BERCESTE VE İZAHI – 143–
BERCESTE VE İZAHI – 143–
1. Beyit: Şeyh Gâlib
İktibas:
Dîdesi havf-ı rakîb ile olup eşk-efşân
Su uyur düşmen uyur haste-i hicrân uyumaz
Günümüz Türkçesiyle:
Gözleri, rakibin korkusuyla gözyaşı saçar bir halde; su uyur, düşman uyur ama ayrılık hastası olan âşık uyumaz.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, Divan edebiyatının zirve isimlerinden Şeyh Gâlib’e aittir ve derûnî bir aşkın en temel hallerinden biri olan “hicran” yani ayrılık acısını tasvir eder. Beytin zahiri manasında, âşık, sevgilisine olan vuslat arzusunun önündeki engel olan “rakip”ten çekindiği için gözleri sürekli yaş döker. Bu ayrılık ve endişe hali, onu öyle bir noktaya getirmiştir ki, tabiatın en hareketli unsuru olan “su” ve en uyanık varlığı olan “düşman” dahi uykuya daldığı halde, onun gözüne uyku girmez.
Ancak bu beytin asıl hikmeti, tasavvufî bağlantısında gizlidir. Buradaki “sevgili”, Cenâb-ı Hak’tır. “Âşık” ise O’na vuslatı arzulayan salik, yani derviş veya mü’mindir. “Rakip” ise kişiyi Allah’tan alıkoyan her şeydir; dünya, masiva, nefs-i emmare ve şeytandır. “Hicran” ise, ruhlar alemindeki (“bezm-i elest”) ahdinden sonra dünyaya gönderilen ruhun, asıl vatanından ve Rabb’inden ayrı düşmesinin ızdırabıdır. Bu açıdan bakıldığında beyit, Allah aşkıyla yanan bir kalbin, dünyevi engellerin ve ayrılığın verdiği acıyla nasıl uykusuz geceler geçirdiğini, sürekli bir teyakkuz ve niyaz halinde olduğunu ifade eder. Uykusuzluk, bu yolda bir gayretin ve sadakatin isbatı haline gelir.
Makale: Hicran Gecelerinde Uyumayan Gözler
Hayat, bir vuslat arzusu ile bir hicran hakikati arasında salınan bir sarkaç gibidir. İnsanoğlu, tabiatı icabı sevdiğine kavuşmak, arzuladığını elde etmek ister. Lakin her vuslatın içinde yeni bir ayrılığın tohumu, her visalin ardında bir hicran gölgesi mevcuttur. Bu hakikati en dokunaklı mısralarla dile getirenlerden biri de, şüphesiz Şeyh Gâlib’dir. O, meşhur beytinde şöyle feryat eder:
Dîdesi havf-ı rakîb ile olup eşk-efşân
Su uyur düşmen uyur haste-i hicrân uyumaz
Bu mısralar, sadece beşerî bir aşkın tasviri değil, aynı zamanda kâinatın en büyük ayrılığının, yani ruhun Rabb’inden ayrı düşüşünün trajik bir yankısıdır. Âşığın gözü, rakip korkusuyla yaş döker. Zahirde bu rakip, sevdiğine göz koyan bir başkasıdır. Fakat hikmet nazarıyla bakıldığında rakip, insanı asıl Sevgili’den, yani Allah’tan (c.c.) uzaklaştıran her türlü engeldir. Ene ve enaniyet, dünyanın fani cazibesi, nefsin bitmek bilmeyen arzuları ve şeytanın vesveseleri… İşte asıl rakipler bunlardır. Bu rakiplerin varlığı, hakiki âşığın kalbini daima bir “havf” yani korku ve titreme içinde tutar. Bu korku, Sevgili’yi kaybetme, O’nun rızasından mahrum kalma endişesidir. Bu endişe ise gözyaşını, yani nedameti ve duayı beraberinde getirir.
