BERCESTE VE İZAHI – 142–

BERCESTE VE İZAHI – 142–

​Birinci Beyit ve Tahlili: Hacı Bayrâm-ı Velî
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​نولدی بو کوکلم نولدی بو کوکلم
درد و غم ایله طولدی بو کوکلم
یاندی بو کوکلم یاندی بو کوکلم
یانمه ده درمان بولدی بو کوکلم

​Latin Harfleriyle:
​Müfte’ilâtün Müfte’ilâtün
​N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm
Derd ü gam ile doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada dermân buldu bu gönlüm
​Hacı Bayrâm-ı Velî

​Günümüz Türkçesiyle:
​Bu gönlüme ne oldu, bu gönlüme ne oldu?
Dert ve gamla doldu bu gönlüm.
Bu gönlüm yandı, bu gönlüm yandı.
Bu gönlüm, yanmakla derman buldu.

​İzah ve Tahlil
​Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nin bu meşhur beyti, tasavvuf düşüncesinin temel dinamiklerinden birini, yani “derdin bizzat derman oluşu” hakikatini veciz bir şekilde tasvir etmektedir. Beyit, bir hayret ve şaşkınlık nidasıyla başlar: “N’oldu bu gönlüm?”. Bu, ruhun kendi derûnî hâllerindeki değişimi fark edip bu süreci anlamlandırma çabasının bir ifadesidir. Gönül, Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı, marifetullahın tecellî ettiği bir merkezdir. Bu merkezin başlangıçta dert ve gam ile dolması, aslında bir arayışın, bir hicranın ve vuslat arzusunun başlangıcıdır.
​”Yanmak” fiili, tasavvufî ıstılahta ilahî aşkın (aşk-ı ilahî) kalpteki yakıcı tesirini ifade eder. Bu ateş, gönüldeki masivayı, yani Allah’tan gayrı her şeyi yakan, saflaştıran bir ateştir. Bu yanış, zahiren bir elem ve ıstırap gibi görünse de, hakikatte bir arınma ve tekâmül sürecidir. Beytin zirvesi ve hikmetinin kilit noktası son mısradır: “Yanmada dermân buldu bu gönlüm”. Bu ifade, çelişki gibi görünen bir hakikati, bir paradoksu ortaya koyar. Derman, derdin ortadan kalkmasıyla değil, derdin bizzat içinde, yanmanın tam merkezinde bulunmuştur. Aşık, maşukundan ayrı kalmanın verdiği ızdırapla yanarken, bu yanışın kendisi onu maşukuna yakınlaştıran bir vesileye dönüşür. Artık dertten şikayet etmek yerine, o derdi bir lütuf olarak görmeye başlar.
​Makale: Yanan Gönülde Dermanı Bulmak
​İnsanın hayat yolculuğu, enaniyetinin dar ve fânî hudutlarından çıkarak sonsuzluğa uzanan bir seyahattir. Bu seyahatin merkezi ise “gönül”dür. Gönül, sadece bir et parçası olan kalpten ibaret olmayıp, insanın derûnî âleminin, hissiyatının, idrakinin ve en mühimi de Rabb’iyle olan münasebetinin merkezidir. Hacı Bayrâm-ı Velî, bu merkezin en çetin imtihanını ve en büyük sırrını birkaç mısrada önümüze sermektedir.
​Her şey, bir hayretle başlar. Gönül, fıtratındaki o ebediyet arzusunun ve dünyaya sığmayışının neticesinde bir sancı hissetmeye başlar. Bu, “derd ü gam” ile dolmaktır. Bu dert, dünyevî kayıpların veya geçici heveslerin elemi değil, asıl vatanından ayrı düşmüş ruhun hissettiği “hicran” acısıdır. İnsan, bu dünyada bir gurbettedir ve gönlü bu gurbetin farkına vardığında dertlenmeye başlar. Bu dert, mübarek bir derttir; zira insanı uyandıran, gaflet perdesini yırtan bir kamçıdır.
​Derdin bir sonraki mertebesi “yanmak”tır. Aşk ateşi, gönül hanesini sarmıştır. Bu ateş, bir yandan can yakar, ıstırap verir; diğer yandan ise o hanedeki bütün lüzumsuz eşyayı, putları, fânî sevgileri ve enaniyetten kaynaklanan kirleri yakıp kül eder. Pervanenin ateşe olan aşkı misali, âşık da bu ilahî cezbenin ateşine doğru koşar. Bilir ki, varlığının isbatı, bu ateşte yok olmasındadır. Bu yanış, bir fenâ bulma, yani kendi fânî varlığından geçip Bâkî olanın varlığında ebedileşme tecrübesidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, fânî aşklar dahi insanı bu potansiyele hazırlayan birer basamaktır: “İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedid bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryad eder. Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî Cennet’in bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki, Bâki-i Zülcelal o şedid sarsılmaz fıtrî arzuyu, o tesirli kuvvetli umumî duayı kabul etmiştir ki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halketmiş. Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerim, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva’-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir.”
İşte bu yanış, kalbi fânîden Bâkî’ye çeviren bir kimya gibidir.
​Makalenin zirvesi, Hacı Bayram-ı Velî’nin de işaret ettiği o sırlı hakikattir: Derman, yanmanın tam kalbindedir. Tıpkı ateşte pişen bir yemeğin lezzet bulması, ateşe atılan altının saflaşması gibi, gönül de aşk ateşinde yanarak kemâle erer. Artık dert bir musibet değil, bir rahmettir. Istırap bir azap değil, bir terbiye vesilesidir. Bu mertebeye ulaşan bir ruh için Allah’tan gelen kahır da lütuf da birdir. O bilir ki, her ikisi de Sevgili’dendir ve her ikisi de kendisini O’na yaklaştırmak içindir. Bu, imanın ve teslimiyetin en yüksek derecesidir; derdi verenin içinde dermanı da gizlediğini nazar ve bakış ile müşahede etmektir.
​Özet
​Hacı Bayrâm-ı Velî’nin beyti, manevî yolculuğun dört temel aşamasını özetler: Gönlün manevî bir arayışla hayrete düşmesi, Allah’tan ayrı kalmanın derdiyle dolması, ilahî aşk ateşiyle yanarak masivadan arınması ve nihayetinde şifayı ve huzuru bu yanışın bizzat kendisinde bulması. Bu süreç, zahiren acı dolu bir yol gibi görünse de, hakikatte ruhun olgunlaşarak aslına rücu etmesinin ve fânî dertlerin ötesinde, ebedî dermanı bulmasının hikmetli bir tasviridir.

