû Hanîfe: Aklın ve Faziletin İmamı
Giriş: Kûfe’nin Işıkları
Bundan çok uzun zaman önce, takvimler Hicret’in 80. yılını gösterirken, İslam medeniyetinin en hareketli şehirlerinden birinde, Kûfe’de bir çocuk dünyaya geldi. Adını Nu’man koydular. Babasının adı Sâbit’ti. O gün kimse, bu küçük Nu’man’ın, bir gün adının “İmam-ı Azam” (En Büyük İmam) olacağını ve isminin asırlar boyunca cihan şümul bir hürmetle anılacağını bilmiyordu.
Kûfe, sıradan bir şehir değildi. Burası, Peygamber Efendimizin (s.a.v) güzide sahabîlerinin ilim tohumlarını ektiği, Tâbiîn’in (sahabîleri gören nesil) bu tohumları yeşerttiği bir ilim merkeziydi. Havada sadece pazar yerinin gürültüsü değil, aynı zamanda camilerdeki ilim halkalarının fısıltıları da dolaşırdı. Nu’man’ın ailesi, aslen Fars diyarından gelmiş, ticaretle uğraşan, dindar ve saygın bir aileydi. Dedesi Zûtâ’nın, Hazret-i Ali (r.a) ile tanışıp Müslüman olduğu ve onun hayır duasını aldığı rivayet edilirdi.

Bölüm 1: Tüccardan Âlime Yöneliş
Küçük Nu’man, zeki ve parlak bir çocuktu. Babasının yanında ticaretin inceliklerini öğreniyor, Kûfe çarşılarında ipek ticareti yapıyordu. Zekâsı o kadar keskin, muhakemesi o kadar kuvvetliydi ki, herkes onun çok başarılı bir tüccar olacağına kesin bir nazarla bakıyordu. Hayat, onun için pazar yerindeki hesaplardan ve kumaşların kalitesinden ibaret görünüyordu.
Bir gün, genç Nu’man çarşıdan dönerken, zamanın büyük âlimlerinden İmam Şa’bî (r.a) ile karşılaştı. İmam Şa’bî, bu parlak gencin sadece çarşı-pazar işleriyle meşgul olmasına üzülüyordu. Nu’man’a yaklaştı ve hikmet dolu bir nazarla sordu:
“Ey delikanlı, nereye böyle?”
Nu’man, “Çarşıya, tüccar falanın yanına gidiyorum,” diye cevap verdi.
İmam Şa’bî, onun cevabını bekliyormuş gibi gülümsedi ve şu tarihî sözü söyledi:
“Sadece çarşıya gitme. Sende ilim cevheri görüyorum. Âlimlerin meclislerine de devam etmelisin. Zira senin gibi zeki bir gencin, ilim ve hikmetten uzak kalması büyük kayıp olur.”
Bu sözler, genç Nu’man’ın kalbine bir şimşek gibi düştü. O ana kadar sadece maddeye odaklanan nazarı, şimdi mânâya, ilme ve hikmete çevrilmişti. Evet, ticaret yapacaktı ama bu, onun asıl gayesi olmayacaktı. Onun asıl yolu, Allah’ın dinini anlamak ve anlatmaktı.

Bölüm 2: İlim Deryasında Bir Yolcu
Ebû Hanîfe, o günden sonra kendini ilme adadı. Önce Kur’an-ı Kerim’i hıfzetti. Kûfe’nin en büyük âlimlerinin ders halkalarına katıldı. Ama onun kalbini en çok çeken, fıkıh ilmi, yani İslam hukukuydu. “Hayatı anlamak ve yaşamak” için fıkhı bilmek gerektiğine inanıyordu.
O dönemde Kûfe’de, “ehl-i rey” (akıl ve içtihat) ekolünün en büyük temsilcisi Hammâd bin Ebî Süleyman vardı. Ebû Hanîfe, bu büyük âlimin dizinin dibine oturdu. Tam on sekiz yıl boyunca, bir gün bile ayrılmadan hocası Hammâd’a talebelik etti. Sadece dinlemedi; sordu, tenkit etti, müzakere etti.
Hocası Hammâd, onun bu keskin zekâsına ve derin anlayışına hayrandı. Bazen bir mesele sorulduğunda, cevap vermeden önce “Nu’man burada mı?” diye sorar, o varsa “Cevap ver ey Ebû Hanîfe!” derdi. (Ebû Hanîfe, “Hanîfe’nin Babası” manasına gelen künyesidir.)
Ebû Hanîfe sadece Kûfe’de kalmadı. İlim için Basra’ya, Medine’ye ve Mekke’ye seyahatler yaptı. Bu seyahatlerinde, Medine’de İmam Mâlik’in de hocası olan Rabîatü’r-Rey gibi dev âlimlerden dersler aldı. Mekke’de, Tâbiîn’in en büyüklerinden Atâ bin Ebî Rebâh ile tanıştı. Hatta bazı rivayetlere göre, henüz hayatta olan birkaç sahabîyi, mesela Enes bin Mâlik’i (r.a) görme şerefine erişti. Bu yüzden ona “Tâbiîn”den sayılma şerefi de nail oldu.

Bölüm 3: İlim Meclisi ve “En Büyük İmam”
Hocası Hammâd vefat ettiğinde, ilim halkasının başına kimin geçeceği belliydi. Herkesin nazarı, artık kırk yaşına gelmiş olan olgun âlim Ebû Hanîfe’deydi. O, hocasının kürsüsüne oturduğunda, İslam tarihinde yeni bir devir başlıyordu.
Ebû Hanîfe, derslerini bir “diktatör” gibi anlatmazdı. O, bir “ilim meclisi” kurdu. Bu mecliste, kendisi gibi dâhi olan talebeleri vardı. İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed eş-Şeybânî, İmam Züfer gibi geleceğin büyük imamları, onun rahle-i tedrisindeydi.
Dersi şöyle işlerdi: İmam-ı Azam, ortaya bir mesele atardı. Mesela, “Şöyle şöyle bir durum olsa, dinimizin hükmü ne olurdu?” diye sorardı.
Talebeleri konuşmaya başlardı. Biri “Bence şöyledir, delilim şu ayettir,” derdi. Diğeri “Hayır, şu hadise göre böyle olmalıdır,” derdi. İmam Züfer kıyas (analoji) yapar, İmam Ebû Yusuf daha pratik çözümler sunardı. Tartışmalar bazen günlerce sürerdi.
İmam-ı Azam, tüm bu fikirleri bir orkestra şefi gibi yönetir, dinler, not alır ve en sonunda bütün delilleri toparlayarak, Kur’an ve Sünnet’in ruhuna en uygun, aklın ve mantığın kabul edeceği, insanların hayatını kolaylaştırıcı (istihsan) hükmü açıklardı.
İşte “Hanefî mezhebi” böyle doğdu. Tek bir kişinin fikri değil, bir ilim şûrasının, Kur’an ve Sünnet ışığında, akıl ve rey (görüş) ile vardığı ortak bir hikmet hazinesiydi. O, meseleleri çözme kabiliyeti ve derin anlayışı sebebiyle “İmam-ı Azam” (En Büyük İmam) lakabını aldı.

Bölüm 4: Zengin Ama Zâhid Bir Tüccar
İmam-ı Azam’ın diğer âlimlerden mühim bir farkı vardı: O, ticaretle uğraşmaya devam ediyordu. Kûfe’nin en zengin ipek tüccarlarındandı. Ama bu zenginliği asla kendisi için kullanmadı.
Onun en büyük fazileti, cömertliğiydi. İlim meclisindeki bütün talebelerinin tüm masraflarını, evlerinin kirasını, yiyeceklerini kendisi karşılardı. İmam Ebû Yusuf başta olmak üzere birçok talebesine, “Sakın dünya işleriyle meşgul olup ilimden geri kalmayın. Sizin ve ailenizin bütün ihtiyacı benim üzerimedir,” derdi. Zekâtını ve sadakasını o kadar cömertçe dağıtırdı ki, Kûfe’de onun ticaretinden fayda görmeyen fakir neredeyse kalmamıştı.
Ticaretteki dürüstlüğü ise dillere destandı. Bir defasında, ortağına satması için bir top kumaş bıraktı. Kumaşta küçük bir kusur vardı ve ortağına “Bunu satarken kusurunu mutlaka müşteriye söyle,” diye tembihledi. Ortağı, kumaşı sattı ama dalgınlıkla kusurunu söylemeyi unuttu. Durumu öğrenen İmam-ı Azam, yıkıldı. Müşteriyi aradı ama bulamadı. Vicdanı o kadar sızladı ki, o kumaştan kazanılan parayı değil, o günkü satıştan elde edilen tüm geliri (binlerce dirhemi) sadaka olarak dağıttı.
Geceleri ibadetle geçirirdi. Komşuları onun geceleri evinden gelen Kur’an sesine alışıktı. Gündüzleri ilim ve ticaretle, geceleri ise ibadet ve gözyaşıyla meşgul olan, zengin ama dünyaya zerre kadar kıymet vermeyen (zâhid) bir fazilet timsaliydi.

Bölüm 5: Zalime Karşı Bir Duruş: Kadılık İmtihanı
İmam-ı Azam’ın şöhreti, saraylara kadar ulaştı. O zamanlar Emevî devleti hüküm sürüyordu. Kûfe valisi İbn Hübeyre, İmam-ı Azam’ı yanına çağırdı ve ona Kûfe Baş Kadılığı’nı (Baş Hâkimlik) teklif etti.
Bu bir makam değil, bir tuzaktı. Vali, İmam-ı Azam gibi halkın sevdiği bir âlimi kendi yanına çekerek, yaptığı zulümlere onu alet etmek istiyordu. İmam-ı Azam, bu tehlikeyi derhal sezdi. Bu ulvî makamı, zalim bir yönetimin emrinde kirletemezdi.
Teklifi reddetti.
Vali İbn Hübeyre öfkelendi. “Ya kabul edersin, ya da kamçılanırsın!” diye tehdit etti.
İmam-ı Azam’ın cevabı netti: “Vallahi, Fırat Nehri kenarında bir koyun kaybolsa, Allah bunun hesabını benden sorar diye korkarken, ben nasıl insanların kanı ve malı hakkında hüküm veririm? Sizin zulmünüze ortak olmaktansa, kamçı yemeyi tercih ederim.”
Valinin emriyle zindana atıldı. Günlerce kırbaçlandı. Vücudu kan revan içindeydi ama o, kararından dönmedi. En sonunda, bu âlimin ölmesinden korkan vali, onu serbest bırakmak zorunda kaldı.

Bölüm 6: Zindanda Gelen Şehadet
Yıllar geçti. Emevî devleti yıkıldı, yerine Abbasîler geldi. Yeni halife Ebû Cafer el-Mansur, Bağdat şehrini kuruyordu. Mansur da İmam-ı Azam’ın ilmine hayrandı ve onu kendi yanında istiyordu. Onu Bağdat’a davet etti ve ona yeni başkentin Baş Kadılığı’nı teklif etti.
İmam-ı Azam, şimdi 70 yaşına gelmiş yaşlı bir âlimdi. Ama duruşu değişmemişti. Zalimin adı değişse de zulüm devam ediyordu. Halife Mansur’un teklifini de reddetti.
Mansur, Emevî valisinden daha acımasızdı. “Benim emrime karşı mı geliyorsun!” diye kükredi ve İmam-ı Azam’ı Bağdat zindanına attırdı.
Rivayetlere göre, bu yaşlı âlime zindanda hem işkence yapıldı hem de yemeğine azar azar zehir katıldı.
Hicret’in 150. yılında, o karanlık zindanda, İslam âleminin “En Büyük İmamı”, secdedeyken (veya zehrin tesiriyle) ruhunu Rabbine teslim etti. O, bir makam uğruna dinini ve vicdanını satmamıştı.
Cenazesi Bağdat’a taşındığında, bütün şehir sokaklara döküldü. Cenaze namazını kılmak isteyenlerin sayısı o kadar çoktu ki, rivayete göre namazı tam altı defa kılındı ve elli binden fazla insan bu hidayet kandilini son yolculuğuna uğurladı.
Sonuç: Sönmeyen Kandil
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) bedenen aramızdan ayrıldı, ama onun yaktığı o “hidayet kandili” hiç sönmedi. Onun yetiştirdiği talebeleri İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, onun metodunu ve fetvalarını kitaplaştırarak dünyaya yaydılar.
Bugün, yüz milyonlarca Müslüman, hayatlarını onun Kur’an ve Sünnet’ten, akıl ve hikmetle çıkardığı yola, Hanefî mezhebine göre yaşamaktadır. O bize, aklı kullanmanın imanın bir parçası olduğunu, dürüstlüğün en büyük zenginlik olduğunu ve bir âlimin en büyük vazifesinin, ne pahasına olursa olsun hakkı söylemek olduğunu öğretti.
Allah’ın rahmeti, o büyük imamın üzerine olsun.

*****

• İmam Mâlik bin Enes (ö. 179 H / 795 M): Mâlikî mezhebinin kurucusudur. “Muvatta” adlı eseri, ilk hadis ve fıkıh kaynaklarındandır.

HİCRET YURDUNUN İMAMI: MÂLİK BİN ENES (r.a.)
Güneşin, yeryüzünü en nurlu şekilde aydınlattığı bir belde düşünün. Burası, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek adımlarıyla şereflenmiş, O’nun mescidini, minberini ve kabr-i saadetini sinesinde saklayan Medine-i Münevvere idi. Peygamber Efendimiz ve güzide ashabı bu dünyadan göçeli yaklaşık bir asır olmuştu. Ancak Medine’nin havasında hala onların nefesi, sokaklarında onların hatırası vardı. Tâbiîn neslinin büyükleri, Ashâb-ı Kirâm’dan öğrendikleri ilmi ve edebi, bir sonraki nesle aktarmak için gayret ediyordu.
İşte böyle mübarek bir zamanda, Hicretin 93. senesinde (Miladi 711), Medine’de salih bir ailenin evinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Mâlik koydular. Babası Enes, dedesi Mâlik, onun da babası Ebû Âmir… Hepsi ilimle meşgul, fazilet sahibi kimselerdi. Dedesinin babası Ebû Âmir, Bedir dışındaki bütün gazvelere katılmış bir sahabiydi. İmam Mâlik, böyle nurlu bir soya ve ilim kokan bir yuvaya gözlerini açmıştı.

İlimden Önce Edeb
Küçük Mâlik’in zekâsı ve hafızası göz kamaştırıyordu. Ailesi, onun büyük bir âlim olacağını daha o yaşlarda fark etmişti. Annesi, o devrin anneleri gibi feraset sahibi bir hanımefendiydi. Oğlunu ilim meclisine göndermeye karar verdiğinde, onu en güzel elbiselerle giydirdi, sarığını sardı ve ona şu ölümsüz tavsiyede bulundu:
“Oğlum! Medine’nin büyük âlimi Rabîa’nın (Rabîatü’r-Rey) meclisine git. Ama dikkat et! O’nun ilminden önce edebini öğren. Git ve O’nun heybetini, vakarını, oturup kalkmasını öğren.”
Bu tavsiye, İmam Mâlik’in bütün hayatının anahtarı olacaktı. O, ilmin, ancak edeb ile bir kıymet ifade ettiğini daha ilk derste anlamıştı.
Genç Mâlik, Medine’nin ilim pınarlarından kana kana içmeye başladı. O, sıradan bir talebe değildi; o, ilme âşık bir talebeydi. Geceleri mum ışığında ders tekrar eder, gündüzleri hocalarının kapısında beklerdi. İbn Şihâb ez-Zührî, Nâfi’ (Abdullah bin Ömer’in âzatlısı) ve Ca’fer-i Sâdık gibi Tâbiîn’in en büyük âlimlerinden yüzlerce hocanın önünde diz çöktü.
Özellikle Nâfi’nin dersleri onun için çok mühimdi. Çünkü Nâfi’, ilmi doğrudan Abdullah bin Ömer’den (r.a.), o da babası Hz. Ömer’den (r.a.) ve Resûlullah’tan (s.a.v.) almıştı. Bu, “altın silsile” (silsiletü’z-zeheb) denilen en sağlam ilim zinciriydi.
Medine Mescidi’ndeki İlim Halkası
Yıllar geçti, genç talebe Mâlik, artık Medine’nin en büyük âlimlerinden biri, “İmam Mâlik” olmuştu. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mescidinde, Mescid-i Nebevî’de kendi ilim halkasını (ders kürsüsünü) kurdu.
Ancak o, bu kürsüye oturmakta hiç acele etmedi. Rivayete göre, Medine’nin yetmiş büyük âlimi onun ders verebileceğine, fetva makamına layık olduğuna şehadet etmeden bu işe başlamadı. Çünkü o, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) makamında oturmanın ağırlığını biliyordu.
Dersleri o kadar bereketli ve vakarlıydı ki, Mescid-i Nebevî talebelerle dolup taşardı. Sadece Medine’den değil, Endülüs’ten (İspanya), Mısır’dan, Irak’tan, Horasan’dan binlerce talebe, “Hicret Yurdunun İmamı”nı (İmâmu Dâri’l-Hicre) dinlemek için yollara düşerdi.
O, bir meseleyi cevaplarken çok titizdi. Kırk soru sorulsa, çoğuna “La edrî” (Bilmiyorum) diye cevap vermekten çekinmezdi. “Bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır” derdi. Çünkü o, bilmediği bir meselede Allah adına konuşmaktan tir tir titrerdi.

Hadis-i Şerife Eşi Bulunmaz Hürmet
İmam Mâlik Hazretleri’nin en belirgin vasfı, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve O’nun mübarek sözlerine (hadislere) olan sonsuz hürmetiydi.
Eğer kendisine fıkıh (İslam hukuku) ile ilgili bir sual sorulsa, hemen ayakta cevap verirdi. Ama ne zaman ki birisi “Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdular ki…” diyerek bir hadis-i şerif sorsa, İmam Mâlik derhal dururdu.
Yanındakilere müsaade ister, evine gider, boy abdesti alır (veya güzelce abdest alır), en güzel elbiselerini giyer, sarığını sarar, en güzel kokularından (ıtır) sürünür ve öylece mescide dönerdi. Onun için hazırlanan özel kürsüye büyük bir vakar ve huşû içinde oturur, gözleri yaşlı bir halde hadis-i şerifi naklederdi.
Bir defasında sebebini sordular. Şöyle cevap verdi: “O, Allah’ın Resûlü’nün sözüdür. Ben o sözleri size abdestsiz, alelade bir halde nakletmekten hayâ ederim.”
Bu hürmeti o kadar derindi ki, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek bedeninin bulunduğu Medine-i Münevvere’de, zaruri bir ihtiyaç olmadıkça asla bineğe binmezdi. “Ben,” derdi, “içinde Allah’ın Resûlü’nün yattığı bir toprağa, bir hayvanın ayağıyla basmaktan Allah’tan utanırım.”

İlk Hadis ve Fıkıh Eseri: “Muvatta”
İmam Mâlik, ilmin kaybolmasından endişe ediyordu. Abbasi Halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr, ondan bir ricada bulundu: “Ey İmam! İnsanlar için bir kitap yaz. Hem kolay olsun hem de en sağlam hadisleri ve fıkhi hükümleri ihtiva etsin. Artık insanlar ihtilaftan (görüş ayrılığından) kurtulsun.”
İmam Mâlik bu iş için tam kırk yıl çalıştı. Yüz binlerce hadis rivayeti arasından en sağlam olanlarını, Sahabenin ve Tâbiîn’in uygulamalarını (ki buna “Medine ehlinin ameli” derdi) titizlikle seçti. Bu muazzam eseri tamamladığında, onu Medine’nin yetmiş büyük âlimine sundu. Hepsi kitabı inceledi ve “muvafakat” etti (uygun buldu, onayladı).
Bu yüzden kitabın adı “el-Muvatta” (Üzerinde ittifak edilen, kolaylaştırılmış, düzeltilmiş yol) oldu. Bu eser, yeryüzünde yazılan ilk ve en güvenilir hadis ve fıkıh kitaplarından biri kabul edildi. Öyle ki, talebesi İmam Şâfiî Hazretleri, “Yeryüzünde Allah’ın Kitabı’ndan (Kur’an’dan) sonra, İmam Mâlik’in Muvatta’sından daha sahih (sağlam) bir kitap yoktur” demiştir.

Faziletin İmtihanı: Hak Uğruna Kırbaç
İmam Mâlik, sadece ilmiyle değil, hakkı söylemekteki cesaretiyle de imamdı. O devrin Abbasi yönetimi, insanlardan zorla biat (bağlılık yemini) alıyordu. Bazı idareciler, “Zorla yapılan yeminler de geçerlidir” diyerek halkı korku altında tutuyordu.
Halk, bu meselenin aslını öğrenmek için İmam Mâlik’e geldi. Sordular: “Ey İmam! Zorla (ikrah altında) yapılan boşama (talâk) veya yemin geçerli midir?”
İmam Mâlik, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) “Zorlama altında yapılan boşama (talâk) geçerli değildir” hadisine dayanarak fetvayı verdi: “Hayır, zorla yapılan ne yemin geçerlidir ne de boşama!”
Bu fetva, idarecilerin hiç hoşuna gitmedi. Çünkü bu fetva, “Zorla aldığınız biat de geçersizdir” manasına geliyordu.
Medine valisi, İmam Mâlik’i çağırttı. Ondan bu fetvadan dönmesini istedi. İmam Mâlik, Resûlullah’ın hadisini çiğnemeyi reddetti. Bunun üzerine vali öfkelendi ve o büyük İmam’a, Peygamber Mescidi’nin önünde yetmiş (veya yüz) kırbaç vurdurdu. İmam Mâlik’in mübarek bedeni kan revan içinde kaldı, hatta rivayete göre omuz kemikleri yerinden çıktı.
Ama o, acı içinde kıvranırken bile “Biliniz ki, zorla yapılan yemin geçerli değildir!” diye haykırmaya devam etti.
Bu hadiseden sonra İmam Mâlik’in şanı ve itibarı, halkın gözünde bin kat daha arttı. Çünkü onlar, İmam’ın ilmini satmadığını, hak uğruna bedel ödemekten çekinmediğini gözleriyle görmüşlerdi.