Beytin ikinci mısrası, bu halin ne denli şiddetli olduğunu bir tezat sanatı ile ortaya koyar. “Su uyur, düşman uyur…” Atasözlerimizde dahi “su uyur, düşman uyumaz” denilerek uyanıklık ve tehlike sembolü olan bu iki unsurun bile sükûnete erdiği bir anda, “haste-i hicrân” yani ayrılık hastası olan âşığın gözüne zerre uyku girmez. Çünkü onun derdi, fani dünyanın geçici sıkıntıları değildir. Onun derdi, ezelde “Evet!” dediği Rabb’inden ayrı kalmanın, bu gurbet yurdunda O’na olan hasretinin derdidir. Bu öyle bir hastalıktır ki, devası ancak vuslattır. Bu öyle bir derttir ki, sahibi bu dertten memnundur, zira bu dert, Sevgili’yi hatırlatan en sadık yoldaştır.
Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, kalpte hakiki manada sadece bir sevgi barınabilir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu hakikati şöyle dile getirir: “malûmdur ki adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mana-i hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar.” İşte hicran hastası âşık, kalbini sadece bir Sevgili’ye tahsis ettiği için, O’ndan gayrı her şeye karşı uykudadır, ama O’nun ayrılığıyla tamamen uyanıktır. Geceler, onun için bir vuslat ve münacat vaktidir. Gözyaşları, kalbindeki aşk ateşini söndürmek için değil, belki daha da alevlendirmek için akan bir rahmet pınarıdır.
Velhasıl, Şeyh Gâlib’in bu beyti, aşkın sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir uyanıklık, bir teyakkuz ve bir sadakat hali olduğunu isbat eder. Ayrılık, âşığı bitiren değil, bilakis onu pişiren, hamlıktan kurtarıp kâmil bir insan haline getiren ilahi bir ateştir. O ateşle yanan kalp, uyumayı kendine haram bilir.
Hülasa: Şeyh Gâlib’in bu beyti, ayrılık acısıyla yanan bir âşığın uykusuzluğunu tasvir eder. Makalede bu tema, beşerî aşktan ilahi aşka taşınarak, “rakip”in nefis ve dünya, “hicran”ın ise ruhun Allah’tan ayrı düşmesi olduğu tasavvufî açıdan ele alınmıştır. Âşığın uykusuzluğu, Rabb’ine karşı derûnî bir uyanıklık ve sadakat hali olarak yorumlanmıştır.
2. Beyit: Sa’dî-i Şirâzî
İktibas:
Vasf-ı to-râ ger konend ver ne-konend ehl-i fazl
Hâcet-i meşşâta nist rûy-i dil-ârâm-râ
Günümüz Türkçesiyle:
Fazilet sahibi kişiler seni ister övsünler ister övmesinler fark etmez. Gönüllere ferahlık veren bir yüzün, kuaföre ihtiyacı yoktur.
İzah ve Açıklama
İran edebiyatının büyük hikmet şairi Sa’dî-i Şirâzî’ye ait bu Farsça beyit, zahiri güzellik ile derûnî fazilet arasındaki ilişkiyi veciz bir şekilde ortaya koyar. “Meşşâta”, gelinleri süsleyen, onlara güzellik katan sanatkâr kadındır. “Rûy-i dil-ârâm” ise gönle huzur ve rahatlık veren, kendi başına zaten güzel olan bir yüzü ifade eder. Sa’dî diyor ki, nasıl ki zaten kusursuz derecede güzel olan bir yüzün, süslenmek için bir başkasının yardımına ihtiyacı yoksa; fazilet ve kemal sahibi bir şahsiyetin de değerinin anlaşılması için “ehl-i fazl”ın, yani diğer faziletli insanların övgüsüne veya tenkidine ihtiyacı yoktur.
Beytin hikmeti, hakiki değerin dış onaya veya zahiri süse muhtaç olmadığı fikrinde yatmaktadır. Güneşin varlığını ispatlamak için bir mum ışığına ihtiyaç duyulmadığı gibi, gerçek fazilet de kendi kendisinin isbatıdır. O, varlığıyla zaten etrafına ışık saçar, gönüllere ferahlık verir. İnsanların onu övmesi ona bir şey katmaz, yermesi de ondan bir şey eksiltmez.
