BERCESTE VE İZAHI – 150–

BERCESTE VE İZAHI – 150–

​Birinci Beyit ve Tahlili: Nâbî’den Hayatın Istırabına Dair Bir Nazar
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
بو دوراندہ صفای خاطرہ نائلمشدر
فلكدن داغ بر داغ اولمادق بر دلمی قالمشدر
​Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Latin Harfleriyle:
Bu devrânda safâ-yı hâtıra nâ’il mi kalmışdır
Felekden dâğ-ber-dâğ olmadık bir dil mi kalmışdır
​Şair:
Nâbî
​Günümüz Türkçesiyle:
Bu dünyada işleri yolunda giden, gönlünün her istediği murada nail olmuş bir insan mı kalmıştır? Felekten yara üstüne yara almayan bir gönül mü kalmıştır?

​İzah ve Şerh
​Hikemî (didaktik, hikmetli) şiirin en büyük üstatlarından biri olan Nâbî, bu beyitinde hayatın ve dünyanın yapısına dair cihan şümul bir hakikati dile getirmektedir. İlk mısrada, “Bu devirde gönül rahatlığına, tam bir huzura ermiş kimse kalmış mıdır?” diye sorar. Buradaki “safâ-yı hâtır”, sadece geçici bir keyif hali değil, her türlü kederden, endişeden ve hayal kırıklığından arınmış, tam bir sükûnet halidir. Nâbî, bu mükemmel hale ulaşmanın bu devirde, yani bu fâni dünyada imkânsız olduğunu bir sual ile ortaya koyar.
​İkinci mısra, bu imkânsızlığın isbatını ve sebebini tasvir eder: “Felekten yara üstüne yara almamış bir gönül mü kalmıştır?” “Felek” kelimesi, klasik edebiyatta devranı, zamanın akışını, kaderi ve talihi temsil eder. “Dâğ-ber-dâğ olmak” ise yara üstüne yara almak, acıların katmerlenmesi demektir. Şair, feleğin tabiatı icabı her gönle mutlaka bir yara açtığını, hatta mevcut yaraların üzerine yenilerini eklediğini ifade eder. Bu, hayatın imtihanlarla dolu yapısının bir neticesidir. Dolayısıyla, mademki her gönül yaralıdır, o halde tam bir gönül huzuruna kavuşmak da mümkün değildir.
​Makale: Dâr-ı İmtihan Olan Dünyada Safâyı Aramak
​İnsanoğlu, yaratılış itibarıyla daima bir saadet ve huzur arayışı içindedir. Ene ve enaniyetin bir cilvesi olarak her şeyin kendi arzusuna göre şekillenmesini, hayatın pürüzsüz bir nehir gibi akmasını temenni eder. Ancak bu arzu, hayatın ve tabiatın yapısıyla zıt bir mahiyet arz eder. Zira içinde bulunduğumuz bu âlem, bir safa ve istirahat yurdu değil, bir imtihan, tecrübe ve tekâmül meydanıdır. Üstat Nâbî’nin feleğin sillesiyle “dâğ-ber-dâğ” olmamış bir gönül tasavvur edememesi, bu temel hakikatin edebi bir ön planıdır.
​Tarih sahifeleri, en büyük peygamberlerden en kudretli hükümdarlara, en zenginlerden en âlim zatlara kadar herkesin hayatının çetin imtihanlar, derin hüzünler ve beklenmedik musibetlerle dolu olduğunu gösterir. Hz. Eyyûb’un (a.s.) sabrı, Hz. Yûsuf’un (a.s.) kuyu ve zindan çilesi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Tâif’te taşlanması, çektiği açlık ve sevdiklerinin vefatıyla duyduğu hüzün, bu hakikatin en parlak misalleridir. Eğer bu dünya bir safa yurdu olsaydı, Allah’ın en sevgili kulları bu çileleri çekmezlerdi. Demek ki, derûnî hikmet, zahirî hadiselerin arkasında gizlidir. Musibetler ve yaralar, insanı olgunlaştıran, hamlıktan kurtarıp pişiren birer ateş, gönlü saflaştıran birer potadır.
