BERCESTE VE İZAHI – 151–
BERCESTE VE İZAHI – 151–
1. Beklentilerin Ağırlığı ve Hayal Kırıklığının Zehri
Beyitin İktibası
Osmanlıca:
هر كيمك اقبالی ياتسه قاسمی
آب شكر ايچسه زهر مار اولور
Latin Harfleriyle:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Her kimin ikbâli yatsa Kâsımî
Âb-ı şekker içse zehr-i mâr olur
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Ey Kâsımî! Eğer bir kimsenin beklentileri gerçekleşmezse, ulaşmak istediği hedeflere ulaşamazsa şekerli su bile içse ona sanki yılan zehiri içmiş gibi gelir.
İzah ve Tahlil
Bu beyit, insanın derûnî (iç) hali ile zahirî (dış) dünyayı nasıl anladığı arasındaki kopmaz bağlantıyı tasvir eder. Şair Kâsımî, “ikbâl” kelimesini kullanarak sadece talihi ve başarıyı değil, aynı zamanda insanın umutlarını, beklentilerini ve hayallerini de kasteder. “İkbâli yatmak” tabiri, bu beklentilerin boşa çıkması, talihin yüz çevirmesi ve kişinin hedeflerine ulaşamaması manasına gelir.
Beyitin kilit noktası, bu derûnî hayal kırıklığının, en basit ve en tatlı zahirî tecrübeyi dahi nasıl zehirlediğidir. “Âb-ı şekker” (şekerli su), hayatın en temel ve saf lezzetlerinden birini temsil eder. Ancak beklentileri yıkılmış bir insan için bu tatlı su dahi “zehr-i mâr” (yılan zehiri) haline gelir. Burada suyun yapısı değişmez; değişen, onu tadan kişinin duygusudur. Bu, insanın iç dünyasındaki fırtınaların, dış dünyadaki güneşi nasıl perdelediğinin mükemmel bir edebi ifadesidir.
Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
İnsanın hayat serüveni, bitip tükenmeyen bir beklentiler silsilesidir. Henüz çocukken kurulan hayallerden, gençlikteki idealist hedeflere, yetişkinlikteki kariyer ve aile planlarına kadar hayatımız, umutlarımızın şekillendirdiği bir yoldur. Bu beklentiler, hayat ağacının dalları gibidir; bizi ileriye, yukarıya doğru uzanmaya teşvik eder. Lakin Kâsımî’nin mısralarında billurlaşan acı hakikat şudur ki, bu dallar kırıldığında, ağacın kökleri dahi acı çeker.
Beyitte geçen “Her kimin ikbâli yatsa…” ifadesi, bu durumu cihanşümul (evrensel) bir kaide olarak ortaya koyar. İster sultan olsun ister gedâ, nefs taşıyan her insan bu tecrübeye açıktır. Umutların ve beklentilerin gerçekleşmemesi, sadece birer haricî kayıp değildir; bu, insanın varoluşuna dair derûnî bir sarsıntıdır. Bu sarsıntı, kişinin dünyaya baktığı nazarını (bakışını) bulandırır. Artık en leziz nimetler tatsız, en güzel manzaralar renksiz ve en samimi teselliler anlamsız gelir. İşte o vakit, “Âb-ı şekker içse zehr-i mâr olur.”
Bu hal, modern psikolojinin “anlamada seçicilik” veya “bilişsel çarpıtma” dediği durumun edebi bir tasviridir. Zihin, yaşadığı menfi (negatif) bir tecrübenin tesiriyle, etrafındaki bütün müspet (pozitif) unsurları görmezden gelmeye veya onları da menfi bir surette yorumlamaya başlar. Hayal kırıklığının zehri, sadece kalbe değil, akla ve göze de sirayet eder.
Bu beyitten alınacak en büyük ibret, mutluluğun ve huzurun, haricî şartlardan ziyade derûnî bir teslimiyet ve rıza haline bağlı olduğunun isbatıdır. Eğer insan, mutluluğunu tamamen hedeflerinin gerçekleşmesine bağlarsa, ikbâli her yattığında zehir içmeye mahkûm olur. Hakiki fazilet (erdem), beklentiler gerçekleşmediğinde dahi, kaderin tecellisine rıza göstererek, önündeki şekerli suyu zehir olarak değil, bir imtihan vesilesi ve şükür nimeti olarak görebilme sanatıdır. Zira imtihan sadece zorlukla değil, bazen de zorluk anında nimete karşı nankörlük etmemekle olur. Hayat, beklentilerimizle değil, imtihanlarımızla şekillenir ve mana kazanır.