Makale: Faziletin Kendinden Menkul Güzelliği
İnsanoğlunun en temel zaaflarından biri, değerini başkalarının nazarında ve tasdikinde aramasıdır. Alkışlarla yükseldiğini zanneder, tenkitlerle yıkıldığını hisseder. Bu, kıymetini kendi derûnunda değil, başkalarının dilinde arayan ruhların yanılsamasıdır. Oysa hakikat, Şirazlı büyük hikmet ustası Sa’dî’nin dilinden asırlar ötesinden bize şöyle seslenir:
Vasf-ı to-râ ger konend ver ne-konend ehl-i fazl
Hâcet-i meşşâta nist rûy-i dil-ârâm-râ
Sa’dî, bu beyit ile faziletin ve hakiki güzelliğin manifestosunu yazar. Gönüllere huzur veren, bakanın içini ferahlatan o güzel yüz, bir “meşşâta”nın, yani bir süsleyicinin fırçasına, boyasına muhtaç değildir. Onun güzelliği zatîdir, arizî değil. Tıpkı bunun gibi, fazilet ve hüner sahibi bir insanın kıymeti de, başka fazilet sahiplerinin onu övmesine veya yermesine bağlı değildir. Onun değeri, karakterinin derinliklerinde, ahlakının güzelliğinde ve amellerinin samimiyetinde saklıdır.
Bu hikmet, hayatın her sahası için geçerli cihan şümul bir düsturdur. Bir âlimin ilmi, bir sanatkârın sanatı, bir ustanın mahareti, eğer hakiki ise, başkalarının tasdikine ihtiyaç duymaz. Elbette takdir görmek güzeldir, lakin hakiki fazilet sahibi, eylemlerini takdir toplamak için değil, doğru ve güzel olduğu için yapar. Onun gayesi, insanların rızası değil, Hakk’ın rızasıdır. Bu mertebeye ulaşan için başkalarının övgüsü bir gurur vesilesi, yergisi de bir yeis sebebi olmaz.
Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’in bize öğrettiği takva ölçüsüyle de tam bir uyum içindedir. Cenâb-ı Hak, üstünlüğün soya, sopa, zenginliğe veya zahiri görünüme göre olmadığını, yegâne kıymet ölçüsünün takva olduğunu beyan eder:
”Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurât Suresi, 13. Ayet – TDV Meali)
Allah katındaki değer, insanların övgüsüyle değil, kalplerdeki O’na karşı duyulan derin saygı ve sakınma hissiyle ölçülür. Bediüzzaman Hazretleri’nin İhlas Risalesi’nde ısrarla üzerinde durduğu gibi, amellerde rıza-yı İlahi esas olmalıdır. İnsanların takdiri o rızaya tabi ise bir kıymeti olabilir, değilse zerre ehemmiyeti yoktur. Sa’dî’nin beyti de aslında bu İslâmî ahlak ilkesinin edebi bir tasviridir. Fazilet, Allah için yaşandığında “rûy-i dil-ârâm” gibi parlar ve başkaca bir süse ihtiyaç duymaz.
O halde yapılacak olan, nazarları dışarıdan içeriye, yani insanların dilinden kendi kalbimize ve vicdanımıza çevirmektir. Fazileti bir süs gibi takınmak yerine, onu karakterimizin ayrılmaz bir parçası haline getirdiğimizde, Sa’dî’nin işaret ettiği o kendinden menkul güzelliğe ve değere kavuşmuş oluruz.
Hülasa: Sa’dî-i Şirâzî’nin beyti, gerçek fazilet ve güzelliğin dış onaya veya süslemeye muhtaç olmadığını anlatır. Makalede bu fikir, insanın değerini başkalarının nazarında arama yanılmasına karşı bir tenkit olarak işlenmiş; hakiki kıymetin, Allah rızası için yaşanan takva ve ihlasla elde edilen derûnî bir güzellik olduğu vurgulanmıştır.