​Felekten şikâyet etmek, divan şairlerinin sıkça başvurduğu bir edebi gelenek olmakla birlikte, Nâbî gibi hikmet ehli şairlerin dilinde bu, basit bir sızlanmanın ötesinde, dünyanın fâni yapısını tenkit ve ebedi âleme bir işarettir. Gönül, ancak bu dünyada bir misafir olduğunu, asıl vatanının burası olmadığını idrak ettiğinde hakiki huzura bir nebze olsun yaklaşabilir. Yaraları birer ikaz, acıları ise Rabbine daha çok yalvarmak için birer vesile olarak gördüğünde, feleğin attığı taşlar onu yıkmak yerine, iman kalesini daha da sağlamlaştıran harçlara dönüşür. Zira mü’min bilir ki, her yaranın üstünde bir merhem, her derdin üstünde bir derman ve her imtihanın sonunda bir mükafat veya hikmet vardır. Asıl “safâ-yı hâtır”, hadiselerin zahirî sarsıntılarından etkilenmeyen, her şeyin dizgininin Cenâb-ı Hakk’ın elinde olduğunu bilmekle elde edilen derûnî bir teslimiyettir.
​Özet
​Nâbî, bu beytinde, fâni dünyada tam bir huzur ve mutluluğa erişmenin imkânsız olduğunu, zira kaderin ve zamanın her gönülde mutlaka yaralar açtığını ifade eder. Bu tespitten hareketle yazılan makale, dünyanın bir safa yurdu değil, bir imtihan meydanı olduğunu; peygamberlerin hayatından misallerle isbat eder. Makaleye göre, hayattaki zorluklar ve acılar, insanı olgunlaştıran ve Allah’a yaklaştıran birer vesiledir. Gerçek huzur, olayların zahirine takılmadan, her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu bilerek O’na teslim olmaktan geçer.

​İkinci Beyit ve Tahlili: Leylâ Hanım’dan Peygamber Aşkının Dîvâneliği
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
كيدوب بوينمده زنجيرمله بن اول روضۀ پاكه
كورنلر هب بنى ديوانه صانسين يا رسول الله
​Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Latin Harfleriyle:
Gidip boynumda zincirimle ben ol ravza-i pâke
Görenler hep beni dîvâne sansın yâ Resûlallâh
​Şair:
Leylâ Hanım
​Günümüz Türkçesiyle:
Ey Allah’ın Resûlü! Boynumdaki kulluk zincirimle senin temiz ravzana gideyim. Beni bu hâlimle görenler hep deli divane sansınlar.

​İzah ve Şerh
​Kadın divan şairlerinden Leylâ Hanım, bu samimi ve coşkun beytinde, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan derin muhabbetini ve teslimiyetini dile getirmektedir. İlk mısrada geçen “Ravza-i Pâk” (tertemiz bahçe), Resûlullah’ın Medine’deki mübarek kabri ile minberi arasındaki bölümdür ve O’na ait olan her şey gibi pak ve mukaddestir. Şaire, o mübarek mekana “boynunda zincirle” gitmek arzusundadır. Buradaki “zincir”, birkaç katmanlı bir manaya sahiptir. Zahirî manada bir delilik alameti iken, derûnî manada tam bir kulluk, kölelik ve O’nun aşkına kayıtsız şartsız bağlılığın bir nişanıdır.