Hülâsa (Özet)
Kâsımî’nin beyti, insanın iç dünyasındaki hayal kırıklıklarının, dış dünyadaki en tatlı gerçekleri bile nasıl zehirleyebileceğini anlatır. Ulaşılamayan hedefler ve boşa çıkan umutlar, kişinin algısını o denli bozar ki, şekerli su dahi yılan zehri gibi gelir. Bu, mutluluğun dış şartlara değil, içsel bir rıza ve teslimiyet haline bağlı olduğunu gösteren hikmetli bir tesbittir.
2. Gam Yurdu Olan Dünyada Bahta Sitemin Beyhudeliği
Beyitin İktibası
Osmanlıca:
كردون ستم بخت سياه ايتمكه دكمز
بالله بو غمخانه بر آه ايتمكه دكمز
Latin Harfleriyle:
Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün
Gerdûn sitem-i baht-ı siyâh etmeğe değmez
Billâh bu gam-hâne bir âh etmeğe değmez
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Bu dünya bir insanın kara bahtı için sitem etmesine değmez. Gam, elem yurdu olan bu dünya billahi bir kez ah etmeye bile değmez.
İzah ve Tahlil
Keçecizâde İzzet Molla, bu beytinde dünyaya ve kader tecellilerine karşı takınılması gereken ulvî tavrı ortaya koyar. Beytin anahtar kelimeleri “gerdûn” (felek, kader, dünya), “sitem-i baht-ı siyâh” (kara bahta sitem etmek) ve “gam-hâne”dir (gam evi).
Şair, dünyanın yapısını “gam-hâne” olarak tasvir ederek temel bir tespitte bulunur. Dünya, tabiatı icabı bir zevk ve safa yurdu değil, bir imtihan, çile ve hüzün mekanıdır. Bu temel tespitten hareketle, böyle bir yerde “kara baht”tan şikâyet etmenin abesle iştigal olduğunu belirtir. Ateşin yakmasından veya suyun ıslatmasından şikâyet etmek ne kadar mantıksızsa, gam evinde gamla karşılaşmaktan şikâyet etmek de o kadar anlamsızdır. İkinci mısradaki “Billâh” yemini ve “bir âh etmeğe değmez” ifadesi, bu fikri en kuvvetli şekilde perçinler. Şair, sadece sitem etmenin değil, en küçük bir şikâyet belirtisi olan “âh” çekmenin bile bu fani dünya için lüzumsuz bir çaba olduğunu vurgular.
Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
İnsanoğlunun en kadim yanılgılarından biri, dünyayı bir saadet ve istirahat yurdu zannetmesidir. Bu yanılma, onu kaçınılmaz olarak siteme ve isyana sürükler. Zira “gam-hâne” olarak yaratılmış bir mekândan, “gül bahçesi” performansı beklemek, en başta o mekânın yaratılış hikmetine aykırı bir duruştur. Keçecizâde İzzet Molla, bu derin hakikati iki mısraya sığdırarak, insana bir nevi “kader okuryazarlığı” dersi verir.
”Gerdûn sitem-i baht-ı siyâh etmeğe değmez.” Bu mısra, kaderi tenkit etmenin anlamsızlığını ifade eder. Kader, İlahi bir takdirdir ve ona yöneltilen her sitem, dolaylı olarak o takdirin sahibine yönelir. Kara baht olarak görülen şey, çoğu zaman imtihanın bir parçası, günahlara kefaret veya manevi dereceleri artıracak bir vesiledir. Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi, “Müminin her işi hayırdır.” Bu nazara sahip bir kimse için “baht-ı siyâh” yoktur; sadece rengi ve deseni farklı imtihanlar vardır. Dünyanın geçici ve değersiz yapısı düşünüldüğünde, onun fani cilveleri için ebedî hayata zarar verecek bir sitem tavrına girmek, akıl kârı değildir.