3. Beyit: Süleyman Çelebi
İktibas:
Pes Muhammed’dir bu varlığa sebeb
Cehd edip anın rızâsın kıl taleb
Günümüz Türkçesiyle:
O halde, bütün bu varlıkların yaratılma sebebi Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Sen de gayret edip onun rızasını kazanmaya bak.
İzah ve Açıklama
Milletimizin kalbinde müstesna bir yeri olan Mevlid-i Şerif’in müellifi Süleyman Çelebi’ye ait bu beyit, İslâm inancının temel direklerinden birini teşkil eden Peygamber sevgisini ve onun kâinattaki yerini ifade eder. Beytin ilk mısrası, “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk” (Sen olmasaydın, sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım) meâlindeki kudsî hadise telmihte bulunur. Bu inanca göre, Cenâb-ı Hak, kâinatı en sevgili kulu ve habibi olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nurundan ve O’nun hatırına yaratmıştır. O, varlık ağacının çekirdeği ve en mükemmel meyvesidir.
İkinci mısra ise bu büyük hakikatten hareketle bizlere bir vazife yükler: Mademki kâinatın varlık sebebi odur, o halde bizim de en temel vazifemiz, gayret göstererek (“cehd edip”) O’nun rızasını ve şefaatini talep etmektir. O’nun rızasını talep etmek ise, O’nun getirdiği dine tabi olmak, sünnetine uymak ve ahlakıyla ahlaklanmak demektir.
Makale: Varlık Ağacının Sebebi ve Meyvesi
Kâinat, muazzam bir kitap, her bir varlık ise o kitabın manalı bir kelimesidir. İnsan, bu kitabı okumak ve yazarını, yani Sanatkârını tanımak için gönderilmiş bir nazırdır. Ancak bu devasa kitabın bir de fihristi, bir de en parlak başlığı vardır. O başlık anlaşılmadan kitabın derin manasına nüfuz etmek mümkün değildir. İşte o fihrist ve o parlak başlık, Fahr-i Kâinat Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.v.). Bu hakikati, asırlardır bu toprakların gönül dili olmuş Mevlid-i Şerif’in müellifi Süleyman Çelebi, ne kadar net ve sade ifade eder:
Pes Muhammed’dir bu varlığa sebeb
Cehd edip anın rızâsın kıl taleb
Bu beyit, bir inanç manzumesinin özeti gibidir. “Varlığa sebeb”, kâinatın yaratılış gayesinin O’nun nuru ve O’nun risaleti olduğunu ilan etmektir. O, sadece bir posta memuru gibi ilahi mesajı getirip giden bir elçi değil, aynı zamanda varlık senfonisinin en mükemmel nağmesi, hilkat ağacının hem çekirdeği hem de en kâmil meyvesidir. Bütün peygamberler, âlimler, veliler, hatta melekler; O’nun getirdiği nurun etrafında dönen pervaneler gibidir. Güneşin ışığı olmadan diğer yıldızların görünmediği gibi, O’nun risaletinin nuru olmadan ne varlığın sırrı anlaşılır ne de Yaradan’a giden yol bulunur.
Bu azametli hakikat, insana büyük bir sorumluluk yükler. Beytin ikinci mısrası, bu sorumluluğun ne olduğunu açıkça ortaya koyar: “Cehd edip anın rızâsın kıl taleb.” Yani, bu kâinat kendisi için yaratılan Zat’a (s.a.v.) kayıtsız kalamazsın. O’nun rızasını kazanmak için “cehd etmek”, yani bütün gücünle, samimiyetle gayret göstermek zorundasın. Peki, O’nun rızası nasıl kazanılır? Bu sorunun cevabını da bizzat Kur’ân-ı Kerîm vermektedir:
”De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Âl-i İmrân Suresi, 31. Ayet – TDV Meali)
Görüldüğü üzere, Allah sevgisinin isbatı ve Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu, O’nun Habibine uymaktan geçmektedir. O’nun rızasını talep etmek, O’nun sünnet-i seniyyesini hayata hayat kılmaktır. O’nun gibi adil, merhametli, dürüst, sabırlı ve affedici olmaya çalışmaktır. O’nun ibadet hayatını, aile hayatını, sosyal ilişkilerini örnek almaktır. Bu “cehd”, kuru bir iddia değil, amele ve ahlaka yansıyan canlı bir gayrettir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, “O zât (A.S.M.) kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat’ın en sevdiği masnuu ve mahbubudur.” (RNK, Sözler, s. 297). Kâinatın en mükemmel meyvesinin yolundan gitmek, insanı da kendi fıtratının en mükemmel noktasına ulaştırır. Süleyman Çelebi’nin bu veciz beyti, bize hem varlık sebebimizi hatırlatmakta hem de hayat yolculuğumuzun gayesini ve pusulasını göstermektedir.