İmamların Hocası ve Vefatı
İmam Mâlik’in ilim meclisi, nice büyük âlimler yetiştirdi. Onun en meşhur talebelerinden biri de, daha sonra büyük bir mezhep imamı olacak olan genç Muhammed bin İdris, yani İmam Şâfiî idi.
İmam Şâfiî, Mâlik’in yanına geldiğinde henüz çok gençti. Muvatta’yı hocasına ezberden, tek bir hata yapmadan okuyuşu, İmam Mâlik’i hayran bırakmıştı. İmam Mâlik, bu parlak gencin alnına bakıp şu hikmetli sözü söylemişti: “Evladım! Allah senin kalbine bir nur vermiş. Onu günah işleyerek söndürme!”
İmam Mâlik Hazretleri, seksen altı yıllık bereketli bir hayatı, ilim, edeb, takva ve mücadele ile geçirdikten sonra, Hicri 179 (Miladi 795) senesinde, âşık olduğu şehirde, Medine-i Münevvere’de hastalandı.
Son anlarında Kelime-i Şehadet getirdi ve Yüce Allah’ın şu ayetini okuyordu:
“…Emir, eninde sonunda Allah’ındır…” (Rûm Suresi, 4. Ayetten bir bölüm)
Ruhu, mübarek Medine topraklarından, Rabbinin huzuruna yükseldi. Cenazesi, binlerce seveninin gözyaşları arasında, Sahabe-i Kirâm’ın yattığı Cennetü’l-Bâkî kabristanlığına defnedildi.
Bugün Mâlikî mezhebi, özellikle Kuzey Afrika ve Endülüs coğrafyasında milyonlarca Müslümana yol göstermeye devam etmektedir. İmam Mâlik ise, bizlere ilimden önce edebi, dünyaya boyun eğmemeyi ve Peygamber sevgisinin nasıl olması gerektiğini öğreten sönmez bir hidayet kandili olarak kalbimizde yaşamaktadır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******
• İmam Muhammed bin İdris eş-Şâfiî (ö. 204 H / 820 M): Şâfiî mezhebinin kurucusudur. Fıkıh usulü (metodolojisi) ilmini sistemleştiren “er-Risâle” adlı eseriyle tanınır. Genellikle ikinci hicri yüzyılın müceddidi olarak kabul edilir.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Muhammed bin İdris eş-Şâfiî
BİRİNCİ BÖLÜM: GAZZE’DE DOĞAN IŞIK VE MEKKE’YE HİCRET
Tarih, hicretin 150. yılını gösteriyordu. İslam dünyasının büyük bir âlimi, fıkıh ilminin direklerinden İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.) vefat etmişti. Âdeta bir ışık sönmüştü; fakat kader-i İlâhî, aynı yıl Filistin’in Gazze şehrinde yeni bir ışığın parlamasını murad etmişti.
İşte o yıl, Kureyş’in en şerefli kollarından birine mensup, soyu Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Abdümenâf’ta birleşen mübarek bir hanede, Muhammed bin İdris dünyaya gözlerini açtı. Ona sonradan, dedelerinden Şâfi’ b. Sâib’e nisbetle “eş-Şâfiî” denilecekti.
Ne var ki bu parlak zekâlı çocuk, babasını henüz iki yaşındayken kaybetti. O, artık bir yetimdi. Annesi, Ezd kabilesinden, zeki ve fazilet sahibi bir hanımefendiydi. Oğlunun asil soyunun ve Kureyşli kimliğinin kaybolmasından endişe etti. Gazze’de kalırlarsa bu nesebin unutulacağından korktu. Kıt kanaat geçiniyor olmalarına rağmen, henüz çok küçük olan Muhammed’i yanına alarak, atalarının yurdu olan, vahyin kalbi Mekke-i Mükerreme’ye hicret etme kararı aldı.
Bu hicret, sadece bir yer değişikliği değil, aynı zamanda tarihin seyrini değiştirecek bir ilim yolculuğunun ilk adımıydı.

İKİNCİ BÖLÜM: MEKKE’DE İLİM VE ÇÖLDE FESAHAT
Mekke’de hayatları büyük bir fakr u zaruret içinde geçiyordu. Öyle ki, annesinin kağıt alacak parası dahi yoktu. Küçük Muhammed, derslerini yazmak için kemik parçalarını, çömlek kırıklarını ve hurma yapraklarını kullanıyordu.
Fakat bu mahrumiyet, onun Allah vergisi zekâsına ve hafızasına engel olamadı. Daha yedi yaşındayken Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını hıfzetti. Dokuz-on yaşlarına geldiğinde ise, İmam Mâlik’in (r.a.) meşhur eseri “el-Muvatta”yı neredeyse ezberlemişti.
Mekke’de Mescid-i Haram’ın ilim halkalarına katıldı. Süfyan b. Uyeyne ve Müslim b. Hâlid ez-Zencî gibi devrin büyük muhaddis ve fakihlerinden dersler aldı. Zekâsı o kadar keskindi ki, henüz on üç veya on beş yaşındayken, hocası Müslim b. Hâlid ona: “Ey Ebû Abdullah! Artık fetva verebilirsin!” diyerek icazet verdi. O, Kâbe’nin gölgesinde ilim öğreten ve fetva veren en genç âlimlerden biri olmuştu.
Ancak İmam Şâfiî, sadece fıkıh ve hadis ile yetinmedi. O, Kur’an ve Sünnet’in lisanı olan Arapçayı en saf haliyle öğrenmek istiyordu. Bu sebeple Mekke’den ayrılarak, o dönemde en fasih Arapçayı konuşan ve şiirin merkezi sayılan Hüzeyl kabilesinin yanına, çöle gitti.
Yıllarını onların arasında geçirdi. Sadece dillerini ve şiirlerini öğrenmekle kalmadı, aynı zamanda usta bir okçu ve binici oldu. Dilin inceliklerine, edebiyatın derinliklerine öylesine vâkıf oldu ki, meşhur dil âlimi Asmaî bile, “Hüzeyl kabilesinin bazı şiirlerini, Kureyşli bu gençten (Şâfiî’den) tashih ettim” demiştir. Bu edebi birikim, onun ileride ilmi meseleleri izah ederken kullanacağı eşsiz üslubun da temelini atmıştı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: MEDİNE’DE BİR HOCA, BİR TALEBE: İMAM MÂLİK İLE TANIŞMA
İmam Şâfiî, yirmi yaşına gelmişti. Mekke’deki hocaları, ona artık Medine’ye gitmesini ve devrin en büyük âlimi, “Dâru’l-Hicre”nin (Hicret Yurdu – Medine) imamı olan İmam Mâlik b. Enes’in (r.a.) ders halkasına katılmasını tavsiye ettiler.
İmam Şâfiî, Medine’ye gitmeden önce “el-Muvatta”yı tamamen ezberlemişti. İmam Mâlik’in heybetli ilim meclisine vardığında, bu Kureyşli genç adama söz verildi. İmam Şâfiî, Muvatta’yı ezberinden, o çölde öğrendiği fasih ve gür sesiyle okumaya başladı.
İmam Mâlik, karşısındaki bu gencin sadece hafızasına değil, okuyuşundaki letafete ve meseleleri kavrayışındaki sürate hayran kaldı. Okuma bittikçe İmam Mâlik, “Devam et, ey genç!” diyordu. Nihayet İmam Mâlik, o ferasetli nazarlarıyla ona baktı ve şu tarihî tavsiyede bulundu:
“Ey Muhammed! Allah’tan kork ve masiyetten (günahlardan) sakın. Zira şüphesiz ki senin gelecekte büyük bir şanın (şöhretin) olacaktır. Allah Teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir; sakın onu günah karanlığı ile söndürme!”
İmam Şâfiî, İmam Mâlik’in vefatına (Hicri 179) kadar yaklaşık dokuz yıl boyunca onun rahle-i tedrisinde kaldı. Ondan “Ehl-i Hadis” mektebinin usulünü, Medine fıkhını ve hadis ilminin inceliklerini öğrendi. İmam Mâlik, bu parlak talebesine hususi bir ihtimam gösterdi ve onu en seçkin talebeleri arasına aldı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: YEMEN’DE KADILIK VE BAĞDAT’TA BİR İMTİHAN
İmam Mâlik’in vefatından sonra, İmam Şâfiî tekrar Mekke’ye döndü. Ancak geçim sıkıntısı içindeydi. Bu sırada Yemen’e giden bir vali, onun ilmini ve Kureyşli asaletini görerek kendisine Necran’da kadılık (hâkimlik) vazifesi teklif etti. İmam Şâfiî, bu vazifeyi kabul etti.
Adaletiyle kısa sürede halkın sevgisini kazandı. Zulme asla boyun eğmiyor, hak kiminse onu teslim ediyordu. Ancak onun bu tavizsiz adaleti, bazı makam sahiplerinin menfaatlerine dokundu. Ona haset edenler, Abbasi Halifesi Harun Reşid’e giderek, İmam Şâfiî’yi, Ehl-i Beyt taraftarı bir isyanı desteklemekle itham ettiler.
Bu, çok ağır bir siyasi suçlamaydı. İmam Şâfiî (r.a.), Hicri 184’te tutuklandı ve zincire vurularak Bağdat’a, Halife Harun Reşid’in huzuruna çıkarıldı.
Huzurda, aynı suçlamayla getirilen diğer kişiler idam edilmişti. Sıra İmam Şâfiî’ye geldiğinde, o, Kureyş’e has vakarıyla, çölde öğrendiği fesahatiyle ve ilmin verdiği izzetle kendini savundu. O, ne isyancıydı ne de devlet düşmanı. O, sadece ilim ehli ve adaletten yana bir kadı idi.
Halife Harun Reşid, onun konuşmasından, ilminden ve asaletinden çok etkilendi. Orada bulunan ve Halife’nin en güvendiği âlim olan, İmam-ı Azam’ın talebesi İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî de (r.a.) İmam Şâfiî’nin lehine şahitlik etti. İmam Şâfiî’nin masum olduğu anlaşıldı ve Halife tarafından serbest bırakılarak kendisine ikramda bulunuldu.

BEŞİNCİ BÖLÜM: İKİ FIKIH NEHRİNİN BİRLEŞMESİ: BAĞDAT YILLARI
Bu ağır imtihan, en büyük hayırlardan birine kapı açmıştı. İmam Şâfiî, Bağdat’ta kalarak, kendisini kurtaran İmam Muhammed eş-Şeybânî’nin himayesine girdi ve onun ders halkalarına katıldı.
Bu, İslam fıkıh tarihi için bir dönüm noktasıydı.
İmam Şâfiî, Medine’de İmam Mâlik’ten hadise dayalı Hicaz fıkhını (Ehl-i Hadis) öğrenmişti. Şimdi ise Bağdat’ta, İmam Muhammed vasıtasıyla, İmam Ebû Hanîfe’nin akla ve re’ye dayalı Irak fıkhını (Ehl-i Rey) öğreniyordu.
O, bu iki büyük fıkıh mektebini şahsında birleştiren “köprü” oldu. İmam Şâfiî, İmam Muhammed’in ilmine o kadar hayrandı ki, “Muhammed b. Hasan’dan bir deve yükü kitap yazacak kadar ilim öğrendim” demiştir.
İmam Şâfiî, Bağdat’ta kaldığı sürede, bu iki farklı metodu birleştiren kendi usulünü geliştirmeye başladı. O artık hem hadisin gücünü hem de rey’in (kıyasın) gerekliliğini biliyordu.

ALTINCI BÖLÜM: USÛL’ÜN İCADI VE “er-RİSÂLE”
İmam Şâfiî, bir müddet sonra Mekke’ye döndü ve Mescid-i Haram’da tekrar ders vermeye başladı. Şöhreti artık bütün İslam dünyasına yayılmıştı. Onun ders halkasına katılanlar arasında, sonradan kendisi de büyük bir mezhep imamı olacak olan genç Ahmed b. Hanbel (r.a.) de vardı.
İmam Şâfiî, tekrar Bağdat’a döndüğü Hicri 195 yılında, devrin büyük hadis âlimi Abdurrahman b. Mehdî’den bir mektup aldı. İbn Mehdî, ondan Kur’an ve Sünnet’in nasıl anlaşılması gerektiğini, hangisinin diğerine nasıl delil olacağını, icma, kıyas gibi delillerin şartlarını açıklayan bir eser yazmasını istiyordu.
Bunun üzerine İmam Şâfiî, kalemini eline aldı ve İslam tarihinde bir çığır açacak olan o mübarek eserini kaleme aldı: “er-Risâle”.
Bu eser, fıkıh tarihinde yazılan ilk “Fıkıh Usulü” (metodoloji) kitabıydı. O güne kadar âlimler fıkıh yapıyorlardı, ancak İmam Şâfiî, “fıkhın nasıl yapılacağının” ilmini, yani kurallarını sistemleştirdi. Sünnet’in Kur’an karşısındaki bağlayıcı yerini, delillerin sıralamasını (Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas) net bir şekilde ortaya koydu.
Artık fıkıh, sadece meseleleri çözmek değil, aynı zamanda o meseleleri çözerken kullanılacak “ilmi bir yol haritası” olan bir ilim dalı haline gelmişti. Bu eseriyle İmam Şâfiî, fıkıh ilmine nizam ve intizam getirdi.

YEDİNCİ BÖLÜM: MISIR’DAKİ SON DURAK VE “YENİ GÖRÜŞLER”
Hicri 199 yılında İmam Şâfiî, Bağdat’taki bazı fitnelerden ve siyasi çalkantılardan uzaklaşmak için Mısır’a gitmeye karar verdi. Hayatının son beş yılını geçireceği Mısır, onun ilminin zirveye ulaştığı yer oldu.
Mısır’a geldiğinde, oradaki âlimlerin farklı rivayetlerini ve yeni hadisleri gördü. Toplumsal yapının ve örfün Bağdat’tan farklı olduğunu müşahede etti. Büyük bir ilim adamına yakışır şekilde, sırf eski görüşlerine bağlı kalmadı. Yeni deliller ve yeni durumlar karşısında eski içtihatlarının bir kısmını yeniden gözden geçirdi.
İşte onun Bağdat’ta verdiği fetvalara “Kavl-i Kadîm” (Eski Görüş), Mısır’da bu yeni delillere göre güncellediği fetvalara ise “Kavl-i Cedîd” (Yeni Görüş) denildi. Şâfiî mezhebinin esası da bu Mısır’daki “yeni görüşleri” üzerine kuruldu.
Mısır’da ilim halkası o kadar genişledi ki, sadece insanlar değil, devletin idarecileri bile onun ilminden istifade ediyordu. İmam Büveytî, İmam Müzenî ve Rebî’ b. Süleyman el-Murâdî gibi, mezhebini dünyaya yayacak büyük talebeler yetiştirdi.

SEKİZİNCİ BÖLÜM: GÜNEŞİN BATIŞI VE İKİNCİ ASRIN MÜCEDDİDİ
İmam Şâfiî, ömrünü ilme, adalete ve Sünnet-i Seniyye’yi müdafaaya adamıştı. Talebesi Ahmed b. Hanbel’in de işaret ettiği gibi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Allah, bu ümmete her yüz senenin başında dinini tecdid edecek (yenileyecek) bir müceddid gönderir” hadis-i şerifinin müjdesine mazhar olarak, Hicri ikinci asrın müceddidi kabul edildi.
O, Hicri 204 yılının Recep ayının son Cuma gecesi, 54 yaşında iken Mısır’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Geride, dört büyük Ehl-i Sünnet mezhebinden birini, fıkıh usulü gibi muazzam bir ilmi ve “er-Risâle” ile “el-Ümm” gibi paha biçilmez eserler bıraktı.
İmam Şâfiî, Gazze’de yetim bir çocuk olarak başladığı hayat yolculuğunu, Mekke’de ilim, Medine’de edep, Yemen’de adalet, Bağdat’ta hikmet ve Mısır’da kemâlât ile tamamlayarak; adı kıyamete kadar ilimle anılacak bir hidayet kandili olarak bu fani dünyadan ayrıldı.
Rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten.

*****

• İmam Ahmed bin Hanbel (ö. 241 H / 855 M): Hanbelî mezhebinin kurucusudur. Hadis ilmindeki derin vukufiyeti ve “Mihne” olayları sırasındaki dik duruşuyla bilinir.

Bismillahirrahmânirrahîm.
Hidayet Kandili, Sabır Abidesi: İmam Ahmed bin Hanbel (rh.a)
Giriş: İlim Deryası Bağdat
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 164 (Miladî 780) yılını gösterirken, Abbâsî Devleti’nin başkenti ve o zamanın ilim dünyasının kalbi olan Bağdat şehri, büyük bir fidanın toprağa düşmesine şahitlik edecekti. Aslen Merv’li olan muhterem bir aile, bu ilim şehrine yerleşmişti. İşte bu şehirde, Muhammed bin Hanbel’in hanesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Ahmed koydular. O gün kimse, bu küçük Ahmed’in, bir gün “Ehl-i Sünnet’in İmamı” lakabıyla anılacağını, isminin dört büyük mezhep imamından biri olarak asırlarca rahmetle yâd edileceğini bilmiyordu.
Babası o daha çok küçükken vefat etmiş, bu sebeple Ahmed, saliha ve fedakâr annesi Safiyye bint Meymûne’nin himayesinde büyümüştü. Annesi, evladının sadece bedenen değil, ruhen de en güzel şekilde yetişmesi için üzerine titriyordu. Ahmed, daha küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetmiş, keskin zekâsı ve güçlü hafızasıyla dikkat çekmişti. Bağdat, bir ilim okyanusuydu ve genç Ahmed, bu okyanustan kana kana içmeye daha o yaşta karar vermişti.

İkinci Bölüm: İlim Uğrunda Bir Ömür: “Rihle”
Genç Ahmed’in kalbinde, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek sözlerine, yani Hadîs-i Şerîflere karşı derûnî bir muhabbet vardı. O devirde ilim, bugünkü gibi kitaplardan kolayca öğrenilmiyordu. Bir hadisi bizzat duyan ilk râvîden veya ona en yakın kişiden alabilmek için diyar diyar gezmek, “Rihle” denilen meşakkatli ilim yolculuklarına çıkmak gerekiyordu.
Ahmed bin Hanbel, on altı yaşından itibaren kendisini tamamen bu kutlu yola adadı. Önce Bağdat’taki büyük âlimlerin, bilhassa İmam Ebû Yûsuf’un (İmam Ebû Hanîfe’nin talebesi) derslerine katıldı. Ancak onun asıl gayesi hadis ilmiydi. Dönemin en büyük hadis âlimlerinden Huşeym bin Beşîr’in rahle-i tedrîsinde (ders halkasında) yıllarca diz çöktü.
Validesinden izin alarak başladığı ilim yolculuğu, onu Basra’ya, Kûfe’ye, Hicaz’a (Mekke ve Medine) ve Yemen’e kadar götürdü. Bu yolculuklar çile doluydu. Kimi zaman aç kaldı, kimi zaman yol parası bulamadığı için kervanlara yük taşıyarak (hammallık yaparak) yoluna devam etti. Ama onun için bir hadisi daha sahih bir senetle öğrenmenin hazzı, bütün dünyevî zorluklara galip geliyordu.
Bu yolculukların en mühimlerinden biri, İmam Şâfiî (rh.a) ile olan görüşmeleriydi. İmam Şâfiî’nin fıkıh (hukuk) anlayışındaki derinliğine ve hadis ilmine olan vukufiyetine hayran kaldı. İmam Şâfiî de, genç Ahmed’deki istidâdı, takvâyı ve hadis bilgisini görünce ona büyük kıymet verdi. Aralarında hoca-talebe muhabbetinin ötesinde, iki ilim güneşinin birbirini aydınlatması gibi müstesna bir bağ oluştu. İmam Şâfiî, Mısır’a giderken arkasında bıraktığı en kıymetli talebelerinden birinin Ahmed bin Hanbel olduğunu iftiharla söylerdi.

Üçüncü Bölüm: Hadis İmamı ve “El-Müsned”
Ahmed bin Hanbel, yıllar süren bu meşakkatli yolculuklardan sonra Bağdat’a döndüğünde, artık parmakla gösterilen bir hadis hafızı ve büyük bir âlim (imam) olmuştu. Evi, ilim taliplileriyle dolup taşıyordu. Onun ders halkasında oturmak bir şerefti. Sadece hadis rivayet etmez, aynı zamanda hadislerin manalarını, fıkhî hükümleri ve râvîlerin durumlarını da büyük bir titizlikle izah ederdi.
Hayatının en büyük gayelerinden biri, topladığı yüz binlerce hadisi bir araya getirecek devasa bir eser vücuda getirmekti. İşte bu gayretle, İslam tarihinin en hacimli ve en mühim hadis külliyatlarından biri olan **”El-Müsned”**i telif etmeye başladı. Bu eser, diğer hadis kitapları gibi konulara göre değil, hadisleri rivayet eden sahâbîlerin isimlerine göre (alfabetik veya fazilet sırasına göre) tasnif edilmişti. İmam Ahmed, bu esere yaklaşık otuz bin hadis dâhil etti. El-Müsned, onun hadis ilmindeki otoritesinin ve titizliğinin en büyük isbatı oldu.
Onun ilmi sadece hadisle sınırlı değildi. O, Kur’ân tefsirinde, fıkıhta, Arap dilinde ve bilhassa “zühd” ve “takvâ” konularında da zirvedeydi. Hayatı boyunca dünya malına zerre kadar kıymet vermedi. Devlet büyüklerinin hediyelerini asla kabul etmedi. Tevâzû sahibi, vakarlı ve son derece müttakî bir hayat sürdü.