​İkinci mısra, bu aşkın dışavurumundan ve başkalarının nazarındaki yansımasından çekinmediğini, hatta bunu arzuladığını gösterir. “Görenler hep beni dîvâne sansın yâ Resûlallâh” diyerek, bu aşkın aklı ve mantığı aşan, insanı kendinden geçiren bir cezbeye ulaştığını ifade eder. Halkın kınaması veya “deli” demesi, âşığın nazarında bir ehemmiyet taşımaz. Bilakis bu, aşkının şiddetinin ve samimiyetinin bir isbatı olarak kabul edilir. Aşk, öyle bir haldir ki, aklın zahirî ölçüleriyle tartılamaz. Leylâ Hanım, bu haliyle Efendimiz’in huzuruna kabul edilmeyi ummaktadır.
​Makale: Aklın Sınırlarını Aşan Aşk: Dîvânelik ve Teslimiyet
​Aşk, mahiyeti itibarıyla aklı ve mantığı aşan, kalbi ve ruhu hükmü altına alan bir haldir. Beşerî aşklarda dahi bu durum gözlemlenirken, mevzu bahis Allah ve Resûlü’nün aşkı olduğunda, bu hal en ulvi mertebesine ulaşır. Leylâ Hanım’ın, boynunda bir teslimiyet zinciriyle Ravza’ya gitme ve bu uğurda “dîvâne” addedilme arzusu, Aşk-ı Nebî’nin nasıl bir vecd ve istiğrak hali olduğunu tasvir eden muhteşem bir levhadır.
​İnsanların “akıl” dedikleri terazi, çoğu zaman madde âleminin ağırlıklarını tartmak üzere ayarlanmıştır. Mana âleminin, aşkın, imanın ve teslimiyetin ağırlığı bu teraziye sığmaz. Bu sebeple, maneviyat yolcusunun halleri, zahirî nazarlara “dîvânelik” veya “akıl dışılık” olarak görünebilir. Mecnûn’un Leylâ için çöllere düşmesi, aklın nazarında bir cinnet iken, aşkın lisanında bir sadakattir. Benzer şekilde, Sahabe-i Kiram’ın canlarını, mallarını ve bütün sevdiklerini Allah Resûlü’nün yoluna feda etmeleri, materyalist bir bakış açısıyla izah edilemeyecek bir “dîvânelik”tir. Onlar için en büyük akıl, en kârlı ticaret, fâni olanı Bâkî olan uğruna feda etmekti.
​Leylâ Hanım’ın boynundaki “zincir”, modern insanın kaçtığı “bağlılığın” en şerefli sembolüdür. İnsan, tabiatı gereği bir şeye bağlanmak zorundadır. Ya fâni ve değersiz şeylere bağlanıp onların esiri olur ya da ipi Bâkî olan bir Zat’ın elinde olan bir ipe, Hablullah’a (Allah’ın ipine) ve O’nun Resûlü’ne bağlanarak hakiki hürriyete kavuşur. O zincir, nefsin ve dünyanın esaretinden kurtulup, en şerefli kapıya kul olmanın getirdiği bir hürriyet madalyasıdır. Başkalarının “dîvâne” demesi, o madalyanın parlaklığını azaltmaz, bilakis artırır. Çünkü bu, âşığın, maşukundan başka her şeye karşı kör, sağır ve “akılsız” olduğunun bir ilanıdır. Bu, aklın iptali değil, aklın daha yüce bir hakikat olan Aşk’ın hizmetine girmesidir.
​Özet
​Leylâ Hanım, beytinde Hz. Peygamber’e olan aşkını, O’nun Ravza’sına boynunda bir teslimiyet zinciriyle gitme ve bu haliyle insanlar tarafından “divane” olarak görülme arzusuyla dile getirir. Makalede, ilahi aşkın aklın zahirî ölçülerini aştığı, bu yüzden dışarıdan “delilik” gibi görünebileceği anlatılmaktadır. “Zincir” sembolünün, nefsin esaretinden kurtulup Allah ve Resûlü’ne tam teslimiyetle elde edilen hakiki hürriyetin bir nişanı olduğu vurgulanır. Bu “dîvânelik”, aklın inkârı değil, onun aşka ve maneviyata hizmet etmesidir.