Hülasa: Süleyman Çelebi’nin beyti, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kâinatın yaratılış sebebi olduğunu ve insanın temel görevinin de O’nun rızasını kazanmak için gayret etmek olduğunu belirtir. Makale, bu beyitten yola çıkarak Hz. Peygamber’in varlık içindeki merkezî konumunu ve O’na uymanın (ittibâ-ı sünnet) Allah sevgisini kazanmanın yegâne yolu olduğunu ayet ve Risale-i Nur’dan iktibaslarla açıklamaktadır.
4. Beyit: Aziz Mahmud Hüdâyî
İktibas:
Kim umar senden vefâyı
Yalan dünyâ değil misin
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan dünyâ değil misin
Günümüz Türkçesiyle:
Senden kim vefa umabilir ki? Sen yalan dünya değil misin? Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) bile alan (aramızdan ayıran) dünya değil misin?
İzah ve Açıklama
Büyük mutasavvıf ve âlim Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne ait bu dörtlük, dünyanın fani ve aldatıcı yapısını son derece dokunaklı bir dille ifade eder. Dörtlüğün temelinde, dünyaya karşı bir güvensizlik ve ondan vefa beklemenin beyhude olduğu fikri yatar. Dünya, “yalan”dır, yani zahiri görüntüsüyle insanı aldatır, vaat ettiklerini yerine getirmez, geçici bir zevk uğruna ebedi bir hayatı kaybettirebilir.
Bu iddianın en büyük isbatı ise ikinci beyitte sunulur. Dünya o kadar vefasız ve acımasızdır ki, yaratılmışların en şereflisi, Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) dahi ebediyen üzerinde barındırmamış, O’nu da “almış” yani vefatına sebep olmuştur. Kâinatın efendisine bile kalıcı bir yurt olmayan bu dünyadan, sıradan insanların vefa beklemesi ne büyük bir yanılgıdır! Bu, dünyaya gönül bağlamamak, onun geçici cazibesine kanmamak için çok güçlü bir ikazdır.
Makale: En Büyük İsbat: Dünyanın Vefasızlığı
İnsanın en trajik yanılgılarından biri, geçici olana kalıcıymış gibi bağlanması, fani olanı baki zannetmesidir. Bu yanılmanın adıdır “dünya sevgisi”. O, süslü bir gelin gibi kendini gösterir, tatlı vaatlerde bulunur ama nihayetinde herkesi yüzüstü bırakır. Bu hakikati gönül erbabı asırlardır farklı dillerle ifade etmiştir. Ancak pek azı, Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri kadar sarsıcı ve kesin bir delil sunabilmiştir:
Kim umar senden vefâyı
Yalan dünyâ değil misin
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan dünyâ değil misin
Bu mısralar, dünyaya karşı bir ithamname, bir güvensizlik ilanıdır. İlk soru retoriktir: Senden kim vefa umabilir ki? Bu sorunun cevabı zaten bellidir: Hiç kimse! Çünkü dünyanın hamuru vefasızlıkla yoğrulmuştur. O, bir serap gibidir; susamış yolcuya su vaat eder ama yanına varıldığında ortada sadece kum ve hayal kırıklığı vardır. O, “yalan”dır, çünkü hakikatin kendisi değil, gölgesidir. Ebedi hayatın yanında bir anlık bir oyalanmadan ibarettir.