Dördüncü Bölüm: Asrın En Büyük İmtihanı: “Mihne” Olayı
İmam Ahmed bin Hanbel’in hayatını bir sabır abidesine dönüştüren ve onu “Ehl-i Sünnet’in İmamı” yapan hadise, “Mihne” (İmtihan) olarak bilinen o karanlık devirde başladı.
O dönemde, Abbâsî Halifesi Me’mûn, bazı felsefî akımların tesirinde kalarak “Mu’tezile” mezhebinin bir görüşünü devletin resmî ideolojisi olarak kabul etmişti. Bu görüş, “Halku’l-Kur’ân” (Kur’ân mahlûktur, yani yaratılmıştır) iddiasıydı. Ehl-i Sünnet âlimleri ise bu görüşün Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olduğunu, Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğunu, O’nun ezelî sıfatı olduğunu ve mahlûk olmadığını savunuyorlardı.
Halife Me’mûn, bu görüşü kabul etmeyen âlimlere baskı kurmaya başladı. Önde gelen âlimler sorguya çekildi. Kimi korkudan, kimi de “ikrah” (zorlama) altında olduğunu belirterek bu görüşü mecburen kabul ettiğini söyledi.
Ama sıra İmam Ahmed bin Hanbel’e geldiğinde, her şey değişti.
İmam Ahmed, saraya çağrıldı. Ona sordular: “Kur’ân hakkında ne dersin? Mahlûk mudur, değil midir?”
İmam Ahmed’in cevabı net ve sarsılmazdı: “Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır. Mahlûk (yaratılmış) değildir.”
Zindana atıldı. Günlerce, aylarca süren sorgular başladı. Halife Me’mûn’dan sonra gelen kardeşi Halife Mu’tasım, bu baskıyı daha da şiddetlendirdi. İmam Ahmed’i zincirlere vurdular. Bağdat sokaklarında sürüklediler. Sarayda, Halife’nin ve Mu’tezile âlimlerinin önünde defalarca sorguladılar. Ona, “Tek bir kelime söyle, ‘yaratılmıştır’ de, seni serbest bırakalım, sana ihsanlarda bulunalım” dediler.
İmam Ahmed, o zayıf ve yaşlı bedenine rağmen çelikten bir iradeyle direndi. Ona dediler ki: “Bak, bütün âlimler bu görüşü kabul etti, bir sen kaldın.” İmam Ahmed, o meşhur cevabını verdi: “Onlar kabul ettiyse, ben de mi kabul etmek zorundayım? Bana Allah’ın kitabından veya Resûlü’nün sünnetinden bir delil getirin!”
Delil getiremediler, sadece zorbalığa başvurdular. Halife Mu’tasım’ın emriyle, İmam Ahmed’e herkesin gözü önünde defalarca kırbaç vurdular. Rivayetlere göre, o kadar şiddetli vurdular ki, bedeni parçalandı, baygın düştü. Ama her ayıldığında tek bir sözü tekrarlıyordu: “Kur’ân, Allah kelâmıdır, mahlûk değildir.”
Onun bu dik duruşu, sadece bir âlimin direnişi değil, Ehl-i Sünnet akîdesinin ayakta kalma mücadelesiydi. Eğer o gün İmam Ahmed de “Evet” deseydi, belki de İslam inancının temelleri sarsılacaktı.

Beşinci Bölüm: Sabrın Zaferi ve Vefatı
İmam Ahmed, yaklaşık 28 ay süren bu ağır zindan ve işkence hayatından sonra, Halife Vâsık döneminde ev hapsine alındı. Ders vermesi, insanlarla görüşmesi yasaklandı. Ama o, sabrından hiçbir şey kaybetmedi.
Nihayet, Halife Mütevekkil başa geçtiğinde, bu zulüm dönemi sona erdi. Mütevekkil, Mu’tezile’nin görüşlerini yasakladı, Ehl-i Sünnet âlimlerine itibarını iade etti. İmam Ahmed bin Hanbel, zindandan bir kahraman olarak çıktı. Halife onu saraya davet edip özür diledi, ona hediyeler takdim etmek istedi. İmam Ahmed, zindandayken nasıl dik durduysa, sarayda da aynı zühd ve takvâ ile davrandı; Halife’nin hiçbir hediyesini kabul etmedi ve saraydan uzak durdu.
Ömrünün sonuna kadar ilim öğretmeye, hadis rivayet etmeye devam etti. Hicrî 241 (Miladî 855) yılında, 77 yaşında iken, arkasında El-Müsned gibi bir şaheser, Hanbelî Mezhebi gibi bir fıkıh yolu ve hepsinden önemlisi “istikamet” üzere yaşanmış tertemiz bir hayat bırakarak Rabbine kavuştu.
Vefat haberi Bağdat’a yayıldığında, şehir yasa boğuldu. Cenaze namazına yüz binlerce insanın katıldığı, Bağdat tarihinin en kalabalık cenazelerinden biri olduğu rivayet edilir. O gün sadece bir âlim değil, bir sabır kahramanı, bir hidayet kandili toprağa verilmişti.

Hâtime: Kalan Miras
İmam Ahmed bin Hanbel’in bize bıraktığı miras, sadece hadis kitapları veya fıkıh hükümleri değildir. Onun en büyük mirası; ilim için gösterdiği fedakârlık, dünya malına karşı gösterdiği zühd (kanaat) ve en zor zamanda, canı pahasına Hakk’ı savunma cesaretidir. O, Kur’ân ve Sünnet yolundan asla taviz verilmemesi gerektiğini bizlere hayatıyla öğretmiştir.
Allah Teâlâ, o büyük imama ve bütün hidayet rehberlerimize rahmet eylesin. Bizleri onların yolundan ayırmasın. Âmin.

***********

2. Akaid ve Tasavvufun Sistemleşme Dönemi (H. 3. – 5. Yüzyıllar)

Bu dönemde Ehl-i Sünnet akaidi (inanç sistemi) felsefi tartışmalara karşı sistemleştirilmiş ve tasavvuf ekolleri belirginleşmiştir.

• İmam Eş’arî (ö. 324 H / 936 M) ve İmam Mâtürîdî (ö. 333 H / 944 M): Ehl-i Sünnet kelamının iki büyük kurucusudur. İslam inanç esaslarını akli ve naklî delillerle savunmuşlardır.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin Hakikat Yolculuğu

Birinci Bölüm: Zekâ Güneşi Doğuyor (Basra’nın Parlak Zihni)
Tarih, Hicret’in 260. yılını gösteriyordu. İlim ve ticaretin kalbi olan Basra şehrinde, asil bir ailenin ocağında bir çocuk dünyaya geldi. Bu çocuk, sıradan bir çocuk değildi; o, Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin meşhur kumandanlarından ve “Kur’an’ı hüzünle okuyan sahabi” olarak bilinen Ebû Musa el-Eş’arî Hazretleri’nin soyundan geliyordu. Adını Ali koydular, künyesi Ebü’l-Hasan idi.
Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, daha küçük yaşta yetim kalmanın hüznünü yaşadı. Annesi, devrin en büyük âlimlerinden, Mu’tezile mezhebinin reisi olan Ebû Ali el-Cübbâî ile evlendi. Küçük Ebü’l-Hasan, böylece üvey babası olan bu büyük âlimin himayesinde, ilimle dolu bir evde büyümeye başladı.
Zekâsı bir güneş gibi parlıyordu. Kelam (inanç esaslarını akılla savunan ilim) meclislerinde, en zorlu münazaralarda bile üstadı Cübbâî’nin yanında yer alıyor, sorduğu keskin sorular ve verdiği parlak cevaplarla herkesi hayrete düşürüyordu. Mu’tezile düşüncesini o kadar kuvvetli öğrenmiş ve savunmuştu ki, herkes onu geleceğin en büyük Mu’tezile imamı olarak görüyordu. Kırk yaşına kadar bu düşünceyi savundu, kitaplar yazdı ve dersler verdi. O, Mu’tezile’nin en keskin kılıcıydı.

İkinci Bölüm: Derûnî Sarsıntı ve “Üç Kardeş” Meselesi
Ancak bu parlak zekânın derûnunda, kalbinin derinliklerinde bir huzursuzluk başlamıştı. Okuduğu ayetler ve hadis-i şerifler ile Mu’tezile’nin “sadece akla dayalı” izahları arasında bazen bir zıtlık hissediyordu. Mu’tezile, Allah’ın “Adaleti” (Adl) prensibini savunurken, bazen Allah’ın mutlak iradesini ve kudretini sınırlayan yorumlara gidiyordu.
Bu derûnî arayış, meşhur “üç kardeş meselesi” olarak bilinen o büyük münazara ile zirveye ulaştı.
Bir gün, ders halkasında üstadı ve üvey babası Cübbâî’ye döndü ve sordu:
“Ey Üstadım! Biri mü’min ve sâlih olarak yaşayan, biri kâfir ve âsi olarak ölen, diğeri de henüz iyiyi ve kötüyü bilecek yaşa gelmeden, küçük bir çocukken vefat eden üç kardeşin ahiretteki hali nicedir?”
Cübbâî, Mu’tezile’nin “Adalet” anlayışına göre cevap verdi:
“Mü’min olan, fazileti sebebiyle Cennet’in yüksek derecelerindedir. Kâfir olan, isyanı sebebiyle Cehennem’dedir. Küçükken ölen çocuk ise, bir imtihana tabi tutulmadığı için ne azaptadır ne de büyük bir mükâfatta; kurtuluşa ermiştir ancak yüksek derecelere ulaşamaz.”
İmam Eş’arî’nin zihnini meşgul eden asıl soru şimdi geliyordu:
“Peki Üstadım, o küçük çocuk Rabbine şöyle derse: ‘Yâ Rabbi! Neden beni küçük yaşta vefat ettirdin? Eğer beni hayatta bıraksaydın, ben de o mü’min kardeşim gibi Sana itaat eder ve Cennet’in yüksek derecelerine ulaşırdım. Beni bu faziletten niçin mahrum ettin?'”
Cübbâî, Mu’tezile’nin “kul için en iyi olanı yaratma (Salah-Aslah)” prensibine sığınarak cevap verdi:
“Allah Teâlâ ona şöyle buyurur: ‘Ey kulum! Ben senin, eğer yaşasaydın, âsi olup Cehennem’e gideceğini biliyordum. Senin maslahatın (iyiliğin) için, seni âsi olmadan önce çocukken vefat ettirdim ve azaptan korudum.'”
İmam Eş’arî, bu cevaptaki mantıksal zafiyeti görmüştü. O son ve yıkıcı sorusunu sordu:
“O halde Üstadım! Cehennem’deki kâfir kardeş feryat ederek şöyle derse: ‘Yâ Rabbi! Madem o küçük kardeşimin âsi olacağını biliyordun ve onun maslahatı için onu çocukken vefat ettirip korudun; benim de âsi olup Cehennem’e düşeceğimi ezelî ilminle biliyordun. Neden benim de maslahatımı gözetip, beni isyan etmeden önce çocukken vefat ettirmedin?!'”
Bu soru karşısında meclise derin bir sessizlik çöktü. Üstad Cübbâî, bu soruya cevap veremedi. Çünkü bu soru, Mu’tezile’nin “Adalet” ve “Maslahat” anlayışının, Allah’ın mutlak “İrade” ve “Kudreti” karşısında nasıl yetersiz kaldığının isbatı idi.

Üçüncü Bölüm: Tevbe, Rüyalar ve Hakikatin İlanı
Bu hadise, İmam Eş’arî için bir dönüm noktası oldu. Aklı, kalbini tatmin edememişti. Kırk yaşındaydı ve hayatı boyunca savunduğu düşüncelerin temelinden sarsıldığını hissetti.
Evine kapandı. Rivayetlere göre tam on beş gün boyunca tefekkür ve istiğfar ile meşgul oldu. Bu inziva sırasında mübarek rüyalar gördü. Ramazan ayının onuncu, yirminci ve nihayet Kadir Gecesi’nde Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizi rüyasında gördü. Efendimiz (s.a.v) ona, Selef-i Sâlihîn’in (ilk Müslümanların) yoluna, yani Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılmasını, Ehl-i Sünnet itikadını savunmasını emretti ve ona “Allah’ın seni bu yolda muvaffak kılacağını” müjdeledi.
Bu manevi işaretlerle kalbi tamamen mutmain olan İmam Eş’arî, inzivadan çıktı.
Basra Câmii’nde bir Cuma vakti, kalabalık bir cemaatin önünde kürsüye çıktı. Üzerindeki cübbeyi çıkarıp bir kenara atarak şöyle haykırdı:
“Ey insanlar! Beni tanıyan tanır, tanımayanlar bilsin ki, ben Ali bin İsmail el-Eş’arî’yim! Ben uzun zaman, Kur’an’ın mahluk (yaratılmış) olduğunu, Allah’ın ahirette gözlerle görülemeyeceğini ve kulların kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savundum. Şahit olun ki, bütün bu yanlış inançlardan vazgeçiyor, tevbe ediyorum! Tıpkı şu cübbeyi üzerimden çıkardığım gibi, Mu’tezile’nin bütün yanlış düşüncelerini terk ediyorum!”
Cemaat şaşkındı. Mu’tezile’nin en büyük imamı, onların gözü önünde Ehl-i Sünnet’in saflarına geçiyordu.

Dördüncü Bölüm: Ehl-i Sünnet’in Müdafii (Bağdat Yılları)
Bu ilandan sonra İmam Eş’arî, Basra’dan ayrılarak ilmin ve hilafetin merkezi olan Bağdat’a yerleşti. Hayatının geri kalan yaklaşık yirmi dört yılını, Ehl-i Sünnet akidesini savunmaya adadı.
O, yeni bir yol açmıyordu; bilakis, Sahabe ve Tâbiîn’in saf imanını, asrın ihtiyaç duyduğu akli delillerle ve kelam metoduyla güçlendiriyordu. Onun metodu “Vasat Yol” (Orta Yol) idi:
1. Aşırı Akılcılara (Mu’tezile) Karşı: “Aklımız değerlidir ama vahyin (Kur’an ve Sünnet) rehberliğine muhtaçtır. Allah’ın Sıfatları (İlim, Kudret, İrade, Görmek, İşitmek…) haktır. O’nun ‘Yed’i (Eli), ‘Vech’i (Yüzü) ayetlerde geçtiği gibidir. Biz bunlara iman ederiz, ancak ‘nasıllığını’ (keyfiyetini) bilemeyiz, O’nu mahlukata benzetmeyiz (teşbih) ve bu sıfatları inkâr etmeyiz (ta’til).”
2. Aşırı Nakilcilere (Haşviyye/Mücessime) Karşı: “Ayet ve hadisleri zâhirî manalarıyla alıp Allah’a cisim isnat edemeyiz. ‘Allah’ın Eli’ demek, O’nun kudreti ve nimeti demektir. O, hiçbir şeye benzemez.” (Bkz: Şûrâ Suresi, 11. Ayet)
3. Kader Meselesi: O, ne “insan hiçbir şeye kâdir değildir” diyen Cebriyye gibi, ne de “insan kendi fiilinin yaratıcısıdır” diyen Mu’tezile gibi düşündü. O, Ehl-i Sünnet’in “Kesb” (kazanma) nazariyesini sistemleştirdi: “Bütün fiilleri yaratan Allah’tır. Kul ise, cüz’i iradesiyle o fiili seçer, ona yönelir ve ‘kesb’ eder (kazanır). Kul, bu kazanması sebebiyle sorumlu olur.”
İmam Eş’arî, bu berrak düşüncelerini el-İbâne, Makālâtü’l-İslâmiyyîn ve el-Lüma’ gibi yüzlerce eseriyle açıkladı. O, sadece Mu’tezile’ye değil, aynı zamanda Haricîlere, Şiîlere ve diğer fırkalara karşı da Ehl-i Sünnet’in müdafaasını yaptı.

Beşinci Bölüm: Miras ve Hidayet Kandili
Hicrî 324 (Miladi 936) yılında Bağdat’ta vefat ettiğinde, arkasında milyonlarca Müslümanın itikadını (inancını) sağlamlaştıran muazzam bir ilim mirası bıraktı. O, aklı ve nakli (vahyi) barıştıran imam oldu.
Onun açtığı bu nurlu yol, İmam Bâkıllânî, İmam Cüveynî ve İmam Gazzâlî (Hüccetü’l-İslâm) gibi büyük âlimler tarafından takip edildi ve Ehl-i Sünnet’in en geniş kabul gören iki kelam mektebinden biri (diğeri İmam Mâtürîdî’nin mektebi) haline geldi.
İmam Eş’arî’nin hayatı, hakikati arayan bir zekânın, şahsî şöhret veya eski alışkanlıklar yerine, Kur’an ve Sünnet’in nuruna teslim oluşunun muhteşem bir hikâyesidir. O, Ehl-i Sünnet semasının en parlak hidayet kandillerinden biri olarak, asırlardır mü’minlerin iman yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, o büyük İmam’dan ve Ehl-i Sünnet yolunun bütün âlimlerinden ebediyen razı olsun. Amin.

*******

• Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297 H / 910 M): Tasavvufun “sahv” (ölçülü, şeriata bağlı) ekolünün öncüsü, “Seyyidü’t-Tâife” (Taifenin Efendisi) olarak bilinir.

________________________________________
HİDAYET KANDİLİ: TÂİFENİN EFENDİSİ CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ
Giriş: İlim ve Hikmet Şehri Bağdat
Bundan çok uzun zaman önce, takvimler Hicret’in üçüncü asrını gösterirken, dünyanın kalbi adeta Bağdat şehrinde atıyordu. Burası, Abbasî Devleti’nin başkenti, ilimlerin, sanatların ve hikmetin merkeziydi. Camilerin kubbeleri âlimlerin ders halkalarıyla, çarşıları dünyanın dört bir yanından gelen tüccarlarla dolup taşardı.
İşte bu hareketli ve nurlu şehirde, maneviyat güneşleri gibi parlayan büyük Allah dostları (Evliyâullah) da bulunuyordu. Onlar, kalabalıklar içinde Hakk ile beraber olmanın sırrına ermişlerdi. Bu mübarek topluluğun, yani “Tâife”nin reisi, efendisi olarak anılacak bir genç yetişiyordu: Ebü’l-Kâsım Cüneyd bin Muhammed el-Bağdâdî.

Birinci Bölüm: Dayısının Himayesinde Yeşeren Fidan
Cüneyd, aslen İran’ın Nihavend şehrinde dünyaya gelmişti. Babası cam ticaretiyle uğraşan (Kavârîrî) muhterem bir zattı. Ancak Cüneyd’in hayatındaki asıl rehberi, annesinin kardeşi, yani dayısı olan büyük velî Serî es-Sakatî Hazretleri olacaktı.
Cüneyd, daha küçücük bir çocukken bile zekâsıyla ve edebiyle parlıyordu. Henüz yedi yaşındaydı. Bir gün dayısı Serî es-Sakatî’nin yanında âlimlerin katıldığı bir sohbet vardı. Konu “şükür” idi. Dayısı, bu küçük yeğenine dönüp, “Evladım, sence şükür nedir?” diye sordu.
Bu, büyüklerin bile cevap vermekte zorlandığı derin bir sualdi. Küçük Cüneyd, o gürbüz haliyle başını kaldırdı ve şu hikmet dolu cevabı verdi:
“Şükür, Allah’ın sana verdiği nimeti, O’na isyan etmek için kullanmamandır.”
Bu cevabı duyan Serî es-Sakatî Hazretleri hayret ve sevinçle doldu. Yeğeninin sıradan bir çocuk olmadığını anlamıştı. Onu hem zahirî ilimlerde hem de manevî yolda yetiştirmeye karar verdi.

İkinci Bölüm: İki Kanatlı Âlim: Fıkıh ve Tasavvuf
Bağdat’ın en büyük âlimlerinden biri olan Ebû Sevr el-Kelbî’nin ders halkasına katıldı. Orada İmam Şâfiî mezhebine göre fıkıh (İslam hukuku) tahsil etti. Öyle çalışkandı ki, yirmi yaşına geldiğinde hocasının huzurunda fetva verebilecek (dini suallere cevap verebilecek) seviyeye ulaştı.
Cüneyd, bir kuşun uçmak için iki kanada ihtiyacı olduğu gibi, bir Müslümanın da hem şeriata (Allah’ın emir ve yasaklarına) hem de maneviyata (tasavvufa) ihtiyacı olduğuna inanırdı.
Bir yanda fıkıh ilmiyle amellerini düzeltiyor, diğer yanda dayısı Serî es-Sakatî’nin ve Hâris el-Muhâsibî gibi büyüklerin sohbetinde kalbini temizliyordu. Onun için tasavvuf, şeriattan ayrı bir yol değil, şeriatın en derin manasıyla yaşanmasıydı.
Bir gün ona sordular: “Bazı insanlar manevî hallere ulaştıklarını söyleyip ibadetleri terk ediyorlar?”
Cevabı net ve sarsılmazdı: “Bu büyük bir hatadır. Hırsızlık yapan veya zina eden birinin hali, böyle konuşan birininkinden daha iyidir. Zira Allah’ı bilen (ârif) kimseler, ibadetleri Allah’tan aldılar ve yine O’na (yaklaşmak için) ibadetlere döndüler. Eğer bin sene yaşasam, zerre miktarı bir ameli terk etmem!”

Üçüncü Bölüm: “Sahv” Yolu ve “Seyyidü’t-Tâife”
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin yaşadığı dönemde, bazı Allah dostları (Bayezid-i Bistâmî gibi) manevî sarhoşluk (“sekr”) haliyle kendilerinden geçiyor ve dışarıdan anlaşılması zor sözler (şatahat) söylüyorlardı. Bu durum, hem halkın kafasını karıştırıyor hem de tasavvufun yanlış anlaşılmasına sebep oluyordu.
İşte Cüneyd-i Bağdâdî, bu noktada bir denge unsuru oldu. O, “sahv” (ayıklık, ölçü) yolunu seçti.
Peki, “sahv” yolu ne demekti?
Şu demekti: Bir insan manevî olarak ne kadar yükselirse yükselsin, Allah aşkıyla ne kadar kendinden geçerse geçsin, en sonunda aklı başına gelmeli, ayakları yere basmalı ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi yaşamaya devam etmelidir. Asıl kahramanlık, manevî sarhoşlukla ne dediğini bilmemek değil, o manevî halleri yaşadıktan sonra bile normal bir insan gibi Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılmaktır.
Cüneyd-i Bağdâdî, “Tasavvuf, kitap (Kur’an) ve sünnete uymaktır” diyerek bu yolun sınırlarını net bir şekilde çizdi. Bu ölçülü, dengeli ve şeriata bağlı duruşu sebebiyle, zamanındaki bütün maneviyat ehli onu kendilerine lider kabul etti. Ona, “Taifenin Efendisi” (Seyyidü’t-Tâife) unvanını verdiler. O, tasavvufu bir “hal” olmaktan çıkarıp, herkesin anlayabileceği bir “ilim” haline getirdi.