​Üçüncü Beyit ve Tahlili: Şeyhülislâm Yahyâ’dan Hicranın Dili
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
جهانده عاشق مهجوره صانما راحت اولور
نلر چكر بو كوكل سویلسه م شكايت اولور
​Vezin:
Mefâ’îlün Fe’ilâtün Mefâ’îlün Fe’ilün
​Latin Harfleriyle:
Cihânda âşık-ı mehcûra sanma râhat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur
​Şair:
Şeyhülislâm Yahyâ
​Günümüz Türkçesiyle:
Bu dünyada sevdiğinden ayrılmış âşığa rahat vardır zannetme. Bu gönlün neler çektiğini söylesem şikâyet olur.

​İzah ve Şerh
​Zarif ve lirik şiirleriyle tanınan Şeyhülislâm Yahyâ, bu beytinde aşkın en temel ıstıraplarından biri olan “hicran” yani ayrılık acısını ele almaktadır. İlk mısra, kesin bir hükümle başlar: “Cihânda âşık-ı mehcûra sanma râhat olur.” Yani, sevdiğinden ayrı düşmüş (mehcûr) bir âşığın bu dünyada huzur bulabileceğini, rahata erebileceğini aklından bile geçirme, der. Bu, aşkın tabiatında vuslat (kavuşma) arzusunun yattığının ve bu arzu gerçekleşmediği müddetçe âşığın daima bir azap ve ıstırap içinde olacağının ifadesidir.
​İkinci mısra, bu ıstırabın derinliğini ve ifade edilemezliğini ortaya koyar. Şair, gönlünün çektiği acıları anlatmaya kalksa, bu sözlerin bir “şikâyet” olarak anlaşılacağını söyler. Bu mısrada ince bir hikmet gizlidir. Birincisi, hakiki ve derin acı, kelimelere sığdırılamayacak kadar büyüktür; anlatılmaya çalışıldığında basit bir sızlanmaya, bir şikâyete dönüşerek kıymetini ve derinliğini kaybeder. İkincisi, gerçek âşık, sevgilinin hükmüne ve takdirine razıdır. Ayrılığı takdir eden yine O’dur. Dolayısıyla ayrılığın acısını dile getirmek, O’nun takdirinden şikâyet etmek gibi olacağından, âşık edeben susmayı tercih eder. Istırabını kendi derûnunda yaşar.
​Makale: Sükûtun Feryadı: Ayrılık Acısı ve Şikâyet Etmemenin Fazileti
​Ayrılık, varlığın en derin yaralarından biridir. İnsan, ruhlar âleminde Rabbine verdiği sözden bu yana bir ayrılık içindedir ve hayatı boyunca bir vuslat, bir bütünleşme arzusuyla yaşar. Bu cihan şümul hakikat, beşerî aşklarda da kendini gösterir. Şeyhülislâm Yahyâ’nın tasvir ettiği “âşık-ı mehcûr”, sadece bir kadından veya erkekten ayrı düşmüş bir kimse değil, aynı zamanda ruhunun aslî vatanından, ilahi menbaından ayrı düşmüş her insanın bir sembolüdür. Bu yüzden sevdiğinden ayrı düşene bu cihanda rahat yoktur. Çünkü her ayrılık, o en büyük ayrılığın bir yansımasıdır ve gönülde sürekli bir sızı bırakır.
​Âşığın çektiği acıyı “söylesem şikâyet olur” diyerek dile getirmekten çekinmesi, yüksek bir ahlakın ve derin bir teslimiyetin faziletini gösterir. Günümüz insanı, en küçük sıkıntısını dahi sosyal mecralarda ilan etmeyi, sürekli bir şikâyet ve sızlanma hali içinde olmayı modern bir hak olarak görürken, kadim hikmet bize sabrı ve sükûtu telkin eder. Çünkü şikâyet, acıyı hafifletmez, bilakis onu sıradanlaştırır ve sahibinin vakarını zedeler. Hakiki ıstırap, bir feryat değil, derin bir sükûttur. Hz. Yakub’un (a.s.), oğlu Hz. Yûsuf’un (a.s.) hasretiyle gözleri kör olurken, Kur’an’ın ifadesiyle şöyle demesi bu hikmetin zirvesidir: “…Artık bana düşen, güzel bir sabırdır…” (Yûsuf, 12/18). O, derdini insanlara şikâyet ederek değil, sadece Allah’a arz ederek “güzel bir sabır” göstermiştir.