Peki, bu iddianın, bu ithamın isbatı nedir? Hüdâyî Hazretleri, öyle bir delil getirir ki, karşısında bütün kalplerin teslim olmaktan başka çaresi kalmaz. Delili, Kâinatın Efendisi, varlığın sebebi olan Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.v.). Eğer dünyada bir kişiye vefa gösterilecek olsaydı, eğer bir kişi bu fani yurtta kalıcı kılınacak olsaydı, bu şüphesiz Allah’ın Habibim dediği O Zat olurdu. Lakin dünya, en kıymetlisini dahi üzerinde tutmamış, O’nu da fena kanununa tabi kılarak “almıştır”. Allah’ın en sevdiği kuluna yâr olmayan, O’nu bile misafir olarak ağırlayıp sonra uğurlayan bu dünyadan, bizler nasıl ebedi bir sadakat ve vefa bekleyebiliriz?
Bu hakikat, Risale-i Nur’da dünyanın iki yüzü olduğu tespitiyle daha da derinleşir. Bir yüzü Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecelligâhı olması cihetiyle güzeldir. Bu yüzüyle dünya sevilir. Fakat bir de fani, geçici, insanın hevesatına bakan, gaflete sebep olan çirkin bir yüzü vardır. İşte Hüdâyî Hazretleri’nin “yalan dünya” diyerek tenkit ettiği bu ikinci yüzüdür.
Dünyanın baki yüzünü unutup, onun fani varlığına gönül bağlamak, en büyük aldanıştır.
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bu ilahisi, kalplere bir neşter gibi vurur. Bize der ki: “Ey insan! En sevdiğini elinden alan bu dünyaya nasıl güveniyorsun? En kıymetline yurt olmayan bu handa nasıl ebedi kalacakmış gibi hazırlık yapıyorsun? Nazarını fani olandan baki olana çevir. Gönlünü, vefasız dünyaya değil, vefası sonsuz olan Mevlâ’ya bağla.”
Hülasa: Aziz Mahmud Hüdâyî’nin dörtlüğü, dünyanın vefasız ve aldatıcı olduğunu vurgular. Bunun en büyük kanıtı olarak da, yaratılmışların en üstünü olan Hz. Muhammed’i (s.a.v.) bile üzerinde kalıcı kılmamasını gösterir. Makalede bu tema, dünyaya gönül bağlamanın büyük bir yanılgı olduğu, asıl bağlanılması gerekenin baki olan Allah olduğu fikri etrafında işlenmiştir.
5. Beyit: Nâbî
İktibas:
Lâzım gelirdi serv ü çenâr ola mîvedâr
Fazl u hünerde medhali olsa kıyâfetin
Günümüz Türkçesiyle:
Eğer fazilet ve hüner sahibi olmakta kılık kıyafetin, yani dış görünüşün bir tesiri olsaydı, dışarıdan bakıldığında çok gösterişli duran servi ve çınar ağaçları da meyveli birer ağaç olurdu.
İzah ve Açıklama
Hikemî (hikmetli) şiir tarzının Osmanlı edebiyatındaki en büyük temsilcisi olan Nâbî, bu beytinde de derin bir hayat dersi vermektedir. Beytin merkezinde, “kıyafet” yani dış görünüş ile “fazl u hüner” yani fazilet ve yetenek arasındaki ilişki sorgulanır. Nâbî, tabiatten muhteşem bir örnekle tezini ispatlar: Servi ve çınar ağaçları, zahiren son derece heybetli, gösterişli ve güzeldir. Eğer dış görünüşün, kılık kıyafetin iç bir değere, bir fazilete veya bir yeteneğe (“hüner”) tesiri olsaydı, bu kadar gösterişli ağaçların aynı zamanda “mîvedâr” yani meyve veren ağaçlar olması gerekirdi.
Ancak biliriz ki, bu ağaçların meyvesi yoktur veya meyveleri yenmez. Onların güzelliği sadece zahiridir. Asıl kıymetli olan meyveyi ise, belki de dışarıdan o kadar gösterişli olmayan nice ağaç verir. Bu muhteşem benzetme yoluyla Nâbî, insanın değerinin de kılık kıyafetinde, dış görünüşünde değil; ahlakında, ilminde, sanatında, yani derûnundaki fazilet ve hünerlerde olduğunu ifade eder.