Dördüncü Bölüm: En Zor İmtihan: Hallâc-ı Mansûr
Cüneyd Hazretleri’nin şöhreti her yeri sarmıştı. Onun sohbetine katılanlardan biri de, sonradan çok meşhur olacak olan Hallâc-ı Mansûr idi. Mansûr, Cüneyd’in “sahv” yolunun aksine, “sekr” (manevî sarhoşluk) halini tercih edenlerdendi. Yaşadığı manevî hali içinde tutamıyor, halk arasında “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım) gibi, zahirî manasıyla şeriata aykırı düşen sözler söylüyordu.
Cüneyd-i Bağdâdî, onu defalarca “Sırrı gizle, ölçülü ol” diye ikaz etti. Fakat Mansûr’un hali başkaydı.
Sonunda, devrin yöneticileri bu sözleri devlete bir isyan olarak gördüler ve Hallâc-ı Mansûr’u yargılamaya karar verdiler. Kadılar (hâkimler) toplandı. Ancak Mansûr’un manevî bir şahsiyet olduğunu bildikleri için, onun idamına fetva vermekten çekindiler.
Gözler, Bağdat’ın en büyük âlimi ve Seyyidü’t-Tâife olan Cüneyd-i Bağdâdî’ye çevrildi. Ona, “Mansûr hakkında ne diyorsun?” diye sordular.
Bu, tarihin en zor suallerinden biriydi. Cüneyd, Mansûr’un manevî halini biliyordu ama halkın ve devletin düzeni (şeriatın zahiri) de korunmalıydı.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, üzerindeki tasavvuf hırkasını (cübbesini) çıkardı. Bir fıkıh âliminin giydiği resmî cübbeyi giydi. Fetva kâğıdını eline aldı ve şu tarihi cümleyi yazdı:
“Biz, zahire (görünen duruma) göre hükmederiz. Bâtını (işin iç yüzünü, gizli halini) ise ancak Allah bilir. Zahire göre Hallâc’ın kanı helâldir.”
Bunu yaparken, bir sûfî olarak değil, bir fıkıh âlimi (hukukçu) olarak davrandı. Bu, onun “sahv” (ölçü) yolunun zirvesiydi. O, şeriatın zahirî hükümlerinin, manevî haller bahane edilerek çiğnenmesine asla izin vermedi. Bu onun için İslâm’ı korumaktı.

Beşinci Bölüm: Vuslat (Kavuşma) Vakti
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, Hicrî 297 (Miladî 910) yılında Bağdat’ta hastalandı. Vefat döşeğindeydi. Yanındakiler onun sürekli Kur’an okuduğunu gördüler. Biri dedi ki: “Efendim, çok hastasınız, belki biraz dinlenseniz?”
Gözlerini açtı ve o meşhur cevabını verdi: “Şu an Kur’an okumaya benden daha muhtaç kim olabilir? İşte amel defterim kapanmak üzere…”
Abdest almak istedi, ancak takati kalmamıştı. Parmaklarına su dökerek abdestini tazelemeye çalıştı. “Efendim, parmaklarınızın arasını hilallemeyi (ovuşturmayı) unuttunuz” dediler.
Buyurdu ki: “Evladım, Rabbime karşı farzları yerine getirmeye çalışırken, sünnetleri unutacağımı mı sandınız?”
Kelimeler ağzından zor dökülüyordu. Son nefesine kadar Rabbini zikretti, namazını ima ile kıldı ve ruhunu tertemiz bir şekilde teslim etti.

Miras: Asla Sönmeyen Kandil
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, vefatından sonra geriye devasa bir miras bıraktı. O, tasavvufun Kur’an ve Sünnet yolundan asla ayrılamayacağını ispat eden en büyük rehber oldu. Ondan sonra gelen (Abdülkâdir Geylânî, İmam Gazzâlî gibi) neredeyse bütün büyük İslâm âlimleri ve maneviyat rehberleri, onun “ölçülü” ve “şeriata bağlı” yolunu, yani “sahv” yolunu takip ettiler.
O, hem bir fıkıh âlimi hem de bir gönül sultanıydı. Tâifenin Efendisi Cüneyd, bizlere şu dersi bıraktı: Gerçek maneviyat, havada uçmak veya denizde yürümek değil, Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılarak, edep içinde, ölçülü ve aklı başında bir Müslüman olarak yaşamaktır. O, Bağdat semâsından tüm zamanlara ışık tutan bir hidayet kandili olarak parlamaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ onun sırrını mukaddes eylesin ve bizleri şefaatine nâil eylesin. Amin.

******

• İmam Gazâlî (Ebu Hamid el-Gazâlî) (ö. 505 H / 1111 M): “Hüccetü’l-İslâm” (İslam’ın Delili) olarak anılır. Beşinci hicri yüzyılın müceddidi olarak geniş kabul görmüştür. Felsefe, kelam, fıkıh ve tasavvufu birleştirerek İslam düşüncesinde derin bir yenilenme sağlamıştır. “İhyâü Ulûmi’d-Dîn” en meşhur eseridir.

Onun hayatı, ilmin zirvesinden hakikatin derûnî tecrübesine uzanan, şan ve şöhretten yüz çevirip Allah’a adanan bir kalbin hikayesidir.
İşte “İslam’ın Delili” (Hüccetü’l-İslâm) unvanıyla anılan, beşinci hicri asrın müceddidi İmam Gazâlî’nin (rahmetullahi aleyh) ibret dolu hayat hikayesi:
________________________________________
Hidayet Kandili: Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî’nin İlim ve Hakikat Yolculuğu
1. Bölüm: Tûs’ta Yeşeren Fidanlar
Her büyük hikâye gibi, bu hikâye de mütevazı bir evde başlar. Hicri 450 (Miladi 1058) senesinde, Horasan’ın Tûs şehrinde, kendi halinde yaşayan, yün eğirip satan (gazzâl) fakir ama kalbi zengin bir adam yaşardı. Bu adamın en büyük arzusu, âlimlerin sohbetlerine iştirak etmekti. İlim meclislerine katılır, âlimlere hürmet eder ve her duasında Rabbine şöyle yalvarırdı: “Yâ Rabbi! Bana ilmiyle amil, hikmet sahibi ve sözü tesirli bir evlat nasip eyle.”
Allah (c.c.), bu samimi duayı kabul buyurdu. Ona, isimleri tarihe yazılacak iki oğul bahşetti: Muhammed ve Ahmed.
Babaları, bu iki fidanın ilimle sulanması için elinden geleni yaptı. Ancak ömrü vefa etmedi. Vefatından evvel, güvendiği derviş meşrepli bir dostuna bir miktar para bırakarak vasiyette bulundu: “Benim bu yavrularıma ilim öğret. Bu para bitinceye kadar onlara bak. Senden ricam, onların hakikatli birer âlim olmaları için gayret göstermendir.”
Babalarının vefatından sonra bu mübarek zat, iki kardeşi, Muhammed (geleceğin İmam Gazâlî’si) ve Ahmed’i (geleceğin büyük sûfîlerinden Ahmed Gazâlî) himayesine aldı. Onlara okuma yazmayı ve temel dinî bilgileri öğretti. Babalarından kalan azıcık para da tükenince, bu iki parlak zekâlı çocuğa şöyle dedi:
“Evlatlarım, babanızın vasiyetini yerine getirmek için elimden geleni yaptım. Lakin imkânlarımız tükendi. Sizin yeriniz burası değil, medreselerdir. Gidin ve ilim tahsiline medresede devam edin. Sizin nasibiniz ilimdir.”
2. Bölüm: İlim Yolcusu ve Parlayan Yıldız
Küçük Muhammed, ilme karşı doymak bilmez bir iştiyak duyuyordu. Kardeşi Ahmed daha çok tasavvufî ve derûnî hallere meyyal iken, Muhammed Gazâlî’nin zekâsı fıkıh, kelâm ve mantık ilimlerinde parlıyordu. Tûs’taki medresede başladığı eğitimine, zamanın ilim merkezlerinden Cürcan’da devam etti. Burada ders notları tuttuğu defterleri meşhurdur. Rivayet edilir ki, bir yolculuk esnasında kervanlarını haramiler bastı. Gazâlî’nin bütün korkusu, o ilim notlarının çalınmasıydı. Haramilerin reisine, “Diğer her şeyi alın ama o defterleri bana bırakın, onlar benim ilmimdir!” diye yalvardı. Reis güldü ve “Defterde kalan ilim, senin ilmin değildir!” diyerek defterleri ona geri attı. Bu hadise, genç Gazâlî’ye büyük bir ders oldu: İlim, kâğıtta değil, kalpte ve akılda olmalıydı.
Artık hedefi daha büyüktü: İslam dünyasının en büyük ilim merkezi olan Nişabur!
Nişabur’a vardığında, devrin en büyük âlimi, “İmamü’l-Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin İmamı) olarak bilinen İmam Cüveynî’nin talebe halkasına katıldı. Gazâlî’nin keskin zekâsı, güçlü hafızası ve münazara kabiliyeti, hocasının gözünden kaçmadı. Kısa sürede medresenin en parlak yıldızı, hocasının baş yardımcısı oldu. Fıkıh, kelâm, mantık ve felsefede parmakla gösterilen bir âlim haline geldi. Hocası İmam Cüveynî, onun hakkında, “Gazâlî, coşkun bir deryadır” derdi.

3. Bölüm: Şöhretin Zirvesi: Bağdat Nizamiye Medresesi
Hocası Cüveynî’nin vefatından sonra İmam Gazâlî’nin şöhreti her yeri sarmıştı. Büyük Selçuklu Devleti’nin meşhur veziri Nizamülmülk, onun bu şöhretini duydu ve onu Bağdat’a davet etti.
Bağdat… O zamanlar dünyanın kalbiydi. Halifenin şehri, ilmin merkezi. Ve bu merkezin en prestijli üniversitesi: Nizamiye Medresesi.
İmam Gazâlî, henüz 34 yaşındayken, Bağdat Nizamiye Medresesi’ne “Baş Müderris” (Rektör) olarak tayin edildi. Bu, bir âlimin dünyevi olarak ulaşabileceği en yüksek makamdı. Derslerini yüzlerce talebe, hatta devletin ileri gelenleri takip ediyordu. Münazaralarda karşısına çıkacak kimse yoktu. Felsefecilerin görüşlerini çürütüyor, Batınîlerin (aşırı gizemci ve sapkın fırkalar) delillerini yerle bir ediyordu. Şan, şöhret, makam ve hürmet… Hepsi ayaklarının altındaydı.
“Hüccetü’l-İslâm” (İslam’ın Delili) unvanını bu dönemde kazandı. Zira o, aklî ve naklî ilimlerle İslam’ı müdafaa eden en güçlü kale haline gelmişti.

4. Bölüm: Zirvedeki Büyük Buhran ve Hakikat Arayışı
Dışarıdan bakıldığında İmam Gazâlî, başarının ve ilmin zirvesindeydi. Lakin onun derûnî dünyasında, ruhunda büyük bir fırtına kopmak üzereydi.
Bir gün kendi kendine sordu:
“Ey Muhammed! Bu kadar ilim tahsil ettin, ders veriyorsun, kitaplar yazıyorsun. Bütün bu münazaraları kazanıyorsun. Peki, bütün bunları ne için yapıyorsun? Allah rızası için mi, yoksa makam sevgisi, şöhret arzusu ve ‘ene’ni (egonu) tatmin etmek için mi?”
Bu soru, onun bütün dünyasını sarstı. Yaptığı işlerin muhtevasına baktı. Gördü ki, ilminin çoğu, dünyevi bir makam elde etmek veya münazaralarda galip gelmek için kullanılan araçlara dönüşmüştü. Kalbindeki ihlâsın zayıfladığını hissetti.
Arayışa başladı. “Hakikat nedir? Kurtuluş (necat) yolu hangisidir?” diye sordu.
1. Kelâmcıları inceledi: Onların ilmini, imanı müdafaa etmek için güçlü buldu, lakin kalbini tatmin edecek derûnî bir huzur bulamadı.
2. Felsefecileri inceledi: Onların mantığını ve aklî delillerini öğrendi. Hatta onları çürütmek için önce onlardan daha iyi bir felsefeci oldu. Meşhur Tehâfütü’l-Felâsife (Felsefecilerin Tutarsızlığı) kitabını yazarak Aristo, Farabi ve İbn-i Sina felsefesinin İslam akidesine aykırı yönlerini ispat etti. Ama aradığı hakikat burada da değildi.
3. Batınîleri inceledi: Onların “masum imam” iddialarının ne kadar temelsiz ve tehlikeli olduğunu delilleriyle ortaya koydu.
4. Geriye bir tek yol kalmıştı: Tasavvuf Yolu (Sûfîler).
Onların kitaplarını okudu (Ebu Talib el-Mekkî, Haris el-Muhasibî, Cüneyd-i Bağdadî gibi). Gördü ki, tasavvuf sadece okuyarak öğrenilen bir ilim değil, hâl ilmiydi. Yaşanması gereken bir tecrübeydi. Sûfîler, “Allah’tan başka bir şey istememek” ve “kalbi masivadan (Allah dışındaki her şeyden) temizlemek” diyorlardı.
İmam Gazâlî anladı ki, bildiği onca ilim, onu Allah’a yakîn (kesin bilgi ve manevi yakınlık) derecesinde ulaştırmıyordu.
Bu derûnî buhran, bedenine de tesir etti. Altı ay boyunca büyük bir ruhî çöküntü yaşadı. Doktorlar çare bulamadı. Bir gün ders vermek için kürsüye çıkmak istedi, dili tutuldu. Konuşamadı. Allah (c.c.), şan ve şöhret için konuşan dilini, hakikat için susmaya mecbur etmişti.

5. Bölüm: Büyük Hicret ve İhyâ’nın Doğuşu
Artık kararını vermişti. Zirvede olan her şeyi terk edecekti.
Hicri 488 (Miladi 1095) senesinde, bir gün gizlice Bağdat’tan ayrıldı. Herkes onun Hac’ca gittiğini zannetti. Oysa bu, onun kendi nefsinden, makamından ve şöhretinden hakikate doğru bir hicret idi.
Yaklaşık 11 sene sürecek olan uzlet ve seyahat dönemi başlamıştı.
İlk durağı Şam (Dimeşk) oldu. Emevî Camii’nin minaresinde tek başına itikâfa çekildi. Burada nefsini terbiye etmeye, kalbini zikre ve tefekküre vermeye başladı. Günlerini riyazetle (nefsini zorlayarak) geçiriyor, az yiyor, az uyuyor ve sürekli ibadet ediyordu. O, Bağdat’ın baş müderrisi değil, Allah’ın aciz bir kulu idi artık.
Şam’dan sonra Kudüs’e geçti. Mescid-i Aksa’da, Kubbetü’s-Sahra’da inzivaya çekildi. Burada da tefekkür ve ibadetle meşgul oldu.
Ardından Hac farizasını yerine getirmek için Mekke ve Medine’ye gitti. Kâbe’de uzun uzun dualar etti, Rabbinden ihlâs, marifet ve hidayet diledi.
Bu 11 yıllık manevi yolculuk esnasında, İmam Gazâlî “hâl” ilmini “kal” (söz) ilmiyle birleştirdi. İşte bu uzlet döneminde, İslam dünyasının en meşhur eseri olan o devasa külliyatı kaleme aldı:
İhyâü Ulûmi’d-Dîn (Din İlimlerinin Yeniden Diriltilmesi)
Bu eserin ismi bile manidardı. Çünkü Gazâlî’ye göre dinin ilimleri “ölmüştü”. Fıkıh, kalpten kopuk bir şekilciliğe; kelâm, imanı artırmayan bir cedele (tartışmaya); tasavvuf ise Şeriat’tan (dinî kurallardan) uzaklaşan bir hayalciliğe dönüşmüştü.
İmam Gazâlî, İhyâ ile bu ölü ilimlere yeniden can verdi. O, fıkıh (zahirî amel) ile tasavvufu (derûnî hâl) birleştirdi. Namazın sadece şeklî şartlarını değil, huşû (derin saygı) ile nasıl kılınacağını da anlattı. Orucun sadece mideyle değil, gözle, dille ve kalple nasıl tutulacağını izah etti.
İhyâ, İslam ümmetine unuttuğu ruhu geri getiren bir reçete oldu.

6. Bölüm: Yuvaya Dönüş ve Vuslat
Uzun yıllar sonra, ilimle pişen ve tasavvufla yoğrulan İmam Gazâlî, artık bambaşka bir insandı. Selçuklu Veziri Fahrülmülk’ün ısrarlı davetleri üzerine, tekrar ilim öğretmek için Nişabur’a döndü. Lakin bu dönüş, eski şöhretli Gazâlî’nin dönüşü değildi. Bu, kalbi Allah sevgisiyle dolmuş, nefsini terbiye etmiş bir mürşid (yol gösterici) olan Gazâlî’nin dönüşüydü.
Kısa bir müddet daha ders verdikten sonra, kalan ömrünü geçirmek üzere doğduğu topraklara, Tûs’a geri döndü. Evinin yanına bir medrese (ilim için) ve bir hankâh (zikir ve tasavvuf ehli için) inşa ettirdi.
Ömrünün son günlerini talebe yetiştirerek, zikir ve ibadetle geçirdi.
Vefat edeceği gün, Hicri 505 (Miladi 1111) senesinde, bir Pazartesi sabahıydı. Sabah namazını kıldı. Yanındakilerden abdest suyunu tazelemelerini istedi, abdest aldı. Sonra kefenini getirtti. Kefeni eline aldı, öptü, yüzüne gözüne sürdü ve şöyle dedi:
“Rabbimin emri başım gözüm üstüne. Ben O’nun huzuruna gidiyorum.”
Odasına çekildi, uzandı ve ruhunu, uğruna bütün dünyayı terk ettiği Rabbine teslim etti.

Miras ve Netice
İmam Gazâlî, arkasında İhyâ gibi bir şaheser, Tehâfütü’l-Felâsife gibi aklı savunan bir kale, Kimya-yı Saadet gibi bir ahlak rehberi ve onlarca kıymetli eser bıraktı.
O, aklı ve kalbi, ilmi ve ameli, şeriatı ve tasavvufu birleştiren köprü oldu. İslam düşüncesini sapkın felsefî akımlardan ve kuru şekilcilikten kurtardı. Bu sebeple ümmet ona “Hüccetü’l-İslâm” dedi. O, şöhretin ve makamın zirvesindeyken, sırf Allah’ın rızasını aramak için her şeyi terk edebilme cesaretini gösteren bir hakikat yolcusu olarak tarihe geçti.
Allah (c.c.) onun ilmini, hikmetini ve samimiyetini anlamayı ve hayatımızda tatbik etmeyi bizlere nasip eylesin. Ruhu şâd, makamı âlî olsun. Âmin.

******

3. Klasik Dönem Sonrası Büyük Alimler (H. 6. – 10. Yüzyıllar)
Bu dönem, fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvuf alanlarında devasa külliyatların üretildiği bir devirdir.
• Abdülkâdir Geylânî (ö. 561 H / 1166 M): Kâdiriyye tarikatının kurucusu, büyük mutasavvıf ve alim.

________________________________________
Hidayet Kandili: Gavs-ı A’zam Abdülkâdir Geylânî
Bölüm 1: Mübarek Doğum ve Asil Soyağacı
Zaman, Hicrî 470 (Miladî 1077) yılını gösteriyordu. Dünya, Haçlı Seferleri’nin arifesinde, manevi bir sarsıntı ve kargaşa içindeydi. İşte böyle bir devirde, Hazar Denizi’nin güneyinde, yemyeşil Gilan (Geylân) eyaletinin Neyf köyünde, semayı aydınlatacak bir kandil dünyaya geldi.
O, sıradan bir çocuk değildi. Damarlarında, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek kanını taşıyordu. Babası, salih ve takva sahibi bir zat olan Ebu Salih Musa Cengidost idi ve soyu, Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan’a (radıyallâhu anh) dayanıyordu. Annesi, yine o kadar faziletli bir hanımefendi olan Ümmü’l-Hayr Fatıma idi ve onun soyu da Efendimiz’in diğer torunu Hazret-i Hüseyin’e (radıyallâhu anh) ulaşıyordu.
Böylece Cenâb-ı Hak, bu mübarek çocuğa hem “Seyyid” (Hz. Hüseyin soyundan) hem de “Şerif” (Hz. Hasan soyundan) olmayı nasip etmişti. Bu asil soydan gelen çocuğa “Abdülkâdir” (Kadir olan Allah’ın kulu) ismi verildi.
Abdülkâdir, daha çocukluğunda bile yaşıtlarından farklıydı. Fıtratı (yapısı) son derece temiz, kalbi Allah sevgisiyle doluydu. Rivayet olunur ki, doğduğu Ramazan ayında, gündüzleri annesinden süt emmez, iftar vaktini beklermiş. Bu hâl, onun gelecekte nasıl büyük bir maneviyat önderi olacağının ilk işaretiydi.