İkinci mısra, bu fikri daha da derinleştirir: “Billâh bu gam-hâne bir âh etmeğe değmez.” Ah etmek, acının ve çaresizliğin en basit dışavurumudur. Şair, yemin ederek, bu gam evinin, bu en küçük tepkiye bile layık olmadığını söyler. Neden? Çünkü “âh” etmek, enerjiyi şikâyete harcamaktır. Hâlbuki mümin, enerjisini sabra, şükre ve çözüm aramaya sarf etmelidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, “Şekvâ (şikâyet) kapısıyla belâlar insana yol bulur.” Şikâyet etmek, acıyı hafifletmez, bilakis onu derinleştirir ve insanın derûnî direncini kırar. Bu dünya, içinden geçip gidilen bir misafirhanedir. Misafirhanenin duvarındaki bir çizik için “âh” edip vaveyla koparmak, misafirlik adabına yakışmaz. Asıl vatan olan ahiretin yanında bu dünya, bir “âh”a bile değmeyecek kadar küçük ve geçicidir.
Bu beyit, bir çaresizlik veya dünyadan el etek çekme felsefesi değil, aksine muazzam bir manevi güç ve metanet telkinidir. Dünyanın hadiseleri karşısında sarsılmamayı, hadiselerin üstüne çıkarak onları İlahi hikmet nazarıyla okumayı öğretir. Bu, belayı verenin hatırına belaya sabretme, imtihanı gönderenin rızası için “âh” etmeden o imtihanı göğüsleme faziletidir.
Hülâsa (Özet)
Keçecizâde İzzet Molla, dünyanın tabiatının bir “gam evi” olduğunu hatırlatarak, böyle bir yerde kara bahttan şikâyet etmenin ve hatta “ah” çekmenin bile anlamsızlığını vurgular. Bu beyit, dünyanın geçici ve imtihanlarla dolu yapısını kabul ederek, hadiseler karşısında sitem yerine sabır ve metanet göstermenin daha ulvî bir tavır olduğunu ifade eden derin bir hikmet dersidir.
3. Ölümsüzlük Arayışının Çaresizliği: Lokman’ın Mâcerası
Beyitin İktibası
Osmanlıca:
فلك طاسنده معجون حياته سعی ايدن لقمان
اريتدی مايهٔ عمرك مماته بولمادی درمان
Latin Harfleriyle:
Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün
Felek tâsında ma‘cûn-ı hayâta sa‘y eden Lokmân
Eritdi mâye-i ömrün memâta bulmadı dermân
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Felek tasında ölümsüzlük ilacını bulabilmek için çalışıp çabalayan Lokman, bu uğurda ömrünü tüketti; ama ölüme bir çare bulamadı.
İzah ve Tahlil
”Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) mahlaslı bu beyit, insanın ölüm karşısındaki acziyetini, tarihi ve efsanevi bir şahsiyet olan Lokman Hekim üzerinden anlatır. Lokman, hikmetin ve hekimliğin pîri olarak kabul edilir. Beyit, böyle bir zirve şahsiyetin bile en temel insani kader olan ölüm karşısında çaresiz kaldığını vurgular.
”Felek tâsı,” dünyanın veya kaderin bir pota, bir imtihan kazanı olduğunu ima eder. Lokman, bu kazanın içinde “ma’cûn-ı hayât” yani hayat macununu, ölümsüzlük iksirini bulmaya “sa’y eden” (çabalayan) biri olarak tasvir edilir. İkinci mısra ise bu çabanın trajik sonucunu ortaya koyar. Lokman, bu uğurda “mâye-i ömrün” yani ömür sermayesini “eritdi” (tüketti) fakat “memâta” (ölüme) bir “dermân” (çare) bulamadı. Bu, hedefin kendisinin, hedefe ulaşmak için harcanan en değerli sermayeyi, yani hayatın kendisini yok ettiğini gösteren ironik ve ibretli bir tablodur.
Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
Tarih boyunca insanoğlunun en büyük arayışlarından biri ölümsüzlük olmuştur. Gılgamış’tan Simurg efsanelerine, simyacıların iksir denemelerinden günümüzün teknolojik vaatlerine kadar bu arayış, farklı suretlerde hep var olmuştur. Lâedrî’nin beyti, bu beyhude çabanın özünü, hikmetin sembolü Lokman Hekim üzerinden gözler önüne serer.