​Şeyhülislâm Yahyâ’nın beyti, bize acıyla başa çıkmanın edebi ve ahlaki bir yolunu gösterir. Derdini söylemek, eğer bir çare bulmak veya bir başkasına ibret olması için değilse, sadece sızlanmak maksadıyla ise, bu hem ilahi takdire karşı bir hoşnutsuzluk iması taşır hem de insanın kendi derûnî gücünü zayıflatır. Âşığın büyüklüğü, çektiği hicran ateşinin büyüklüğü kadar, o ateşi kimseye belli etmeden, şikâyete dönüştürmeden taşıyabilme kabiliyetindedir. O ateş, onu yakarken aynı zamanda pişirir ve saflaştırır. Sessizce çekilen çile, sahibini manen yücelten bir ibadete dönüşür.
​Özet
​Şeyhülislâm Yahyâ, sevdiğinden ayrı düşen bir âşığın dünyada asla huzur bulamayacağını, gönlünün çektiği derin acıları dile getirmesi durumunda ise bunun basit bir şikâyete dönüşeceğini ifade eder. Bu beyitten ilhamla kaleme alınan makale, ayrılık acısının evrensel bir insanlık hali olduğunu ve köklerinin ruhun aslî vatanından ayrı düşmesine dayandığını anlatır. Makalede, acıyı sükûtla ve sabırla karşılamanın, onu şikâyete dönüştürmemenin ahlaki bir fazilet olduğu, Hz. Yakub örneğiyle vurgulanır. Hakiki ıstırabın, insanı manen olgunlaştıran ve yücelten sessiz bir imtihan olduğu belirtilir.

​Dördüncü Beyit ve Tahlili: Kirâmî’den Fânilik ve Tevazu Dersi
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
چرخه طايانما هر نه قدر استوار ايسه
خاكك افندى آلتيده وار اوستى وار ايسه
​Vezin:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Latin Harfleriyle:
Çarha dayanma her ne kadar üstüvâr ise
Hâkin efendi altı da var üstü var ise
​Şair:
Kirâmî
​Günümüz Türkçesiyle:
Ne kadar sağlam olursa olsun bu fani dünyaya güvenme. Ey efendi! Toprağın her ne kadar üstü varsa altı da var.

​İzah ve Şerh
​Bu son derece hikmetli ve ibretli beyit, dünyanın geçiciliği (fânilik) ve bu hakikat karşısında insanın alması gereken tevazu tavrı üzerine kuruludur. Şair Kirâmî, ilk mısrada muhatabına seslenir: “Çarha dayanma her ne kadar üstüvâr ise.” “Çarh”, felek, dünya, devran demektir. “Üstüvâr” ise sağlam, dayanıklı, istikrarlı manasındadır. Şair, dünyanın zahiren ne kadar sağlam, düzenli ve güvenilir görünürse görünsün, ona bel bağlanmaması gerektiğini öğütler. Çünkü bu sağlamlık aldatıcıdır ve her an değişebilir.
​İkinci mısra, bu öğüdün ardındaki sarsıcı gerekçeyi ortaya koyar: “Hâkin efendi altı da var üstü var ise.” “Hâk”, toprak demektir. Şair, “Ey efendi!” diye hitap ettiği insana, şu an üzerinde gezdiği, sahibi olduğunu zannettiği toprağın bir de “altı” olduğunu hatırlatır. Hayattayken toprağın üstündeyiz, onu eker, biçer, üzerinde binalar yükseltiriz. Ancak ölümle birlikte toprağın altına gireceğiz. Toprağın üstü ne kadar gerçekse, altı da o kadar gerçektir. Bu ifade, hem fâniliği hem de makam ve mevki ile gururlanmamanın lüzumunu ders veren, son derece beliğ bir ifadedir.