Bölüm 2: Sıdk Üzere Başlayan Yolculuk: “Beni Allah’a Emanet Et!”
Abdülkâdir Geylânî, on sekiz yaşına geldiğinde derûnunda (içinde) karşı konulmaz bir ilim aşkı hissediyordu. Devrin ilim merkezi, âlimlerin ve ariflerin buluşma noktası olan Bağdat’a gitmek için annesinden izin istedi.
Annesi Ümmü’l-Hayr, oğlunun bu ulvi arzusunu kırmadı. Ona yol harçlığı olarak 40 altın hazırladı. Bu altınları, yolda kaybolmasın diye oğlunun hırkasının koltuğunun altına dikkatlice dikti. Oğlunu yolcu ederken ona son bir nasihatte bulundu. Bu nasihat, Abdülkâdir Geylânî’nin bütün hayatının temeli olacaktı:
“Oğlum, sana son vasiyetimdir. Ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, asla yalandan yana olma, daima sıdk ve doğruluk üzere ol!”
Genç Abdülkâdir, annesine söz verdi ve gözyaşları içinde vedalaşıp Bağdat kervanına katıldı.
Kervan, Hemedan yakınlarında sarp bir geçitten geçerken, birdenbire toz duman içinde kalan kervanın önü bir grup eşkıya tarafından kesildi. Eşkıyalar, kervandakilerin neyi var neyi yoksa almaya başladılar.
Eşkıyalardan biri, bir kenarda duran bu genç ve fakir görünümlü delikanlının yanına geldi. Alaycı bir tavırla sordu:
“Hey delikanlı! Senin bir şeyin var mı?”
Abdülkâdir Geylânî, annesine verdiği sözü bir an bile unutmadan, tam bir sükûnetle cevap verdi:
“Evet, var. Hırkamın koltuğunun altında 40 altınım var.”
Eşkıya, bu cevap karşısında şaşırdı. Onunla alay ettiğini zannederek, “Ne altını be hey deli!” deyip yanından ayrıldı. Başka bir eşkıya geldi, aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. O da inanmayıp gitti.
Durumu eşkıyaların reisine anlattılar. Reis, gencin getirilmesini emretti. Abdülkâdir Geylânî’yi reislerinin huzuruna çıkardılar. Reis, heybetli bir sesle sordu:
“Söyle bakalım, gerçekten 40 altının mı var?”
“Evet,” dedi genç Abdülkâdir.
“Peki, nerede?”
“Hırkamın koltuğunun altında dikili.”
Reis, adamlarına işaret etti. Hırkanın koltuk altını söktüklerinde, parıl parıl parlayan 40 altını orada buldular. Reis ve adamları hayretten donakaldı. Reis, bu inanılmaz manzara karşısında sordu:
“Behey genç adam! Bizim seni soyacağımızı bile bile, bu altınları neden saklamadın? Neden doğruyu söyledin?”
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, o meşhur cevabını verdi:
“Annem benden ayrılırken, ne olursa olsun asla yalan söylememem için benden söz aldı. Ben, anneme verdiğim söze ihanet edemem. Sizin gibi birkaç harami yüzünden anneme verdiğim ahdi bozamam!”
Bu sözler, yıllardır taş kesilmiş kalplere bir balyoz gibi indi. Eşkıyaların reisi, hıçkırarak ağlamaya başladı. Kılıcını yere attı ve şöyle haykırdı:
“Yazıklar olsun bana! Sen, annene verdiğin sözden dönmüyorsun da, ben yıllardır beni yaratan Rabbime verdiğim ahdi çiğniyor, O’na isyan ediyorum!”
Reis, genç Abdülkâdir’in ayaklarına kapandı ve tövbe etti. Onun tövbe etmesiyle birlikte, emrindeki kırk eşkıya da hep bir ağızdan tövbe edip, kervandan aldıkları her şeyi sahiplerine iade ettiler.
Rivayet edilir ki, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin irşad vazifesi, daha Bağdat’a varmadan, “sıdk” (doğruluk) fazileti sayesinde kırk haraminin hidayetiyle başlamıştı.

Bölüm 3: İlim ve Çile Yılları
Bağdat, genç Abdülkâdir için kolay bir yer değildi. O, ilim tahsili için büyük bir çile ve riyazet (nefsi terbiye) devresine girdi. Yıllarca Bağdat’ın medreselerinde devrin en büyük âlimlerinden ders aldı. Hanbelî fıkhını Ebü’l-Vefâ İbn Akîl ve Ebû Saîd el-Muharrimî gibi üstatlardan tahsil etti. Hadis ilmini Ebû Gâlib el-Bâkıllânî’den öğrendi.
Fakat onun ruhu, sadece zahiri ilimlerle tatmin olmuyordu. O, aynı zamanda manevi ilimleri, yani tasavvufu da arıyordu. Bu yolda, Şeyh Hammâd ed-Debbâs gibi büyük velilerin sohbetinde bulundu.
Bu yıllar boyunca, nefsinin en küçük arzularına bile boyun eğmedi. Geceleri uyumaz, gündüzleri oruç tutardı. Çoğu zaman aç kalır, Bağdat’ın harabelerinde, nefsini terbiye etmek için en ağır şartlarda hayatını sürdürürdü. İnsanlardan uzaklaşır, sadece Rabbiyle baş başa kalırdı. Bu çileli dönem, onun manevi olarak pişmesini ve “Gavs-ı A’zam” makamına hazırlanmasını sağladı.

Bölüm 4: Kürsünün Sultanı ve İrşad Vazifesi
Uzun ve meşakkatli tahsil ve çile devresinden sonra, hocası Ebû Saîd el-Muharrimî, kendi medresesini ona devretti. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri için artık susma değil, konuşma vaktiydi.
Kürsüye çıktığı ilk günlerde, Bağdat halkı bu genç vaize pek rağbet etmedi. Fakat onun sohbetindeki feyz ve manevi tesir o kadar güçlüydü ki, dinleyenlerin sayısı günden güne arttı. Medresenin avlusu cemaati almaz oldu. Cemaat sokaklara taştı.
O, hem bir fıkıh âlimi hem de bir tasavvuf mürşidiydi. Sohbetlerinde şeriat ile hakikati (dinin zahiri hükümleri ile derûnî manasını) muazzam bir dengeyle birleştirirdi. Onun sözleri, sadece akıllara değil, doğrudan kalplere tesir ediyordu.
Rivayet olunur ki, onun sohbet meclisinde binlerce insan bulunur, Hristiyanlar ve Yahudiler dâhil, pek çok gayrimüslim onun sohbetinin tesiriyle Müslüman olur, büyük günahkârlar onun huzurunda tövbe ederdi. Sadece insanlar değil, manevi varlıkların dahi onun sohbetini dinlemeye geldiği söylenirdi.
Kürsüde konuşurken, “Kademî hâzihî alâ rakabeti külli veliyyillâh!” (Şu ayağım, Allah’ın bütün velilerinin boynu üzerinedir!) dediği meşhurdur. Bu söz, onun gururundan değil, Cenâb-ı Hakk’ın ona lütfettiği “Gavsiyyet” (Kutupluk) makamının bir ilanıydı. Devrin bütün büyük velilerinin, bu sözü işittiklerinde manen kabul ettikleri rivayet edilir.

Bölüm 5: Kâdiriyye Tarikatı ve Eserleri
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin etrafında toplanan talebeler, onun yolunu ve manevi meşrebini takip ettiler. Böylece, İslam tarihinin en yaygın ve en mühim tarikatlarından biri olan “Kâdiriyye” yolu teşekkül etti. Bu yol, şeriata sıkı sıkıya bağlılığı, zikri ve Allah sevgisini esas alıyordu.
Aynı zamanda, arkasında çok kıymetli eserler bıraktı. el-Gunye li-Tâlibî Tarîki’l-Hak (Hak Yolunun Talipleri için Yeterli Azık) isimli eseri, fıkıh, akide ve tasavvuf konularını ihtiva eden bir başyapıttır. Fütûhu’l-Gayb (Gaybın Açılışları) ve el-Fethu’r-Rabbânî (Rabbanî Fetihler) ise onun manevi sohbetlerinden derlenen, kalplere şifa veren hikmet dolu nasihatleridir.

Bölüm 6: Vefatı ve Ebedî Mirası
Hicrî 561 (Miladî 1166) yılında, yaklaşık doksan yaşındayken, bu fani dünyadan ebedî âleme göç eyledi. Vefat haberi Bağdat’ı ve bütün İslam âlemini yasa boğdu. Cenazesi, kendi medresesinin bulunduğu yere defnedildi.
Bugün Bağdat’taki türbesi, dünyanın dört bir yanından gelen sevenlerinin ziyaretgâhıdır.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, sadece yaşadığı asrı değil, kendinden sonra gelen bütün asırları aydınlatan bir hidayet kandilidir. O, sıdkın (doğruluğun) bir genci nereye ulaştırabileceğinin, çilenin ve sabrın ilimle birleştiğinde nasıl büyük bir maneviyat sultanı doğuracağının en parlak isbatıdır. Onun yolu (Kâdiriyye), onun eserleri ve onun menkıbeleri, kıyamete kadar müminlerin yolunu aydınlatmaya devam edecektir.
Allah Teâlâ, o büyük velinin şefaatine bizleri nail eylesin. Amin.

******

• Fahreddin er-Râzî (ö. 606 H / 1210 M): Büyük müfessir (tefsir alimi) ve kelamcıdır. “Mefâtîhu’l-Gayb” (Tefsîr-i Kebîr) adlı eseriyle tanınır.

Onun hikâyesi, aklın ve imanın, ilmin ve hikmetin bir kalpte nasıl cihan şümul bir âhenkle buluşabileceğinin hikâyesidir.
Bilginin Zirvesi ve İmanın Derûnî Yolu: Hidayet Kandili İmam Fahreddin er-Râzî (rh.a)
Zaman, Hicrî 6. asrın ortaları (Milâdî 12. yüzyıl)… İslâm medeniyetinin ilim ve hikmet merkezi olan büyük şehirler, âlimlerin münazaralarıyla çınlamaktadır. İşte böyle bir zamanda, İran’ın Rey şehrinde, “Rey’in Hatibi” olarak bilinen âlim bir zatın, Ziyâeddin Ömer’in evinde bir nur parladı. 544 (veya 543) senesinde dünyaya gelen bu çocuğa Muhammed adını verdiler. Lâkabı Fahreddin, yani “Dinin Övüncü” olacaktı ve o, bu lakabı hayatının her safhasında liyakatiyle taşıyacaktı.
İlimle Yeşeren Fidan
Küçük Muhammed, ilim dolu bir yuvada büyüdü. İlk hocası, babası Ziyâeddin Ömer idi. Babası sadece bir hatip değil, aynı zamanda Eş’arî kelâmının ve Şâfiî fıkhının mühim bir âlimiydi. Fahreddin, daha çocuk yaşta keskin zekâsı, emsalsiz hâfızası ve doymak bilmez ilim aşkıyla babasının dikkatini çekti. Kelâm, fıkıh ve usûl derslerini babasından tahsil etti.
Ancak Rey şehri, bu coşkun zekâya dar gelmeye başlamıştı. Babasının vefatından sonra, ilim yolculuğuna (rihle) çıkma vakti gelmişti. O devrin âdeti olduğu üzere, başka diyarlardaki büyük üstatlardan ders almak için yollara düştü. Horasan’ın ilim merkezlerini, Merv’i, Semerkand’ı ve Hârezm’i dolaştı. Gittiği her yerde, devrin en büyük âlimlerinin ders halkalarına katıldı, onlardan mantık, hikmet (felsefe), tıp, riyâziye (matematik) ve astronomi dersleri aldı.
Fahreddin er-Râzî’nin yapısı, sadece dinlemeye ve kabul etmeye müsait değildi. O, öğrendiği her bilgiyi aklın süzgecinden geçirir, en derûnî sualleri sorar, meselenin köküne inmeden rahat etmezdi. Bu sebeple, katıldığı münazaralarda (ilmî tartışmalarda) karşısında durmak imkânsızlaşıyordu.
Aklın Kılıcı: Münazara Meydanlarının Galibi
Genç Fahreddin, özellikle Hârezm bölgesinde, Ehl-i Sünnet akîdesinin zıddı olan Mutezile ve Kerrâmiyye fırkalarıyla şiddetli münazaralara girişti. Onun elindeki en güçlü silah, sarsılmaz mantığı ve Kur’ân ile Sünnet’ten çıkardığı aklî delillerdi. O, Ehl-i Sünnet kelâmını, hasımlarının “yanılma” üzerine kurulu iddialarına karşı en kuvvetli burhanlarla (ispatlarla) müdafaa ediyordu.
Bu münazaralardaki üstünlüğü ona büyük bir şöhret, ama aynı zamanda çetin düşmanlar kazandırdı. Öyle ki, girdiği bir münazarada Kerrâmiyye fırkasının görüşlerini o kadar kuvvetli delillerle çürüttü ki, taraftarlarının hışmından çekinerek o şehri terk etmek zorunda kaldı.
Ancak Râzî, sadece bir kelâm müdafiî değildi. O, aklı, imanın bir hizmetkârı olarak görüyordu. Ona göre aklın vazifesi, imana giden yoldaki engelleri ve şüpheleri temizlemekti. Aklın tek başına hakikati bulamayacağını, bunun için mutlaka vahyin rehberliğine muhtaç olduğunu savunurdu.
Sultanların Meclisinden Kur’ân’ın Gölgesine
Şöhreti, kısa zamanda sultanların sarayına ulaştı. Özellikle Gurlular Devleti’nin adil sultanları Gıyâseddin ve Şehâbeddin kardeşler, İmam Râzî’ye hürmette kusur etmediler. Onu başkentleri olan Herat’a (bugünkü Afganistan) davet ettiler. Sultanlar, onun adına büyük bir medrese inşa ettirdi. Artık Fahreddin er-Râzî, seyahat eden bir münazara âlimi değil, yüzlerce talebe yetiştiren büyük bir üstattı.
Tıp sahasında da uzmandı, hatta rivayete göre Sultan Şehâbeddin’i tedavi etmişti. Fizik, astronomi ve daha pek çok sahada eserler kaleme alıyordu. Onun nazarında (bakışında), tabiatta görülen her nizam, Allah’ın varlığının ve kudretinin bir deliliydi.
İşte bu devasa ilim birikimiyle, hayatının en büyük eserine, “Mefâtîhu’l-Gayb” (Gaybın Anahtarları) yani “Tefsîr-i Kebîr” (Büyük Tefsir) adıyla anılan o muazzam tefsirini yazmaya başladı.
Mefâtîhu’l-Gayb: Aklın Kur’ân İle Buluşması
İmam Râzî’nin tefsiri, o güne kadar yazılmış tefsirlerden çok başkaydı. O, bu eserinde sadece ayetlerin lügat mânâsını veya rivayetleri değil, bir ayetin ihtiva ettiği bütün ilimleri ortaya dökmeyi hedefledi.
Mefâtîhu’l-Gayb’ı açan bir kimse, orada kelâmî tartışmaları, fıkhî hükümleri, mantık kaidelerini, astronomi ve fizik bilgilerini, tıbbî tesbitleri ve hikmete dair en derûnî düşünceleri bir arada bulur. İmam Râzî, kâinat kitabıyla Kur’ân kitabının birbirini tasdik ettiğini, ikisinin de aynı Yaratıcı’dan geldiğini ispat etmek istiyordu.
Sanki o, Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetini kendine rehber edinmişti:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın birliğini ve yüceliğini gösteren) nice deliller vardır.” (Âl-i İmrân 3:190)
İmam Râzî, tefsirinde işte bu “delilleri” arıyordu. Her ayetin altında yatan aklî ve ilmî bağlantıları o kadar tafsilatlı işledi ki, tefsiri devasa bir hacme ulaştı. Rivayete göre, ömrü bu muazzam eseri tamamlamaya vefa etmemiş, Fâtiha Sûresi’ne yazdığı tefsir tek başına bir cilt tutmuştur. Kalan kısımları, onun metoduna sadık kalan talebeleri tarafından tamamlanmıştır.

İmanın Saf Hâli: “Kocakarıların İmanı”
İmam Fahreddin er-Râzî, hayatı boyunca imanı binlerce aklî delil ile ispat etmeye çalıştı. Bu yönüyle ona “İmâmu’l-Müşekkirîn” (Delil ve ispatları en ince ayrıntısına kadar araştıran imam) denmişti. Ancak onun hayatında, ilmin zirvesindeki bir âlimin, imanın en saf hâli karşısındaki duruşunu gösteren ibretlik bir hadise anlatılır:
Bir gün İmam Râzî, talebeleriyle birlikte bir şehirden geçerken, yol kenarında duran yaşlı bir kadına rastlarlar. Talebeleri, hocalarının ne kadar büyük bir âlim olduğunu göstermek için kadına seslenirler:
“Ey nine! Bak, bu zat kimdir biliyor musun? Bu, Allah’ın varlığına dair bin bir delil getirebilen İmam Fahreddin er-Râzî’dir!”
Yaşlı kadın, elindeki işi bırakmadan, sükûnetle başını kaldırır ve o meşhur cevabını verir:
“Öyle mi? Eğer onun Allah’ın varlığına dair bin bir şüphesi olmasaydı, bin bir delile ihtiyacı olmazdı. Benim ise hiçbir şüphem yok ki!”
Bu cevap, İmam Râzî’nin kalbine bir ok gibi saplanır. Evet, o, aklıyla bütün şüpheleri çürütmüştü; ama bu yaşlı kadının kalbi, delile ihtiyaç duymayacak kadar saf bir teslimiyet (itminan) içindeydi. Bu hadise üzerine İmam Râzî’nin, “Allah’ım, Senden kocakarıların imanı gibi sarsılmaz, şüphesiz bir iman istiyorum” diye dua ettiği rivayet edilir.
Bu menkıbe, onun aklı küçümsediğini değil, aksine aklî delillerin zahiri düşmanlara karşı bir silah olduğunu, imanın derûnî merkezinin ise kalpteki bu saf teslimiyet olması gerektiğini anladığını tasvir eder.

Hidayet Kandili Sönüyor
İmam Fahreddin er-Râzî, 606 (Milâdî 1210) senesinde, ilimle ve münazarayla dolu bir hayatın ardından Herat şehrinde vefat etti. Vefatının, münazaralarda mağlup ettiği Kerrâmiyye fırkasının taraftarlarınca zehirlenerek olduğuna dair kuvvetli rivayetler vardır.
O, geride sadece Mefâtîhu’l-Gayb gibi bir şaheseri değil, aynı zamanda aklın ve vahyin birbiriyle zıt olmadığını, bilakis birbirini tamamladığını ispat eden cihan şümul bir düşünce mirası bıraktı.
İmam Râzî, asırlar boyunca hem Doğu’da hem Batı’da kendisinden sonra gelen âlimleri ve düşünürleri etkilemiş; ilmin, ancak imanın rehberliğinde bir fazilet olabileceğini göstermiş bir hidayet kandilidir. Onun hayatı, genç dimağlara ilimden korkmamayı, en zor sualleri sormayı ve her cevabı Kur’ân’ın nurunda aramayı öğreten bir ders niteliğindedir.
Allah Teâlâ o büyük âlime rahmet eylesin, ilim ve hikmetinden bizleri de müstefid kılsın. Âmin.

******

• İbnü’l-Arabî (Muhyiddin İbnü’l-Arabî) (ö. 638 H / 1240 M): “Şeyh-i Ekber” olarak bilinir. “Vahdet-i Vücûd” düşüncesiyle tasavvuf felsefesini zirveye taşımış, İslam düşünce tarihinde en çok tartışılan ve en etkili isimlerden biri olmuştur.

Endülüs’ten Dımaşk’a uzanan ve “varlığın” (vücûd) sırrına adanan bir hayatı, “Şeyh-i Ekber” unvanıyla taçlanan büyük âlim ve ârif Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin (kuddise sirruhû) hikayesi:

Varlığın Sırrına Seyahat: Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî

1. Bölüm: Endülüs Güneşi Doğuyor
Tarih, Miladi 1165 (Hicri 560) senesi. İslam medeniyetinin en parlak yıldızlarından birinin parladığı Endülüs’teyiz. Kurtuba’nın (Cordoba) ilim meclisleri, İşbiliye’nin (Seville) portakal bahçeleri ve Mürsiye’nin (Murcia) âlimleriyle meşhur olduğu bir devir.
İşte böyle bir zamanda, Mürsiye şehrinde, Tayy kabilesine mensup, asil ve dindar bir ailede bir çocuk dünyaya geldi. Adını Muhammed koydular. Babası Ali, faziletli ve devlet hizmetinde bulunan bir zattı. Bu mübarek çocuğa, “dinin ihyacısı” manasında “Muhyiddin” dediler. O, daha sonra bütün İslam âleminin “İbnü’l-Arabî” (Arap’ın oğlu) ve ilminin derinliğinden ötürü “Şeyh-i Ekber” (En Büyük Şeyh) olarak tanıyacağı zattı.
Muhyiddin, çocukluğunu İşbiliye’de geçirdi. Zekâsı ve kavrayışı emsallerinden çok farklıydı. O, sokaklarda oyun oynamak yerine, kâinatın sırlarını, yıldızların hareketini, yaprağın neden yeşil olduğunu tefekkür ederdi. Kur’ân-ı Kerîm’i, hadis ilmini, fıkıh ve kelâmı devrin en büyük âlimlerinden tahsil etti. Ancak onun ruhunda, sadece kitaplarda yazanların ötesinde bir arayış vardı. Kalbi, zahiri ilimlerin kabuğunu kırıp, derûnî manalara ulaşmak için çırpınıyordu.

2. Bölüm: Genç Ârif ve Büyük Filozof
Muhyiddin henüz yirmili yaşlarındayken, kalbine bir “fetih” (manevi açılış) ihsan edildi. Artık kâinata baktığında, her şeyin ardındaki manayı, her zerrede tecelli eden Yaratıcı’nın kudretini müşahede etmeye başladı.
O devirde, Endülüs’ün en meşhur ismi, büyük filozof İbn Rüşd (Averroes) idi. İbn Rüşd, her şeyi akıl ve nazar (mantıksal bakış) ile ispat etmeye çalışırken, bu genç ârifin (İbnü’l-Arabî) kalbine doğan ilimlerden haberdar oldu. İbnü’l-Arabî’nin babası, filozof İbn Rüşd’ün yakın dostuydu. İbn Rüşd, bu genç adamla tanışmak istedi.
Bu, tarihin en meşhur karşılaşmalarından biriydi. Yaşlı filozof, genç ârife sordu:
“Sizin ‘keşf’ (manevi ilham) yoluyla bulduğunuz ilimler ile bizim ‘nazar’ (akıl ve düşünce) ile bulduğumuz ilimler aynı mıdır?”
Genç Muhyiddin, o derin bakışlarıyla cevap verdi:
“Evet ve hayır. Evet ile hayır arasında ruhların uçuştuğu, idraklerin hayrete düştüğü bir yer vardır ki; filozoflar orayı bilemez, ârifler ise orayı müşahede eder.”
İbn Rüşd, bu cevabın derinliği karşısında sarsıldı. Aklın sınırlarının bittiği yerde, kalbin seyrinin başladığını idrak etmişti. Bu genç adamın, sıradan bir âlim olmadığını anlamıştı.