”Felek tâsında ma‘cûn-ı hayâta sa‘y eden Lokmân…” Bu mısra, insanın haddini aşan kibrini ve çaresizliğini bir arada sunar. En bilge hekimin dahi, kaderin ve tabiatın kanunlarını değiştirmeye cüret etmesi, büyük bir yanılgıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “Her can ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/185) buyrularak bu hakikat kesin bir dille ifade edilmiştir. Ölüm, bir son veya bir hastalık değil, yaratılışın bir kanunudur. Dolayısıyla ona “derman” aramak, yerçekimine derman aramak kadar abestir. Lokman’ın bu arayışı, insanın kendi faniliğini kabul edemeyişinin trajik bir sembolüdür.
Asıl ibretli olan ise ikinci mısradır: “Eritdi mâye-i ömrün memâta bulmadı dermân.” Ömür, insana verilmiş en kıymetli sermayedir (“mâye-i ömrün”). Bu sermaye, ebedî bir hayatı kazanmak için kullanılmalıdır. Beyitteki Lokman ise, bu sermayeyi fani hayatı uzatma gibi imkânsız bir hedefe harcayarak “eritmiş,” yani ziyan etmiştir. Bu, büyük bir tezat ve ibret vesilesidir. İnsan, ölümsüzlüğü ararken elindeki hayatı tüketmektedir. Sonsuz hayatı kazanma fırsatı varken, sonlu hayatı birkaç sene uzatabilme hayaliyle vaktini, enerjisini ve nihayetinde ömrünü heba etmektedir.
Bu beyit, bize şu hikmeti fısıldar: Gerçek bilgelik, ölüme çare aramak değil, ölüme hazırlanmaktır. Ölümü bir yok oluş değil, bir “terhis-i hayat” (hayat vazifesinden terhis olma), bir “tebdil-i mekân” (mekân değiştirme) ve Sevgili’ye (Allah’a) kavuşma kapısı olarak görmektir. Mâye-i ömrü, bu fani dünyada birkaç fazla nefes almak için değil, o ebedî âlemde sonsuz bir nefese kavuşmak için harcamaktır. Lokman’ın bulamadığı derman, aslında hekimlerin reçetelerinde değil, peygamberlerin tebliğlerindedir. O derman, iman ve salih ameldir. Hayatın gayesi ölümsüz olmak değil, “ölümsüz eserler” bırakarak ve Allah’ın rızasını kazanarak bu dünyadan göçmektir.
Hülâsa (Özet)
Bu beyit, hikmetin pîri Lokman Hekim’in bile ölümsüzlük iksirini ararken kendi ömür sermayesini tükettiğini ve ölüme bir çare bulamadığını anlatır. Bu, insanın ölüm karşısındaki acziyetinin ve ölümsüzlük arayışının beyhudeliğinin ibretli bir tasviridir. Asıl hikmetin, ölüme çare aramak yerine, verilen ömrü ebedî hayatı kazanmak için kullanmak olduğu dersini verir.
4. Kâbe’den Üstün Olan Gönül
Beyitin İktibası
Osmanlıca:
خطائی حال چاغنده
حق كوكل آلچاغنده
يوز بيك كعبه ياپقدر
بر كوكل آل چاغنده
Latin Harfleriyle:
Hatâyî hâl çağında
Hak gönül alçağında
Yüz bin Ka’be yapmakdır
Bir gönül al çağında
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Hatâyî, hâl ehli bir ârif olmuştur. Hak, bir ârifin gönlünde tecellî etmiştir. Bir gönül almak, bir gönle girmek, yüz bin kez Kâbe yapmak gibidir. Sen de henüz yaşıyorken bir gönül almaya bak.
İzah ve Tahlil
Şah İsmail Hatâyî’ye ait bu dörtlük, tasavvuf düşüncesinin temel direklerinden birini teşkil eden “insanın kutsallığı” ve “gönül” kavramını merkezine alır. Beyit, şekilsel ibadet ile ahlaki ve derûnî erdem arasında bir mukayese yapar ve ikincisinin üstünlüğünü kesin bir dille vurgular.
”Hâl çağı,” tasavvufta kişinin manevi bir cezbeye, ilahi bir tecrübeye ulaştığı anı ifade eder. Şair, bu manevi sarhoşluk ve vecd halinde iken söylediğini belirtir. “Hak gönül alçağında” mısraı, tevazu sahibi, alçak gönüllü kişinin kalbinde Allah’ın tecellilerinin bulunduğunu ifade eder. Meşhur “Ben yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım” Kudsî Hadisi’ne bir telmihtir (göndermedir).