Makale: Heybetli Ama Meyvesiz Ağaçlar
İnsan, gözüyle hükmeden bir varlıktır. İlk bakışta gördüğüne, zahirin parıltısına aldanmaya pek müsaittir. Süslü elbiseler, gösterişli makamlar, güzel suretler, çoğu zaman karakterin ve liyakatin önüne geçen birer yanılsama perdesi olur. Bu kadim insani zaafı, hikmetli şiirin pîri Nâbî, tabiatın şahitliğine başvurarak ne de güzel ortaya koyar:
Lâzım gelirdi serv ü çenâr ola mîvedâr
Fazl u hünerde medhali olsa kıyâfetin
Nâbî, bu beyit ile adeta “insanları kıyafetleriyle karşılarlar, fikirleriyle uğurlarlar” sözünün şerhini yapar. Toplumda faziletin, ilmin, irfanın ve yeteneğin ölçüsü eğer dış görünüş olsaydı, bunun tabiatta da bir karşılığı olması gerekirdi. O zaman, göğe doğru heybetle uzanan, endamıyla bakanları kendine hayran bırakan o servi ağaçlarının ve gölgesinde nice yolcuyu dinlendiren o ulu çınarların, en lezzetli meyveleri vermesi icap ederdi. Lakin hakikat böyle değildir. Onların bütün haşmeti, göze hitap eden, lakin mideyi doyurmayan bir güzelliktir. Asıl hayatî gıda olan meyveyi, belki de o kadar boylu poslu olmayan, ilk bakışta dikkat çekmeyen bir elma, bir armut ağacı verir.
Bu teşbih, insan ve toplum hayatı için derin manalar ihtiva eder. Bir insanın giydiği pahalı elbise, bindiği lüks araba veya oturduğu gösterişli makam, onun “serv ü çenâr” gibi zahiri heybetidir. Bunlar, o kişinin faziletli, bilgili veya hünerli olduğu manasına gelmez. Asıl kıymet, o zahiri kabuğun altında yatan özdür. Kişinin ahlakı, vicdanı, ilmi, adaleti ve insanlığa sunduğu “meyve” yani faydalı hizmetlerdir. Tarih, nice gösterişli kıyafetler içinde ruhları bomboş kalmış, heybetli saraylarda oturup zulümden başka bir meyve vermemiş nice insanla doludur. Ve yine tarih, mütevazı kıyafetler içinde nice gönül sultanının, insanlığın yolunu aydınlatan nice âlimin ve fazilet timsali şahsiyetin yetiştiğine şahittir.
Bu mesele, Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifinde en kâmil ifadesini bulur:
“Şüphesiz ki Allah, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Lâkin O, sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34).
İlahi nazarın odaklandığı yer, “kıyafet” değil, kalptir. Değerin ölçüsü, mal-mülk değil, ameldir. Nâbî’nin beyti, bu Nebevî hikmetin edebi bir yansımasıdır. Bize, insanları değerlendirirken gözümüzü zahirden öze, kıyafetten karaktere, suretten sîrete çevirmemiz gerektiğini hatırlatan bir ikazdır. Bir insanla karşılaştığımızda kendimize sormamız gereken soru şudur: Bu kişi, heybetli ama meyvesiz bir çınar mıdır, yoksa mütevazı görünse de insanlığa faydalı meyveler sunan bir ağaç mıdır? Hakiki değer, bu sorunun cevabında gizlidir.
Hülasa: Nâbî’nin beyti, dış görünüşün (kıyafet) iç değer (fazilet ve hüner) için bir ölçü olamayacağını, gösterişli ama meyvesiz servi ve çınar ağaçları örneğiyle anlatır. Makalede bu fikir, insanları zahiri özelliklerine göre yargılamanın bir yanılgı olduğu, asıl değerin kişinin karakterinde, ahlakında ve insanlığa sunduğu faydalı amellerde bulunduğu hadis-i şerif ışığında işlenmiştir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025
![]()