3. Bölüm: İlahi Çağrı ve Büyük Seyahat (Rihle)
İbnü’l-Arabî otuz yaşına geldiğinde, manevi bir işaretle Endülüs’ten ayrılması gerektiğini anladı. Onun vazifesi cihan şümul (evrensel) idi. İlim ve hikmet yolculuğu (rihle) başlamıştı. Önce Mağrib’e (Kuzey Afrika), Fas’a, Tunus’a gitti. Orada devrin büyük velileriyle, âlimleriyle sohbet etti. İlim halkalarına katıldı, ilim verdi.
Ancak kalbindeki asıl özlem, mukaddes topraklardı. 1200 yılında Mısır üzerinden Hac vazifesi için Mekke-i Mükerreme’ye doğru yola çıktı.
Mekke, onun hayatının dönüm noktası oldu. Kâbe-i Muazzama’nın manevi ikliminde, kalbi ilahi feyizlerle dolup taştı. Tavaf ederken, Kâbe’nin etrafında sadece insanların değil, meleklerin ve bütün varlıkların kendi lisanlarınca Allah’ı zikrettiğini müşahede ediyordu.
İşte bu mübarek şehirde, kalbine ilham olunan manaları yazmaya başladı. Bu, onun en hacimli ve en meşhur eseri olacak olan “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” (Mekke Fetihleri) idi. Bu devasa eser, bir tefsir, hadis şerhi, fıkıh, kelam ve tasavvuf hikmetlerini ihtiva eden bir manevi ilimler okyanusu idi.

4. Bölüm: Anadolu Diyarı ve Sadreddin-i Konevî
Mekke’den sonra seyahatine devam etti. Kudüs’ü ziyaret etti, Mescid-i Aksâ’da gözyaşı döktü. Oradan Bağdat’a, Musul’a geçti. Sonra yolu Anadolu’ya, Selçuklu diyarına düştü. Malatya’da, Konya’da bulundu.
Konya, o zamanlar ilmin ve irfanın merkezlerinden biriydi. Şeyh-i Ekber, Konya’da büyük bir hürmetle karşılandı. Burada, ileride onun ilminin en büyük vârisi olacak olan genç bir talebeyle tanıştı: Sadreddin-i Konevî.
Sadreddin, İbnü’l-Arabî’nin hem talebesi hem de manevi evladı oldu. (Daha sonra İbnü’l-Arabî, Sadreddin’in annesiyle evlenerek onun üvey babası da olmuştur). Şeyh-i Ekber, bütün derûnî ilimlerini bu kabiliyetli gence aktardı. Bugün İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini anlayabiliyorsak, bunda Sadreddin-i Konevî’nin payı çok büyüktür.

5. Bölüm: Dımaşk’ta Huzur ve “Fusûsu’l-Hikem”
İbnü’l-Arabî, seyahatlerle geçen bir hayattan sonra, hayatının son durağı olarak Şam’ı (Dımaşk) seçti. Ömrünün son yirmi yılını bu mübarek şehirde, talebe yetiştirerek ve eser yazarak geçirdi.
Burada, bir gece rüyasında Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördü. Peygamberimiz, ona bir kitap uzattı ve “Bu kitabı al, içindekileri insanlara anlat, onlara faydalı olacaktır” buyurdu.
İşte bu manevi işaretle, onun en derin ve en çok tenkit edilen eseri olan “Fusûsu’l-Hikem” (Hikmetlerin Özleri/Pırlantaları) ortaya çıktı. Bu eser, Hazret-i Âdem’den başlayarak Hazret-i Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya ve son olarak Peygamber Efendimiz’e (aleyhimüsselâm) kadar her bir peygambere verilen “hikmetin” sırlarını anlatan derûnî bir tefsirdi.

6. Bölüm: “Vahdet-i Vücûd” Nedir?
Şeyh-i Ekber’in bütün düşüncesinin merkezinde “Vahdet-i Vücûd” (Varlığın Birliği) hikmeti vardır. Bu, anlaşılması zor, ancak anlaşıldığında imanı derinleştiren bir sırdır.
Peki, bu ne demektir? Gençler ve çocuklar için bunu bir misalle anlatalım:
Güneş’i (Allah’ın Zâtını) düşünün. Biz Güneş’in kendisine doğrudan bakamayız, gözlerimiz kamaşır. Ancak Güneş’in ışığı ve ısısı (Sıfatları ve Esmâ’sı) dünyaya yayılır. Bu ışık bir çiçeğe değer, o çiçek harika renklerle açar. Bir elmaya değer, o elma tatlanır. Bir suya değer, o su buharlaşır, bulut olur. Bir aynaya değer, o ayna parlar.
Şimdi, çiçekteki güzellik, elmadaki tat, sudaki hareket, aynadaki parlaklık… Hepsi, aslında tek bir Güneş’in ışığının farklı tecellileridir (görünümleridir). Ayna, “Ben Güneş’im” diyemez, ama “Bende görünen parlaklık Güneş’tendir” der.
İşte İbnü’l-Arabî Hazretleri de, bütün kâinatta gördüğümüz güzelliklerin, ilmin, kudretin, hayatın ve varlığın, Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının (Güzel İsimlerinin) birer tecellisi olduğunu anlatmıştır. Kâinatta O’ndan başka “gerçek varlık” (Vâcibü’l-Vücûd) yoktur. Her şey O’nun varlığı ile ayakta durur. Kâinata bakmak, Allah’ın sanatını ve kudretini müşahede etmektir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
$$”Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah’ın (ilmi ve rahmeti) geniştir, O her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/115 )
Şeyh-i Ekber, işte bu ayetin ve “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kāf, 50/16) gibi ayetlerin derûnî manalarını tefekkür etmiştir.

7. Bölüm: Vefatı ve Mirası
Bu derin düşünceler, herkes tarafından kolayca anlaşılamadı. Bazı zahir âlimleri, onun sözlerinin manasını tam kavrayamadıkları için onu şiddetle tenkit ettiler. Ancak İslâm âlimlerinin ve velilerin büyük bir çoğunluğu, onu “Şeyh-i Ekber” (En Büyük Üstat) ve “Muhyiddin” (Dini İhya Eden) olarak kabul etti.
Özellikle Osmanlı padişahları ona büyük hürmet gösterdi. Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferinden dönerken Dımaşk’a uğradığında, Şeyh-i Ekber’in Salihiye’deki kabrini buldurdu, üzerine muhteşem bir türbe ve cami inşa ettirdi.
Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri, 1240 (Hicri 638) yılında Dımaşk’ta vefat etti ve oraya defnedildi.
Geride yüzlerce eser ve kâinatın sırlarına dair derin tefekkürler bıraktı. O, bizlere şu dersi verdi: Hayat, Allah’ı aramak için çıkılan bir seyahattir. Ve O’nu bulmak için kâinata ve kendi kalbimize bakmamız yeterlidir. Zira O, her yerdedir.
Allah Teâlâ, o hidayet kandilinin sırlarını mukaddes eylesin, bizleri de onun hikmetinden istifade edenlerden kılsın. Amin.

***********

• Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672 H / 1273 M): Manevi aşkı ve müsamahayı merkeze alan “Mesnevî”si ile sadece İslam dünyasını değil, tüm dünyayı etkilemiş büyük bir mutasavvıf ve şairdir.

________________________________________
Hidayet Kandilleri: Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (k.s.)

Birinci Bölüm: Belh’ten Yükselen Nur: Sultânü’l-Ulemâ’nın Oğlu
Her şey, 1207 (604 H) senesinde, bugünkü Afganistan sınırlarında yer alan ve o vakitler “Kubbetü’l-İslâm” (İslam’ın Kubbesi) olarak anılan kadim Horasan şehri Belh’te başladı. Şehir, ilim ve irfanın merkeziydi. İşte böyle bir şehirde, İslam âleminin en büyük âlimlerinden biri olarak kabul edilen, “Sultânü’l-Ulemâ” (Âlimlerin Sultanı) lakabıyla meşhur Bahaeddin Veled Hazretleri’nin bir oğlu dünyaya geldi. Adını Muhammed Celâleddîn koydular.
Celâleddîn, babasının dizinin dibinde büyüdü. Babası sadece bir müderris değil, aynı zamanda derin bir maneviyat ehli, bir mutasavvıftı. Oğluna ilk derslerini o verdi; Kur’ân-ı Kerîm’i, tefsiri, fıkhı ve tasavvufun derûnî inceliklerini öğretti. Küçük Celâleddîn, daha çocuk yaşta ilim meclislerinde bulunur, babasının heybetinden ve ilminden feyz alırdı.
Ancak o yıllarda, Doğu’dan büyük bir tehlike, bir kasırga yaklaşıyordu: Moğol istilası. Cengiz Han’ın orduları, İslam şehirlerini bir bir yakıp yıkıyor, medeniyetleri yok ediyordu. Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled, yaklaşan bu felaketi manevi basiretiyle gördü. Ayrıca, o dönemin Harzemşah hükümdarıyla arasında yaşanan fikrî anlaşmazlıklar da bu kararı hızlandırdı. Ailesini ve kendisine bağlı müritlerini toplayarak, Belh’ten hicret etmeye karar verdi.
Bu, sıradan bir göç değil, ilim ve irfan tohumlarını Batı’ya, Anadolu’ya taşıyacak kutlu bir yolculuğun başlangıcıydı.

İkinci Bölüm: Hicret Yolunda Bir İrfan Dokunuşu
Yolculuk meşakkatliydi. İlk mühim durakları Nişabur oldu. Burada, İslam tasavvufunun en büyük şairlerinden, Mantıku’t-Tayr (Kuşların Dili) eserinin müellifi Feridüddin Attâr Hazretleri ile karşılaştılar. Bahaeddin Veled, bu büyük velî ile derin sohbetlerde bulundu.
Rivayet edilir ki; Feridüddin Attâr, küçük Celâleddîn’in alnındaki manevi parıltıyı fark etti. Babasına dönerek, “Bu genç oğlunu iyi kolla, zira o, pek yakında âlemin yüreğine ateş salacak bir nur parçasıdır!” dedi. Hatta küçük Celâleddîn’e Esrârnâme (Sırların Kitabı) adlı eserini hediye etti. Bu karşılaşma, genç Celâleddîn’in kalbinde tasavvuf ateşini tutuşturan ilk kıvılcımlardan biri oldu.
Kafile, Bağdat’a uğradı, büyük âlimler ve mutasavvıflarla görüştü. Ardından mukaddes topraklara yönelip Hac farizasını eda ettiler. Sonrasında Şam ve Halep gibi ilim merkezlerinde bir müddet kaldılar. Nihayet, Anadolu Selçuklu Devleti’nin himayesine sığınarak önce Malatya, sonra Erzincan ve son olarak Karaman’a (o zamanki adıyla Larende) yerleştiler.
Celâleddîn artık bir gençti. Karaman’da Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi burada dünyaya geldi. Babası Bahaeddin Veled, Karaman’da bir medresede ders vermeye başladı, ilmiyle çevresini aydınlattı.

Üçüncü Bölüm: Konya: Zahirî İlimlerin Zirvesi
Anadolu Selçuklu Devleti’nin adil ve âlim hükümdarı Sultan I. Alâeddin Keykubad, Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in şöhretini duymuştu. Ona büyük hürmet gösteriyor ve bu ilim güneşinin, devletinin payitahtı olan Konya’yı şereflendirmesini istiyordu.
Sultanın ısrarlı davetleri üzerine Bahaeddin Veled ailesiyle birlikte 1229 yılında Konya’ya göç etti. Sultan, onları büyük bir merasimle karşıladı ve en itibarlı medreselerden biri olan Altun-Âbâ (İplikçi) Medresesi’ni onlara tahsis etti.
İki yıl sonra, 1231’de Bahaeddin Veled Hazretleri Konya’da vefat etti. Babasının vefatı üzerine, Celâleddîn henüz 24 yaşında olmasına rağmen, ilimdeki derinliği ve manevi olgunluğu sayesinde babasının makamına geçti. İplikçi Medresesi’nde müderris oldu.
Fakat onun ilim yolculuğu bitmemişti. Babasının eski ve sadık talebelerinden olan Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî, hocasının vefatını duyunca Konya’ya geldi. Seyyid Burhaneddin, genç Celâleddîn’in manevi eğitimini (seyr u sülûk) üstlendi. Onun irşadıyla Celâleddîn, tasavvufun en derin sırlarına vakıf olmaya başladı.
Seyyid Burhaneddin, onun sadece manevi ilimlerle değil, zahirî ilimlerde de zirveye ulaşmasını istiyordu. Onu, dönemin en büyük ilim merkezleri olan Halep ve Şam’a gönderdi. Celâleddîn, Halep’te Hallâviyye Medresesi’nde, Şam’da ise Mukaddemiyye Medresesi’nde devrin en büyük âlimlerinden fıkıh, tefsir ve hadis dersleri aldı.
Konya’ya döndüğünde, o artık sadece babasının halefi değil, aynı zamanda devrinin parmakla gösterilen, en büyük âlimlerinden biriydi. Medresesinde yüzlerce talebesi vardı, fetvalar veriyor, vaazlarıyla Konya halkını irşad ediyordu. Herkes ona “Mevlânâ” (Efendimiz) diye hitap ediyordu. O, zahirî ilimlerin zirvesinde, saygın ve vakur bir âlimdi. Ta ki… o gün gelene kadar.

Dördüncü Bölüm: İki Denizin Buluşması: Şems-i Tebrîzî
Tarih 29 Kasım 1244 (642 H). Konya’da sıradan bir gündü. Müderris Mevlânâ, medresesinden çıkmış, katırının üzerinde, etrafı talebeleriyle çevrili halde evine doğru gidiyordu. Aniden, üstü başı perişan, saçı sakalı birbirine karışmış, bakışları ateş gibi yanan bir derviş, yolunu kesti. Bu, diyar diyar gezen, “manevi bir yoldaş” arayan Şems-i Tebrîzî idi.
Şems, kalabalığı yardı ve Mevlânâ’nın katırının dizginlerini tuttu. O meşhur soruyu sordu:
“Ey âlimlerin âlimi, söyle bana! Hazret-i Peygamber (s.a.v.) mi daha büyüktür, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?”
Mevlânâ bu cüretkâr soru karşısında şaşırdı. “Bu nasıl sualdir?” dedi. “Elbette Kâinatın Efendisi, Peygamberlerin sonuncusu (s.a.v.) daha büyüktür. Bâyezîd kim oluyor ki O’nunla mukayese edilsin?”
Şems, beklediği cevabı almış gibi gülümsedi ve ikinci darbeyi vurdu:
“Peki, madem öyle… Neden Hazret-i Peygamber (s.a.v.) ‘Yâ Rabbî! Biz Seni hakkıyla bilemedik’ derken, Bâyezîd ‘Benim şanım ne yücedir, ben sultanların sultanıyım (Subhânî mâ a’zame şânî)’ diyebilmiştir?”
Bu sual, bir bomba gibi Mevlânâ’nın zihnine düştü. O, ilmin zirvesindeydi ama bu, “aşk”ın ve “hâl”in sualiydi. Mevlânâ durakladı, katırından indi. Şöyle cevap verdi:
“Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) manevi deryası sonsuzdu, ne kadar yol alsa, kendini o deryada bir hiç olarak görür ve daha fazlasını isterdi. Bâyezîd’in deryası ise bir testi kadardı, tattığı bir yudum manevi zevkle doldu ve o testiden taştı, o sözü söyledi…”
Bu cevaptaki derinliği gören Şems, aradığını bulduğunu anlamıştı. Mevlânâ da bu dervişin sıradan biri olmadığını… İki deniz orada, Konya sokaklarında buluşmuştu.
O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Mevlânâ, Şems’i medresesine davet etti. İki dost, odalarına kapandılar. Günlerce, haftalarca, aylarca süren bir sohbete daldılar. Bu, bir âlimle bir dervişin değil, iki manevi denizin birbirine karışmasıydı. Mevlânâ, Şems’in aynasında Allah’ın (c.c.) cemalini, ilahi aşkın yakıcılığını gördü.
Artık medresedeki dersler durmuştu. Kitaplar bir kenara bırakılmıştı. Vakur âlim gitmiş, yerine ilahi aşkla yanan, gözyaşları döken, semâ eden (dönen) bir âşık gelmişti.

Beşinci Bölüm: Ayrılık Ateşi ve Mesnevî’nin Doğuşu
Bu ani değişim, Mevlânâ’nın talebelerini ve Konya halkını rahatsız etti. “Nereden çıktı bu derviş?” diyorlardı. “Efendimizi bizden çaldı, onu derslerinden, vaazlarından ayırdı.”
Halkın ve talebelerin dedikoduları, kıskançlıkları ve tehditleri o kadar arttı ki, Şems-i Tebrîzî bir gece ansızın Konya’yı terk etti (1246).
Şems gidince, Mevlânâ bir volkan gibi patladı. Aşkı, ayrılık ateşiyle birleşmişti. O vakur âlim, artık sokaklarda dostunu arıyor, Farsça gazeller söylüyordu. İşte onun Dîvân-ı Kebîr (Büyük Divan) adlı muazzam eseri, bu ayrılık ateşinin bir meyvesidir.
Oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderdi, Şems’i bulup geri getirdi. Ancak kıskançlık bitmemişti. Şems, bir süre sonra (1247) tekrar ve bu kez ebediyen ortadan kayboldu. (Bazı kaynaklar onun öldürüldüğünü rivayet eder).
Mevlânâ, Şems’i dışarıda aramayı bıraktı. Artık anlamıştı ki, Şems bir ayna idi ve o aynada gördüğü, kendi kalbindeki ilahi nurdan başkası değildi. Aşkı, bir şahıstan (Şems’ten) bizzat Mutlak Varlığa (Allah’a) yönelmişti.
Bu olgunlaşma devrinde, yanında iki sadık dostu vardı: Önce Selahaddin Zerkûbî, onun vefatından sonra ise talebesi Hüsameddin Çelebi.
Bir gün Hüsameddin Çelebi, Mevlânâ’ya dedi ki: “Efendim, Feridüddin Attâr veya Senâî gibi, hakikat yolcularına rehber olacak, hikmet dolu bir kitap yazsanız ne güzel olur.”
Mevlânâ tebessüm etti. Sarığının arasından, kendi el yazısıyla yazdığı Mesnevî’nin ilk 18 beytini çıkardı ve Hüsameddin’e uzattı: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan, ben söylerim.”
Böylece, İslam medeniyetinin en büyük şaheserlerinden biri olan Mesnevî-i Mânevî doğmaya başladı. Yıllar süren bu çalışmada, Hazret-i Mevlânâ geceleri, bazen semâ ederken, bazen yürürken ilahi ilhamla gelen hikmetleri söyler, Kâtip Hüsameddin Çelebi de gözyaşları içinde bunları kaydederdi. Mesnevî, baştan sona Kur’ân-ı Kerîm’in ve hadis-i şeriflerin manevi bir tefsiri, hikâyelerle süslenmiş bir irşad kitabı oldu.

Altıncı Bölüm: Vuslat Gecesi: Şeb-i Arûs (Düğün Gecesi)
Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’yi tamamladıktan sonra ömrünün son yıllarını sükûnet ve irşad ile geçirdi. Artık o, Konya’nın ve tüm İslam âleminin manevi güneşiydi. Sadece Müslümanlar değil, Hristiyanlar ve Yahudiler dahi onun ilminden ve müsamahasından (hoşgörüsünden) etkileniyor, sohbetlerine katılıyorlardı.
1273 (672 H) senesinin sonbaharında hastalandı. Ancak o, hastalığı bir dert değil, bir “vuslat” (kavuşma) habercisi olarak görüyordu. Ziyaretine gelenlere “Korkmayın,” diyordu, “Bizim ölümümüz, ebedî bir diriliştir.”
Ölümü, “Şeb-i Arûs” yani “Düğün Gecesi” olarak adlandırıyordu. Çünkü bu gece, âşık (Mevlânâ) ile Mâşuk’un (Allah) buluşacağı geceydi.
17 Aralık 1273 Pazar günü, güneş batarken, o da ruhunu Rahmân’a teslim etti.
Vefat haberi Konya’yı yasa boğdu. Cenazesi, tarif edilemez bir kalabalıkla kaldırıldı. Sadece Müslümanlar değil, şehrin Hristiyan ve Yahudi cemaatleri de ağlayarak cenazeye katıldılar. Onlara neden ağladıklarını sorduklarında, “Biz, peygamberlerin sırrını onda gördük. O, bizim için bir güneş gibiydi,” dediler.
Hazret-i Mevlânâ, bedeniyle toprağa verilse de, fikirleri, ilahi aşkı ve en mühimi olan Mesnevî’si ile asırlardır insanlığın yolunu aydınlatan bir hidayet kandili olmaya devam etmektedir. Onun mirası, İslam’ın derûnî, sevgi ve aşk dolu yüzünün en parlak tasviridir.
________________________________________
Allah, o büyük velînin sırrını mukaddes eylesin ve bizleri şefaatine nâil eylesin. Âmin.