Dörtlüğün zirvesi son iki mısradır. “Yüz bin Ka’be yapmakdır / Bir gönül al çağında.” Burada muazzam bir mübalağa sanatı ile “bir gönül almanın” sevabı, “yüz bin Kâbe inşa etmenin” sevabıyla kıyaslanır ve ona denk, hatta ondan üstün tutulur. Kâbe, İslam’ın en mukaddes mekanı, Müslümanların kıblesidir. Ancak Hatâyî’ye göre, Allah’ın tecelligâhı olan bir “insan gönlü” (kalbi), taştan yapılmış bir binadan daha mukaddestir. Bu, insanın “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) oluşunun en net ifadelerinden biridir.
Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
İslam medeniyetinin derûnî boyutunu teşkil eden tasavvuf, dini sadece zahirî ritüellerden ibaret görmeyip onun özüne, ruhuna ve ahlaki gayesine odaklanır. Hatâyî’nin bu nefesi, bu odaklanmanın en veciz ve en sarsıcı örneklerinden biridir. Bu mısralar, dinin merkezine şekli değil, insanı ve insanın kalbini koyar.
Yunus Emre’nin “Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil” mısralarıyla aynı hikmet pınarından beslenen bu dörtlük, bize ibadet ve ahlak bütünlüğünü hatırlatır. Hacca gitmek, Kâbe’yi tavaf etmek veya yeni bir Kâbe inşa etmek şüphesiz büyük sevaplardır. Ancak bütün bu ibadetlerin gayesi, insanı daha iyi, daha ahlaklı, daha merhametli bir kul yapmaktır. Eğer bir kimse, bir yandan Kâbe’ye yüz sürerken diğer yandan bir insanın kalbini kırıyor, bir yetimin gönlünü incitiyorsa, o ibadetlerin ruhunu ve gayesini anlamamış demektir. Zira Kâbe’nin sahibi olan Allah, o kırılan kalpte de nazar etmektedir.
”Hak gönül alçağında” ifadesi, ilahi tecellilerin kibir ve enaniyet (egozim) ile dolu kalplerde değil, tevazu ile alçalmış kalplerde barınacağını öğretir. Gönül, ancak “alçak” olduğu zaman ilahi feyizleri alabilecek bir kap haline gelir.
”Bir gönül al çağında” tavsiyesi ise, hayat sermayesi (“çağ”) tükenmeden, fırsat varken yapılması gereken en acil ve en kıymetli amelin “gönül kazanmak” olduğunu belirtir. Bir insanın gönlünü kazanmak, onun duasını almak, ona Allah’ı sevdirmek, onun derdine derman olmak; işte bütün bunlar, taş ve topraktan binalar inşa etmekten daha kalıcı ve daha makbul bir “manevi imar” faaliyetidir. Çünkü binalar yıkılabilir, ama Allah rızası için kazanılmış bir gönül, ebedî âlemde sahibine şefaatçi olabilir.
Bu beyit, bizi ibadetlerimizin muhtevasını sorgulamaya davet eder. Namazlarımız bizi kötülükten alıkoyuyor mu? Oruçlarımız bizi takvaya ulaştırıyor mu? Haccımız bizi daha merhametli yapıyor mu? Eğer cevap müspet ise, o ibadetler “gönül yapmak” ile birleşmiş demektir. Değilse, o ibadetler, ruhsuz birer ceset, içi boş birer şekilden ibaret kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hakiki dindarlık, Kâbe’ye hürmetle birlikte, Kâbe’nin Rabbi’nin eseri olan insana, bilhassa onun gönlüne hürmet etmeyi gerektirir.
Hülâsa (Özet)
Hatâyî, tasavvufi bir vecd halinde, Allah’ın tecelligâhının mütevazı ve arif bir insanın gönlü olduğunu söyler. Bir insanın gönlünü kazanmanın, yüz bin kez Kâbe inşa etmekten daha kıymetli bir amel olduğunu vurgular. Bu dörtlük, ibadetin ruhunun ahlak olduğunu ve dinin merkezine şekli ritüellerden ziyade, Allah’ın en şerefli eseri olan insanın kalbine hürmet etmeyi koyan derin bir hikmet içerir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025
![]()