​Makale: Toprağın Üstü ve Altı: Varlık ve Hiçlik Arasında Bir Hayat
​İnsanın en büyük yanılmalarından biri, içinde yaşadığı hayatın ve üzerinde yürüdüğü toprağın ebedi ve sarsılmaz olduğu zannıdır. Servetine, makamına, gücüne veya ilmine güvenerek kendini tabiatın ve zamanın yıkıcı tesirinden masun görür. Kirâmî, “Çarha dayanma” diyerek bu derin gaflete karşı insanı ikaz eden bir hikmet tokadı atar. Dünya, zahiren ne kadar sağlam temeller üzerine kurulu görünse de, onun yapısında fânilik ve zeval mayası vardır. Tarih, nice kudretli imparatorlukların, nice sarsılmaz sanılan kalelerin ve nice mağrur medeniyetin nasıl bir anda “hâk ile yeksan” yani toprakla bir olduğunu gösteren ibretli sahnelerle doludur.
​Beytin ikinci mısrasındaki “Hâkin efendi altı da var üstü var ise” ifadesi, tevazunun en veciz derslerinden biridir. Bugün toprağın üstünde gururla yürüyen “efendi”, yarın o toprağın altında sessiz ve hareketsiz yatacaktır. Bugün ayakları altında ezdiği toprak, yarın bedenini çürüten bir örtü olacaktır. Bu hakikat, varoluş bir gerçektir ve hiçbir felsefe veya ideoloji onu değiştiremez. Bu düşünce, insanı enaniyetten ve kibriyadan kurtaracak en tesirli ilaçtır. Toprağın üstünde olmak bir lütuf ve bir imtihan vesilesi ise, toprağın altına girecek olmak da bir hazırlık ve muhasebe sebebidir.
​Bu beyit, bize hayatı doğru bir açıdan okumayı öğretir. Hayat, toprağın üstü ile altı arasına gerilmiş ince bir çizgiden ibarettir. Bu kısa müddet içinde yapılacak en akıllıca iş, toprağın üstünü, altı için bir tarla olarak kullanmaktır. Buraya ne ekilirse, orada o biçilecektir. Buraya gurur ve zulüm ekenler, orada zillet ve azap biçeceklerdir. Buraya tevazu, iman ve salih amel ekenler ise, orada ebedi saadet ve rahmet hasat edeceklerdir. Dolayısıyla, ayağımızın altındaki toprağa her baktığımızda, sadece onun üstünü değil, bir gün gireceğimiz altını da hatırlamalıyız. Bu nazar, bakışımızı ve dolayısıyla bütün hayatımızı değiştirecek bir hikmet anahtarıdır.
​Özet
​Kirâmî, bu beytinde dünyanın sağlam görünüşüne aldanmamak gerektiğini, çünkü üzerinde yaşadığımız toprağın bir “üstü” olduğu gibi, ölümle gidilecek bir “altı” da olduğunu hatırlatarak fânilik ve tevazu dersi verir. Makalede, bu beytin insanın güç ve makamla gururlanma yanılgısına karşı güçlü bir ikaz olduğu işlenir. Hayatın, toprağın üstü (yaşam) ile altı (ölüm) arasında kısa bir yolculuk olduğu, bu sebeple insanın bu dünyadaki vaktini ahirete hazırlık için bir fırsat olarak görmesi gerektiği vurgulanır. Toprağın altını düşünmenin, insanı kibirden arındıran ve ona hakiki istikameti gösteren
bir tefekkür biçimi olduğu belirtilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 27th, 2025