*****

• İmam Nevevî (ö. 676 H / 1277 M): Hadis ve Şâfiî fıkhı alanında otoritedir. “Riyâzü’s-Sâlihîn” ve “Kırk Hadis” gibi eserleri en çok okunan kitaplar arasındadır.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Nevevî (Rh.A.)
(İlme Adanmış Kırk Beş Yıllık Bir Hayat)
Tarih, hicretin 631. yılını (miladi 1233) gösteriyordu. Şam yakınlarında, Neva kasabasında mübarek bir hanede bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Yahya koydular. Babası Şeref, salih ve müttaki bir zattı. Bu küçük Yahya’nın, ileride İslâm âleminin semasında parlayacak, künyesiyle “Ebû Zekeriyyâ” ve doğduğu yere nisbetle “Nevevî” olarak anılacak büyük imam olacağından habersizdi.
Bir Çocuk ki Oyundan Kaçar, Kur’ân’a Koşardı
Küçük Yahya’nın yapısı, başka çocuklara benzemiyordu. Akranları sokaklarda oyun peşinde koşarken, o, bir köşeye çekilip elindeki Kur’ân-ı Kerîm cüzünü ezberlemeye çalışırdı. Diğer çocuklar, onu zorla oyuna katmak istediklerinde, küçük Yahya ağlayarak onlardan kaçar ve “Beni Rabbimin kelâmından ayırmayın!” dercesine tekrar kitabına dönerdi.
Babası Şeref, oğlundaki bu derûnî aşkı ve ilim ateşini fark etmişti. Bir gün, dükkânında çalışırken oğlu Yahya’nın, medresenin bir köşesinde nasıl bir huşû içinde Kur’ân okuduğunu nazar etti (gözlemledi). O an, kalbine bir ilham geldi: Bu çocuk, bu dünyaya oyun için gelmemişti; onun vazifesi başkaydı. Bu isbatı gördükten sonra, oğlunun hayatını tamamen ilme vakfetmesi için elinden geleni yapmaya karar verdi.
Şam Yolculuğu ve İlim Deryasına Giriş
Yahya, on sekiz yaşına geldiğinde, babası onun elinden tuttu ve devrin ilim merkezi olan, “Dımaşk” yani Şam-ı Şerif’e götürdü. Onu, şehrin en meşhur medreselerinden olan Revâhiyye Medresesi’ne kaydettirdi. İşte İmam Nevevî’nin ilimle dolu çileli, fakat bir o kadar da bereketli hayatı böyle başladı.
Genç Yahya, Şam’da adeta zamanla yarışıyordu. Rivayet olunur ki, günde on iki farklı derse girerdi. Fıkıh, Hadis, Usûl, Nahiv (dil bilgisi) ve başka ilimlerde en meşhur hocalardan dersler alıyordu. Gecesi gündüzü ilimle geçiyordu. Uykusu geldiğinde, kitaplarının üzerine başını koyar, biraz dinlendikten sonra tekrar kalkar, kandilinin ışığında okumaya ve yazmaya devam ederdi.
Kendisi o günleri şöyle tasvir eder: “Şam’a geldikten sonra iki sene boyunca yere uzanıp yatmadım. Uykum geldiğinde kitaplarıma yaslanır, biraz kestirirdim.” Yemesi, içmesi o kadar azdı ki, sadece hayatını idame ettirecek kadar azıkla yetinirdi. Neva’dan babasının gönderdiği kuru ekmek ve incir, onun için en büyük ziyafetti. Onun bu hâli, ilim talebesinin nasıl bir zühd (dünyadan yüz çevirme) ve takvâ içinde olması gerektiğinin en canlı misali oldu.
İlmin Zirvesi ve Eşsiz Takvâ
İmam Nevevî, yirmi dokuz yaşına geldiğinde, Şam’ın en büyük hadis mektebi olan “Dârü’l-Hadîs el-Eşrefiyye”ye hoca (müderris) tayin edildi. Bu, o devir için bir âlimin ulaşabileceği en yüksek makamlardan biriydi. Fakat bu makam, onun mütevazı hayatını zerre kadar değiştirmedi.
O, Şâfiî fıkhında devrinin en büyük otoritesi olmuştu. Hadis ilminde ise, Sahîh-i Müslim’e yazdığı şerh (açıklama), bugün dahi aşılamamış bir şaheserdir.
Ancak onu “İmam Nevevî” yapan, sadece dahilî ilmi değil, aynı zamanda o ilmi hayatına tatbik edişindeki hassasiyetiydi. O, verâ ve takvâ sahibi bir âbiddi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Evlenmedi; çünkü bütün hayatını ilme ve ümmete hizmete adamıştı. Giydiği elbise sade, evi mütevazı odasından ibaretti. Devletten veya zenginlerden asla hediye kabul etmezdi. “Haram ve şüpheli lokma yiyen bir bedenden, nasıl olur da Allah’ın dinine hizmet çıkabilir?” diye düşünürdü.
Sultanın Karşısında Eğilmeyen Baş
İmam Nevevî Hazretleri, sadece medresede ders veren bir hoca değil, aynı zamanda “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) vazifesini en üst perdeden yapan cesur bir âlimdi.
O devirde, Mısır ve Şam’a hükmeden Memlük Sultanı Baybars, Moğol tehlikesine karşı ordusunu güçlendirmek için halktan ağır vergiler toplamak istedi. Şam âlimlerini toplayarak bu karar için onlardan fetva istedi. Diğer âlimler, sultanın gazabından çekinerek sustuğunda, İmam Nevevî ayağa kalktı.
Sultana hitaben, gür bir sesle şöyle dedi: “Ey Sultan! Bilirim ki sen, bir zamanlar köle idin, hiçbir şeyin yoktu. Allah sana lütfetti, seni sultan yaptı. Devletin hazinesi ağzına kadar dolu iken ve senin kendi askerlerinin her birinin üzerinde altın kemerler, mücevherler varken, sen nasıl olur da bu fakir halktan fazladan vergi istersin? Önce hazinedeki malları ve askerlerindeki o zenginlikleri harbe sarf et, şayet yetmezse, o zaman halktan vergi istersin!”
Sultan Baybars, bu sözler karşısında öfkeden titredi. Vezirleri, İmam’ı öldürtmesi için fısıldadılar. Sultan dedi ki: “Vallahi, onu öldüremem. Ben ondan korkuyorum. Onun heybeti, kalbime korku salıyor.”
İmam Nevevî, hakkı söylemekten asla çekinmedi. Sultanın bu kararı geri alması için defalarca mektup yazdı. Sultan onu sürgüne göndermekle tehdit ettiğinde, İmam şu manidar cevabı verdi: “Sürgün benim için vatan değişikliğidir. Hapis, benim için ibadet yeridir (halvettir). Ölüm ise, Rabbime kavuşmaktır (şehadettir). Ben bu vazifeden dönmem!”
Onun bu dik duruşu, ilmin izzetini ve âlimin şerefini korudu.
Kırk Beş Yıla Sığan Cihan Şümul Miras
İmam Nevevî, sadece 45 yıllık kısa bir hayat sürdü. Fakat bu kısa ömre, yüzlerce ciltlik hayatın sığdıramayacağı kadar büyük eserler sığdırdı.
O, ümmetin her ferdini düşündü. Sadece büyük âlimler için değil, halk için de eserler kaleme aldı.
1. Riyâzü’s-Sâlihîn (Salihlerin Bahçesi): Müslümanların hayatının her safhasında (iman, ibadet, ahlâk, muamelat) rehber olacak en sahih hadisleri bir araya getirdi. Bu kitap, yazıldığı günden bugüne, İslâm coğrafyasında Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en çok okunan kitap olma şerefini korudu.
2. el-Erbâîn (Kırk Hadis): Dinin temel direkleri sayılan, “cevâmiu’l-kelim” (az sözle çok mana ifade eden) 42 hadis-i şerifi derledi. Bu küçük risale, İslâm’ın ruhunu tasvir eden bir özettir.
3. El-Ezkâr: Bir Müslümanın sabahtan akşama kadar yapması gereken duaları ve zikirleri topladığı bir hazinedir.
4. Minhâcü’t-Tâlibîn ve Mecmû’: Şâfiî fıkhında yazdığı bu dev eserler, kendisinden sonra gelen bütün Şâfiî âlimlerinin temel müracaat kaynağı oldu.
Vuslat Zamanı
Hicrî 676 (Miladi 1277) yılında, İmam Nevevî, Şam’daki vazifesini tamamladığını hissetti. Medresesindeki bütün emanetleri sahiplerine iade etti. Ömrü boyunca ödünç aldığı kitapları tek tek sahiplerine geri verdi.
Daha sonra, doğduğu topraklara, Neva’ya döndü. Babasının yanına vardı. Çok geçmeden hastalandı ve 45 yaşında, ilimle, ibadetle ve mücadeleyle dolu mübarek hayatını tamamlayarak Rabbine kavuştu.
İmam Nevevî (rahmetullahi aleyh), kısa hayatına sığdırdığı devasa mirasıyla, ilmin sadece ezberlemek olmadığını; ilmin, takvâ, zühd, cesaret ve amel olduğunu tüm dünyaya isbat eden bir hidayet kandili olarak aramızdan ayrıldı. Allah Teâlâ, bizleri onun şefaatine nâil eylesin ve hayatından ibret almayı nasip etsin. Âmin.

*******

• İmam Süyûtî (Celâleddin es-Süyûtî) (ö. 911 H / 1505 M): Hadis, tefsir, tarih gibi yüzlerce alanda eser vermiş Mısırlı büyük bir alimdir. Dokuzuncu hicri yüzyılın müceddidi olduğu yönünde güçlü bir kanaat vardır.

________________________________________
Kitapların Oğlu ve Asrın Müceddidi: İmam Celâleddin es-Süyûtî (r.a.)
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 849 (Miladî 1445) yılını gösterirken, Mısır’ın kalbi, ilim ve irfan merkezi olan Kahire şehri, eşine az rastlanır bir hadiseye şahitlik edecekti. O devirde Kahire, Memlük Sultanlığı’nın payitahtı ve İslam dünyasının en parlak ilim merkezlerinden biriydi. İşte böyle bir zamanda, ilimle meşgul bir ailenin reisi olan Ebû Bekr b. Muhammed, büyük bir âlim ve salih bir zattı.
Birinci Bölüm: Kütüphanede Doğan Çocuk
Bir rivayete göre, Celâleddin’in validesi (annesi), doğum sancıları başladığı sırada, eşinin muazzam kütüphanesinde bulunuyordu. Öyle ki, vakt-i saati gelip de o mübarek çocuk dünyaya gözlerini açtığında, etrafı oyuncaklarla değil, binlerce cilt kitapla çevriliydi. Sanki kader, daha ilk nefesinde onun kulağına, “Senin hayatın bu kitapların içinde, ilmin hizmetinde geçecek” diye fısıldamıştı.
Bu harikulade doğum hadisesi sebebiyle, o çocuğa daha sonra “İbnü’l-Kütüb” yani “Kitapların Oğlu” lakabı verilecekti. Bu, onun ilimle yoğrulmuş hayatının ne güzel bir başlangıcıydı!
Adını Abdurrahman koydular. Künyesi Ebü’l-Fazl, lakabı ise babasının memleketine nisbetle “Süyûtî” (Asyût’lu) ve dinin celâline, azametine hizmet edeceği için “Celâleddin” oldu.

İkinci Bölüm: Yetim Kalan Deha
Celâleddin’in hayatı, ilim dolu bir evde başlamıştı ancak bu huzurlu ortam çok uzun sürmedi. Henüz beş-altı yaşlarında küçük bir çocukken, ilim yolundaki ilk rehberi olan babasını kaybetti. O artık bir yetimdi.
Fakat babasız kalmak, onun ilim aşkını söndürmedi, bilakis daha da alevlendirdi. Zira o, sıradan bir çocuk değildi; Allah Teâlâ’nın kendisine bahşettiği fevkalade bir zekâya (dehaya) sahipti. Babasının vefatından sonra, devrin büyük âlimleri bu yetimdeki cevheri fark ettiler ve onu himayelerine aldılar.
Küçük Celâleddin, keskin zekâsıyla herkesi hayrete düşürüyordu. Sekiz yaşına basmadan Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberleyerek “hâfız” oldu. Bu, onun için sadece bir başlangıçtı. Ardından, devrinin temel ilim metinlerini, fıkıhtan (özellikle Şâfiî fıkhı) hadise, Arap dili gramerinden (nahiv ve sarf) usûle kadar birçok eseri de hıfzetmeye başladı. O, adeta yürüyen bir kütüphane olmak için yaratılmıştı.

Üçüncü Bölüm: İlim Okyanusuna Yolculuk
Gençlik çağına geldiğinde, Celâleddin es-Süyûtî artık ilim meclislerinin en parlak talebesiydi. Kahire, o dönemde dünyanın dört bir yanından gelen âlimlerin buluşma noktasıydı. İmam Süyûtî, bu büyük âlimlerin her birinden ayrı ayrı dersler aldı. Rivayete göre, ders aldığı hocalarının sayısı yüzleri bulmuştu.
Henüz on yedi yaşındayken, hocalarından “icâzet” (diploma, ders verme yetkisi) aldı ve kendisi de ders vermeye başladı. Onun ders halkaları, kısa sürede ilim taliplerinin akınına uğradı. Çünkü o, sadece bildiğini aktaran bir hoca değil, aynı zamanda ilmi yaşayan, zühd ve takva sahibi bir âlimdi.
İmam Süyûtî’nin ilim sahası o kadar genişti ki, İslamî ilimlerin neredeyse girmediği hiçbir dal kalmamıştı. Onu sadece bir “müfessir” (tefsir âlimi) veya “muhaddis” (hadis âlimi) olarak tanımlamak eksik kalır. O, aynı zamanda bir tarihçi, bir dil âlimi, bir fıkıhçı, bir usûlcü, hatta tıp ve tabiat ilimleriyle bile ilgilenen ansiklopedik bir dâhiydi.

Dördüncü Bölüm: Kaleminden Dökülen Miras
İmam Süyûtî’nin en hayret verici yönü, şüphesiz ki eserlerinin (te’lifatının) sayısı ve muhtevasıdır. Ömrü boyunca durmaksızın yazdı. Gecesi gündüzü, kalemi ve kâğıdıyla geçti. Bazı kaynaklar onun beş yüzü aşkın, bazıları ise yedi yüz, hatta dokuz yüze yakın eser kaleme aldığını zikreder. Bu, onun kısa sayılabilecek (yaklaşık 62 yıl) ömrüne nasıl bu kadar çok ilmi sığdırdığının bir mucizesi gibiydi.
O, sadece yeni eserler yazmakla kalmadı, aynı zamanda kendinden önceki ilim mirasını tasnif etti, özetledi (ihtisar etti) ve gelecek nesillerin daha kolay istifade edeceği hale getirdi.
Onun eserlerinden bazıları, bugün dahi sahasında zirvedir:
1. Tefsîru’l-Celâleyn (İki Celâl’in Tefsiri): Bu meşhur tefsir, İmam Süyûtî’nin hocası Celâleddin el-Mahallî tarafından başlanmış, Fâtiha Sûresi’nin başından ve Kehf Sûresi’nin sonundan itibaren yazılmıştı. Hocasının vefatıyla yarıda kalan bu kıymetli eseri, İmam Süyûtî (Celâleddin es-Süyûtî) devraldı ve hocasının üslubuna harfiyen sadık kalarak tamamladı. Bu tefsir, kısa, öz ve son derece açık olmasıyla asırlardır medreselerde okutulmaktadır.
2. el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân (Kur’an İlimlerinde Mükemmellik): Kur’an ilimleri (Nüzûl sebepleri, Mekkî-Medenî, Nâsih-Mensûh, Kıraat farklılıkları vb.) sahasında yazılmış en kapsamlı ve en temel eserlerden biridir. Bugün bile bu alanda çalışma yapan herkesin mutlaka müracaat etmesi gereken bir başyapıttır.
3. Târîhu’l-Hulefâ (Halifeler Tarihi): Dört Halife döneminden başlayarak kendi zamanına kadar (Abbâsîlerin sonuna kadar) halifelerin hayatını ve devirlerini anlatan çok mühim bir tarih kitabıdır.
4. el-Câmiu’s-Sağîr ve Cem’u’l-Cevâmi’: Hadis ilmindeki engin bilgisini gösteren, binlerce hadîs-i şerîfi bir araya getirdiği devasa derlemeleridir.

Beşinci Bölüm: Asrın Yenileyicisi (Müceddid) ve Uzlet Hayatı
İmam Süyûtî, sadece ilmiyle değil, aynı zamanda yaşadığı devrin haksızlıklarına ve bid’atlerine karşı gösterdiği tavırla da öne çıktı. Bu sebeple, İslam âlimleri arasında, onun, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Allah Teâlâ, bu ümmete her yüz senenin başında dinini tecdid edecek (yenileyecek) bir müceddid gönderir” hadîs-i şerîfinde müjdelenen Dokuzuncu Hicrî Asrın Müceddidi olduğu yönünde güçlü bir kanaat hâsıl olmuştur.
Ancak ilmin zirvesinde olmak, çile ve imtihanı da beraberinde getirir. İmam Süyûtî, bazı çağdaşı âlimlerin hasedine (kıskançlığına) ve tenkitlerine maruz kaldı. Resmî görevlerde bulundu, dersler verdi, fetvalar yazdı.
Fakat hayatının kırkıncı yılına geldiğinde (Hicrî 889), mühim bir karar aldı. İçinde bulunduğu ilim ve siyaset dünyasının çekişmelerinden, makam ve mevki hırsından yorulmuştu. İnsanlardan uzaklaşmaya (uzlet) ve kendini tamamen Allah’a ibadete ve eser yazmaya adamaya karar verdi.
Kahire’de, Nil Nehri’nin kenarındaki Ravda adasında bulunan evine çekildi. Kapısını dünyaya kapattı. Sultanlar ve devlet adamları ona hediyeler gönderdiğinde, “Allah Teâlâ bizi sizden ve sizin hediyelerinizden müstağnî kıldı (ihtiyaçsız eyledi)” diyerek hepsini geri çevirdi. Bu, onun zühdünün ve dünyaya ne kadar az kıymet verdiğinin en büyük ispatıydı.
Altıncı Bölüm: Rabbine Kavuşma
İmam Celâleddin es-Süyûtî, bu uzlet hayatında ömrünün en verimli yıllarını yaşadı. Geceleri ibadetle, gündüzleri ise durmaksızın yazmakla geçti.
Takvimler Hicrî 911 (Miladî 1505) yılını gösterdiğinde, yaklaşık 62 yıllık bereketli bir ömrün sonuna geldi. Doğduğu şehir olan Kahire’de, arkasında yüzlerce eser ve milyonlarca talebe bırakarak vefat etti.
O, dünyaya “Kitapların Oğlu” olarak gelmişti ve dünyadan “İslam Kütüphanesinin En Büyük Hizmetkârlarından Biri” olarak ayrıldı. Bugün dahi, bir hadis, bir tefsir veya bir tarih meselesi araştırıldığında, İmam Süyûtî’nin okyanus misali ilminden bir damlaya müracaat etmemek neredeyse imkânsızdır.
Allah Teâlâ, o büyük hidayet kandilinden razı olsun. İlminden istifade etmeyi bizlere nasip eylesin. Makamını âlî, mekânını cennet eylesin. Âmin.

*****

5. Yenilenme ve İkinci Binyıl Dönemi (H. 11. Yüzyıl Sonrası)

• İmam Rabbânî (Ahmed Sirhindî) (ö. 1034 H / 1624 M): “Müceddid-i Elf-i Sânî” (İkinci Binyılın Yenileyicisi) olarak meşhur olmuştur. Hindistan’da tasavvufu (özellikle Vahdet-i Şühûd anlayışıyla) ve Sünnet’i ihya etmiştir. “Mektûbât”ı en önemli eseridir.

________________________________________
Hidayet Kandili: İkinci Binyılın Yenileyicisi (Müceddid-i Elf-i Sânî) İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî (k.s.)
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 971 yılını (Miladî 1564) gösterdiğinde, Hindistan’ın Sirhind (Serhend) şehrinde mübarek bir hanede bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Ahmed koydular. Bu hanenin havası başkaydı; zira bu ailenin soyu, adaletiyle meşhur Halife Hz. Ömer’e (r.a.) dayanıyordu. Babası Şeyh Abdülehad, hem zahiri ilimlerde âlim hem de derûnî (içsel) yolda kâmil bir mürşid idi.
Küçük Ahmed, bambaşka bir yapıya sahipti. Diğer çocuklar oyunla meşgulken, o, ilmin ve hikmetin lezzetini tatmıştı. Henüz çok genç yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzettikten sonra, ilim tahsiline babasının yanında başladı. Zekâsı o kadar parlaktı ki, kısa zamanda temel İslâmî ilimleri, mantık ve hikmet derslerini tamamladı. Babası, bu cevherdeki istidadı görmüş ve onu Siyalkût şehrindeki zamanın büyük âlimlerinden Mevlânâ Kemâleddîn-i Keşmîrî’nin yanına gönderdi.
Genç Ahmed, orada da ilmiyle parladı. Hadis, tefsir ve fıkıh ilimlerinde derinleşti. Hocaları, onun suallerindeki derinliğe ve meseleleri kavrayışındaki sürate hayret ediyorlardı. İlim tahsilini tamamlayıp Sirhind’e döndüğünde, artık parmakla gösterilen genç bir âlimdi.
Bir Dönüm Noktası: Zamânın Fitnesi ve Arayış
Ahmed Sirhindî’nin yaşadığı devir, Hindistan’daki Müslümanlar için çok çetin bir devirdi. Babür İmparatoru Ekber Şah, siyasi gayelerle “Dîn-i İlâhî” adında yeni ve sapkın bir din icat etmişti. Bu yeni inanış, İslam, Hinduizm ve başka inançların bir karışımıydı; hak ile bâtılı birbirine karıştırıyor, Müslümanların akîdesini (inancını) temelden sarsıyordu. Saraya yakın sözde âlimler, bu sapkınlığa fetva veriyor, Sünnet-i Seniyye unutulmaya yüz tutuyordu.
Aynı zamanda, tasavvuf anlayışında da bir başıboşluk hüküm sürüyordu. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin derin manalar ihtiva eden “Vahdet-i Vücûd” (Varlığın Birliği) mefhumu, cahil kimselerin dilinde yanlış yorumlanıyordu. Bazıları, “Her şey O’dur” diyerek, Şeriat’ın (İslam hukukunun) emir ve yasaklarını hiçe saymaya, helal ile haram arasındaki sınırı kaldırmaya cüret ediyordu.
Genç âlim Ahmed Sirhindî, bu manzarayı derin bir teessürle (üzüntüyle) izliyordu. Zahiri ilimlerde zirveye ulaşmıştı ama derûnî dünyasında bir arayış vardı. Biliyordu ki bu fitneyi durdurmak, sadece medrese ilmiyle mümkün değildi. Kalplere tesir edecek manevî bir güce, Rabbani bir irşada ihtiyaç vardı.
Bu arayışla yollara düştü. Başkent Agra’ya gitti. Orada ilim meclislerine katıldıysa da aradığını tam olarak bulamadı. Hac niyetiyle yola çıktı ve Delhi’ye uğradı. İşte hayatının dönüm noktası burada gerçekleşti.
Mürşide Varmak: Hâce Bâkî Billâh ile Tanışma
Delhi’de, zamanın büyük Nakşibendî mürşidi Muhammed Bâkî Billâh Hazretleri’nin (k.s.) namını işitti. Huzuruna vardığında, derhal aradığını bulduğunu anladı. Okyanus, kendi incisini tanımıştı. Hâce Bâkî Billâh da karşısındaki genç âlimin sıradan biri olmadığını, alnında parlayan hidayet nurunu derhal fark etti.
İmam Rabbânî, bu büyük mürşidin önünde diz çöktü ve manevî yola girmek istediğini beyan etti. Hâce Bâkî Billâh, onu talebeliğe kabul etti. İmam Rabbânî, o güne kadar öğrendiği tüm zahiri ilimleri bir kenara bırakıp, tam bir teslimiyetle kendini mürşidinin terbiyesine adadı.
Manevî yoldaki ilerleyişi, ilimdeki ilerleyişinden daha süratliydi. Başkalarının yıllar süren çilelerle kat ettiği makamları, o, iki buçuk ay gibi kısa bir zamanda geçti. Derûnî âlemde öyle haller ve keşifler yaşıyordu ki, mürşidi Hâce Bâkî Billâh dahi onun bu süratli yükselişine hayret ediyordu. Hocası ona, “Sen, bu yolun güneşi olacaksın” diyordu.
Kısa sürede seyr ü sülûkünü (manevî yolculuğunu) tamamladı. Hocası ona sadece icâzet (diploma) vermekle kalmadı, aynı zamanda kendi talebelerinin bir kısmının terbiyesini de ona havale etti. Artık o, genç yaşında bir âlim, bir arif ve bir mürşid-i kâmil idi.
Büyük Vazife: “Müceddid-i Elf-i Sânî”
İmam Rabbânî, Sirhind’e döndüğünde omuzlarında ağır bir yük vardı. Hocası Hâce Bâkî Billâh kısa süre sonra vefat etmişti ve Hindistan’daki irşad vazifesi ona kalmıştı.
Tam da o yıllar, İslâm takviminde çok kritik bir eşikti: Hicret’in üzerinden bin yıl geçmiş, ikinci binyıl (Elf-i Sânî) başlamıştı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Şüphesiz ki Allah, bu ümmete her yüz senenin başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir” buyurmuştu. Bin yılın dönümü ise daha büyük bir yenilenmeyi gerektiriyordu.
İşte İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî, bu büyük vazife için seçilmişti. O, “Müceddid-i Elf-i Sânî” yani “İkinci Binyılın Yenileyicisi” olacaktı.
Mücadelenin Silahı: Mektûbât
İmam Rabbânî, mücadelesine başladı. Onun silahı, kılıç değil, kalemdi. Onun ordusu, talebeleriydi. Mücadelesi iki cephedeydi:
1. Saraydaki Sapkınlığa Karşı: İmparator Ekber Şah’ın “Dîn-i İlâhî” fitnesine ve Sünnet’i hiçe sayan uygulamalarına karşı durdu.
2. Tasavvuftaki Yanlış Anlayışlara Karşı: “Vahdet-i Vücûd”u yanlış yorumlayıp Şeriat’ı terk edenlere karşı, hakikati haykırdı.
Bu mücadelenin merkezi, onun yazdığı mektuplardı. Başta kendi talebeleri olmak üzere, âlimlere, devlet adamlarına, komutanlara ve hatta imparatorun sarayındaki vezirlere mektuplar yazdı. Bu mektuplar, sıradan mektuplar değildi; her biri, Kur’ân ve Sünnet ışığında yazılmış birer risale, birer manevî reçeteydi.
Bu mektuplarda, Sünnet’e uymanın ehemmiyetini, bid’atlerden (dinde olmayan sonradan uydurulan şeyler) sakınmanın zaruretini anlattı. Şeriat, tarikat ve hakikat arasındaki ince dengeyi izah etti.
Özellikle “Vahdet-i Vücûd” meselesine derin bir izah getirdi. O, Vahdet-i Vücûd’u inkâr etmedi, ancak bunun, müridin manevî yolculukta karşılaştığı bir “hal” (geçici durum) olduğunu söyledi. Hakikatin bundan daha ileride olduğunu belirtti ve kendi manevî tecrübesiyle ulaştığı “Vahdet-i Şühûd” (Şahitliğin Birliği) mefhumunu ortaya koydu. Vahdet-i Şühûd’a göre; var olan her şey Allah’ın bir yansıması, bir gölgesiydi. Gölge, asla aslının aynı olamazdı. Yaratıcı (Hâlık) ile yaratılan (mahlûk) apayrıydı. Bu izahıyla, hem tasavvufun derinliğini muhafaza etti hem de Şeriat’ın sınırlarını net bir şekilde çizdi.
Onun meşhur sözü, bu mücadelenin özetiydi: “Şeriat, her şeyin aslıdır. Tarikat, Şeriat’ın hizmetkârıdır.”
Bu mektuplar elden ele dolaştı, kalpten kalbe aktı. Toplandığında, “Mektûbât-ı Rabbânî” adıyla bilinen o muazzam eser ortaya çıktı.
Zindan İmtihanı ve Manevî Zafer
İmam Rabbânî’nin tesiri arttıkça, saraydaki bozuk zihniyetli kimseler rahatsız oldu. Ekber Şah ölmüş, yerine Cihangir geçmişti. İmam’ı çekemeyenler, Cihangir’e gidip onu “Devlet içinde devlet kuruyor, saltanatınıza ortak olmak istiyor” diye şikâyet ettiler.
Cihangir, İmam Rabbânî’yi saraya çağırdı. Saraya girdiğinde, imparatora secde etmesi (o dönemde bir saygı âdetiydi) istendi. İmam Rabbânî, vakur bir şekilde başını dik tuttu ve “Benim bu başım, Allah’tan başkasına eğilmez!” diyerek bu emri reddetti.
Bu tavır, imparatoru daha da öfkelendirdi. İmam Rabbânî Hazretleri, 1028 (1619) yılında Gevâliyâr Kalesi’ne hapsedildi.
Fakat mü’min için zindan, bir “Medrese-i Yûsufiyye” (Hz. Yusuf’un medresesi) idi. İmam Rabbânî, zindanı bir dergâha çevirdi. Oradaki mahkûmlara, hatta gardiyanlara İslam’ı anlattı. Onun bereketiyle, kaledeki binlerce günahkâr tövbe etti, namaza başladı ve onun talebesi oldu.
Bir yıl sonra, Cihangir büyük bir hata yaptığını anladı. Hem gördüğü bir rüya hem de İmam’a yapılan iftiraların asılsız olduğunun ortaya çıkması üzerine pişman oldu. İmam Rabbânî’yi serbest bıraktı, ona hürmet gösterdi ve ondan özür diledi. İmam, affetmenin bir fazilet olduğunu göstererek imparatoru affetti.
Bu olay, bir zindana giriş değil, hakikatin saraya girişiydi. Cihangir, İmam’ın sohbetlerinden çok etkilendi. Ülkede Sünnet’e aykırı ne kadar uygulama varsa kaldırdı, bozulan camileri tamir ettirdi ve İslam ahkâmının yeniden uygulanmasını emretti. İmam Rabbânî’nin kalemiyle başlattığı inkılâp, zindandaki sabrıyla zafere ulaşmıştı.

Güneşin Batışı ve Ebedî Mirası
İmam Rabbânî, ömrünün sonuna kadar irşad vazifesine devam etti. Binlerce talebe yetiştirdi. Onun talebeleri, Hindistan’dan Orta Asya’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a kadar yayılarak Sünnet-i Seniyye meşalesini taşıdılar.
Takvimler Hicrî 1034 (Miladî 1624) yılını gösterdiğinde, bu büyük müceddid, 63 yıllık çile, mücadele ve hikmet dolu bir hayatın ardından Rabbine kavuştu. Vefatı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefat ettiği yaştaydı.
İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî Hazretleri, karanlığın en koyu olduğu bir anda ortaya çıkmış, “Dîn-i İlâhî” fitnesini söndürmüş, tasavvufu bid’atlerden ayıklamış, Şeriat ile tarikatı barıştırmış ve Ehl-i Sünnet akîdesini yeniden Hindistan’da hâkim kılmıştır.
O, ismiyle müsemma bir “İmam” (önder), Allah yoluna adanmış bir “Rabbânî” ve ikinci binyılın “Müceddid”i (yenileyicisi) olarak tarihe ve kalplere adını altın harflerle yazdırmıştır. Onun “Mektûbât”ı, bugün dahi yolumuzu aydınlatan bir hidayet kandili olmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, onun makamını âlî eylesin. Bizleri de onun yolundan giden, Sünnet’e sımsıkı sarılan kullarından eylesin. Âmin.

*************

• Bediüzzaman Said Nursî (ö. 1960 M): 20. yüzyılda Türkiye’de yaşamış büyük bir alim ve mütefekkirdir. Özellikle materyalist ve pozitivist felsefelerin imana yönelik hücumlarına karşı Kur’an’ın hakikatlerini akli delillerle savunan “Risale-i Nur Külliyatı”nı telif etmiştir. İman hakikatlerini yenileyen bir tecdid hareketi olarak görülür ve dönemin müceddidi kabul edilir.

Hidayet Kandillerinden: Bediüzzaman Said Nursî (Rahmetullahi Aleyh)

Giriş: Bir Asrın Şafağında Doğan Nur
Bundan takriben 150 sene evvel, Osmanlı Devleti’nin son demlerinde, cihan büyük bir fırtınaya gebeydi. Tabiatı parçalayan ilim (fen) silahları, inançları sarsan felsefî akımlar ve imanı kalplerden söküp atmayı hedefleyen materyalist (maddiyun) düşünceler, İslam âleminin üzerine bir karanlık gibi çökmekteydi.
İşte böyle bir zamanda, 1878 (Rumi 1293) senesinde, Bitlis vilayetinin Hizan kazasına bağlı Nurs köyünde, Sofi Mirza ve Nuriye Hanım’ın mübarek hanesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını “Said” koydular. Kimse bilmiyordu ki, bu küçük Said, ileride asrın karanlığını dağıtmak için gönderilmiş bir “hidayet kandili” olacak ve isminin başına “zamanın eşsizi, harikası” manasında “Bediüzzaman” lakabını alacaktı.

Bölüm 1: Zekâsı Dilleri Destan “Harika Çocuk”
Said, başka çocuklara benzemiyordu. Küçücük yaşında dahi etrafındaki hadiseleri derin bir tefekkürle (düşünceyle) süzerdi. Oynadığı oyunlarda bile bir hikmet arar, tabiata “nazar” eder (bakış), kâinatın sahibini sual ederdi.
Onun en belirgin vasfı, akıllara durgunluk veren zekâsı ve hafızasıydı. Dokuz yaşında tahsile (eğitime) başladı. Ancak onun ilimdeki sürati, hocalarını hayrette bırakıyordu. Bir medresede aylarca okutulan bir kitabı, o birkaç günde ezberler, manasını kavrardı. Bu sebeple medreseden medreseye dolaştı. Kimi hocalar onun bu harika hâline hayran kalır, kimileri de onunla ilmî mübahaseye (tartışmaya) girmekten çekinirdi.
Rivayet edilir ki, bir gün hocası Molla Fethullah Efendi, genç Said’e iki zorlu kitabı gösterip, “Bunları ne kadar zamanda bitirirsin?” diye sordu. Said, “Bir hafta kâfi” dedi. Hocası şaşırdı. Lakin Said, bir hafta sonra geldiğinde, sadece kitapları okumamış, iki kitabın muhtevasını birbiriyle mukayese edip, tenkitlerini (eleştirilerini) dahi yapmıştı. Bunun üzerine hocası, “Ey Said! Sen zamanın harikasısın, ‘Bediüzzaman’sın” demekten kendini alamadı.
Daha 14-15 yaşlarındayken, zamanın büyük âlimleriyle ilmî münazaralara (tartışmalara) giriyor, sorduğu sualler ve verdiği cevaplarla onları ikna ediyordu. O, sadece dinî ilimleri değil, aklî ve fennî ilimleri de süratle tahsil etmişti. Onun derdi büyüktü: O, sadece bir âlim değil, bu asrın imanını kurtaracak bir “müceddid” (yenileyici) olmaya namzetti.

Bölüm 2: “Eski Said” ve Medresetü’z-Zehra Rüyası
Genç Said, ilimle dolduktan sonra Van’a gitti. Orada Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldı. Tahir Paşa, onun sadece dinî ilimlerde değil, coğrafya, matematik, fizik, kimya ve felsefede de ne kadar derinleştiğini görünce hayretler içinde kaldı. Gazeteleri okur, cihan siyasetini takip ederdi.
Bediüzzaman, bu dönemde “Eski Said” olarak anılır. “Eski Said”, cemiyetin ve siyasetin içinde, İslam âleminin dertlerine çare arayan bir mütefekkirdi. Onun en büyük hayali, “Medresetü’z-Zehra” adını verdiği dev bir İslam üniversitesi kurmaktı.
Bu nasıl bir üniversiteydi?
O, fark etmişti ki, medreseler sadece din ilimlerine odaklanıp fen ilimlerini (pozitif bilimleri) ihmal etmiş, mektepler (modern okullar) ise sadece fen ilimlerine odaklanıp maneviyatı ve dinî hakikatleri dışlamıştı. Bediüzzaman diyordu ki: “Vicdanın ziyası (ışığı) ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). Aklın nuru fünun-u medeniyedir (fen ilimleridir). İkisinin imtizacıyla (birleşmesiyle) hakikat tecelli eder.”
İşte Medresetü’z-Zehra, din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı, nice dindar ve aynı zamanda münevver (aydın) gençlerin yetişeceği bir merkez olacaktı. Bu rüyasını gerçekleştirmek için İstanbul’a, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın huzuruna kadar çıktı. Projesini sundu, lakin o günün şartları bu büyük rüyanın gerçekleşmesine müsaade etmedi.

Bölüm 3: Cihad Meydanı ve Rus Esareti
Bediüzzaman, sadece ilimle değil, fiilî olarak da vatan müdafaasına katıldı. Birinci Cihan Harbi (Dünya Savaşı) patlak verdiğinde, talebelerinden bir milis alayı kurdu ve Doğu Cephesi’nde Ruslara karşı kahramanca savaştı.
O, at üstünde, en ön safta cihad ederken bile ilimden geri durmazdı. Savaşın en şiddetli anında, siperde, atının terkisinde meşhur tefsirini (İşârâtü’l-İ’câz) yazdırdığı rivayet edilir. Kurşunlar etrafında vızıldarken o, talebesine ayetlerin tefsirini dikte ettiriyordu.
Bu savaşta yaralandı ve Ruslara esir düştü. Sibirya’da Kostroma’daki esir kampına götürüldü. Orada bile izzetinden (onurundan) taviz vermedi.
Meşhur bir hadisedir: Bir gün Rus Başkomutanı Nikolay Nikolayeviç kampı teftişe gelir. Bütün esirler ayağa kalkar, lakin Bediüzzaman yerinden kımıldamaz. Komutan bu duruma öfkelenir, tekrar önünden geçer, o yine ayağa kalkmaz. Komutan tercüman aracılığıyla sorar:
“Beni tanımadı mı?”
Bediüzzaman cevap verir: “Tanıdım, Başkomutan Nikolay Nikolayeviç.”
“Öyleyse neden ayağa kalkmadın? Bu, Rus ordusuna hakarettir!”
Bediüzzaman, o vakur duruşuyla tarihe geçen şu cevabı verir:
“Ben bir İslam âlimiyim. Kalbimde iman taşıyorum. İman sahibi bir kimse, imanı olmayan bir kimseye kıyam edemez (ayağa kalkamaz). Eğer kalkmamı emretseydiniz kalkardım, lakin emretmediniz. Ben de kendi irademle kalkmadım.”
Bu izzetli cevap karşısında Başkomutan şaşkına döner. Onun idamını emreder. Bediüzzaman, idam mangasının karşısına çıkarıldığında son arzusunu sorarlar. O, “Müsaade edin, iki rekât namaz kılayım” der. Namazını huşû içinde kılar. Onun bu teslimiyeti ve korkusuzluğu Başkomutanı o kadar etkiler ki, bu zatın sıradan bir esir değil, maneviyatı yüksek bir kahraman olduğunu anlar ve idam emrini geri çeker.
Bediüzzaman, bir yolunu bulup bu esaretten de firar etti ve nice meşakkatli yollardan geçerek vatanı İstanbul’a geri döndü.

Bölüm 4: “Yeni Said”in Doğuşu ve Barla Hayatı
İstanbul’a döndüğünde, vatan işgal altındaydı. İngilizler İstanbul’daydı. O, “Hutuvât-ı Sitte” (Altı Adım) adlı eseriyle İngilizlerin hilelerini ifşa etti, milletin imanını ve direniş ruhunu ayakta tuttu.
Ancak Bediüzzaman, büyük bir derûnî (içsel) inkılâp (değişim) yaşıyordu. Artık siyasetle, cemiyetin dış işleriyle uğraşmanın zamanı geçtiğini anladı. Asıl tehlike dışarıda değil, içerideydi. Asıl tehlike, dinsizlik ve imansızlık cereyanıydı.
Bu düşüncelerle “Eski Said”i ruhen bıraktı ve “Yeni Said” oldu. “Yeni Said”in tek bir vazifesi vardı: İmanı kurtarmak.
Ankara’ya çağrıldı, Meclis’te büyük hürmet gördü. Lakin yeni rejimin maneviyattan uzaklaşan yapısını görünce, onlara bir beyanname (bildiri) sunup (namaza dair) Van’a, inzivaya çekildi.
Ancak yeni idare, onun gibi büyük bir âlimin halk üzerindeki tesirinden çekiniyordu. 1925’te onu Van’dan aldılar ve Batı Anadolu’ya, önce Burdur’a, sonra Isparta’ya ve nihayet dağ başında, kimsenin tanımadığı küçük bir köy olan Barla’ya sürgün ettiler.
Zalimler zannediyorlardı ki, onu sürgüne göndererek, yalnız bırakarak susturacaklardı.
Bölüm 5: Bir Hidayet Kandili Telif Ediliyor: Risale-i Nur
Onlar yanılıyorlardı. Allah (c.c.), bu sürgünü bir rahmete çevirecekti. Bediüzzaman’ın ne kitabı vardı, ne kâğıdı, ne kalemi. Çam ağaçlarının tepesinde, bir kulübede Rabbine yalvarıyordu.
“Ya Rab! Bu asrın imanını nasıl kurtaracağız?”
Ve Barla’da, 1927’de, o hidayet kandili yanmaya başladı. Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan manevî bir tefsiri olan “Risale-i Nur Külliyatı” telif edilmeye başlandı.
Bediüzzaman hazretleri söylüyordu, Barla’nın sadık köylüleri (Hüsrev, Sıddık Süleyman, Hafız Ali gibi mübarek zatlar) yazıyordu. Kâğıt yoktu, buldukları meyve kasalarının ambalajlarına, torba kâğıtlarına yazıyorlardı. Mürekkep yoktu, bazen is ile yazdılar.
Yazılan bu “Sözler”, “Mektubat”, “Lem’alar” gizlice elden ele çoğaltılıyordu. Matbaa yasaktı. İnsanlar evlerinin bodrum katlarında, geceleri mum ışığında bu iman hakikatlerini elle yazarak çoğalttılar. “Nur Postacıları” denen kahramanlar, bu risaleleri jandarmanın takibinden kaçırarak köy köy, şehir şehir bütün Anadolu’ya yaydılar.

Risale-i Nur ne yapıyordu?
O, “Allah var mı?”, “Ahiret neden lazım?”, “Peygamberlere ne lüzum var?”, “Kadere iman nasıl olmalı?” gibi asrın gençlerinin aklına gelen en zor suallere, Kur’an’dan aldığı dersle, akılları ikna eden, kalpleri tatmin eden cevaplar veriyordu. O, felsefenin ve materyalizmin hücumlarına karşı Kur’an’ın sönmez bir güneş olduğunu ispat ediyordu.

Bölüm 6: Zindanlar “Medrese-i Yusufiye” Oluyor
Elbette bu iman hizmeti, zamanın idarecilerini rahatsız etti. “Bu adam gizlice ne yapıyor?” diye onu defalarca mahkemeye verdiler.
Bediüzzaman ve talebeleri; Eskişehir (1935), Denizli (1944) ve Afyon (1948) hapishanelerine atıldılar.
Onlar zindanı bir ceza olarak değil, Hazreti Yusuf’un (a.s.) medresesi olarak gördüler. Zindana “Medrese-i Yusufiye” adını verdiler. Orada bile hizmet durmadı. Risaleler yazılmaya, mahkûmlar arasında yayılmaya devam etti. Nice cani ve katil, hapishanede bu Nur vesilesiyle tövbe etti, namaza başladı, birer hidayet ehli oldu.
Mahkemelerde onu idama götürecek bahaneler aradılar. O, mahkeme salonlarında kükreyen bir aslan gibi imanı müdafaa etti. Hâkimlere şöyle sesleniyordu:
“Benim bir tek gayem var: İmanı kurtarmak. Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. Beni idam etseniz de, mezar taşım dahi ‘La ilahe illallah’ diye haykıracaktır! Milyonlarca başım olsa, her gün birini kesseniz, bu iman hizmetinden vazgeçmem!”
Onu zehirlemeye çalıştılar. Defalarca yemeğine zehir kattılar. Lakin Allah’ın izniyle, o zehirler dahi bu hidayet kandilini söndüremedi. O, kendisine zehir verenlere dahi beddua etmedi, “Allah onları ıslah etsin” diye dua etti.

Netice: Urfa’da Bir Vuslat
Ömrünün son yıllarını Emirdağ’da, yine göz hapsinde ve sürgünde geçirdi. 80 yaşını aşmış, bedeni zindandan zindana sürüklenmekten, zehirlenmelerden yorgun düşmüştü. Lakin imanı dipdiriydi.
1960 senesinin mübarek Ramazan ayında, durumu ağırlaştı. Talebeleri onu, “Peygamberler Şehri”, Halilullah İbrahim Aleyhisselam’ın makamı olan Urfa’ya götürdüler. Hükümet buna da mani olmak istedi, lakin Urfa halkı bu büyük âlimi bağrına bastı.
Bediüzzaman Said Nursî, 23 Mart 1960 (25 Ramazan 1379) gecesi, sahur vaktinde, Urfa’da bir otel odasında mübarek ruhunu Rahman’a teslim etti.
O, bu fani hayattan ayrıldı, lakin ardında bıraktığı Risale-i Nur Külliyatı, milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olan bir hidayet kandili olarak parlamaya devam etti ve inşaallah kıyamete kadar da devam edecektir. O, söz verdiği gibi, bütün hayatını Kur’an’a ve imana vakfetmiş, asrın müceddidi vasfını sonuna kadar hak etmiş büyük bir kahramandı.
Allah ondan ve onun yolundan gidenlerden ebediyen razı olsun. Amin.
*******

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 28th, 2025