​İkinci Beyit ve Tahlili: Sultan Abdülaziz Han / Muallim Feyzi
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​بی حضورم نالۀ مرغ دل دیوانه‌دن
فرق اولونمــاز جسم بیمارم بوزولمش لانه‌دن
بونجه درد و محنته قاتلاندیغم آیا ندن
ترك جان ایتسه‌م‌ده قورتولسه‌م شو محنتخانه‌دن

​Latin Harfleriyle:
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Bî-huzûrum nâle-i mürg-i dil-i dîvâneden
Fark olunmaz cism-i bîmârım bozulmuş lâneden
Bunca derd ü mihnete katlandığım âyâ neden
Terk-i cân etsem de kurtulsam şu mihnet-hâneden
​Sultân Abdülaziz Hân / Muallim Feyzi (?)

​Günümüz Türkçesiyle:
​Bir kuşa benzeyen deli gönlümün ağlayıp inlemelerinden dolayı huzursuzum.
Öyle huzursuzum ki hastalanmış bedenimin bozulmuş bir kuş yuvasından farkı kalmadı.
Bunca sıkıntıya, kedere acaba ben niye katlanıyorum?
Canımı terk etsem de şu sıkıntı, elem, keder yurdu olan dünyadan kurtulsam.

​İzah ve Tahlil
​Bu beyitler, derin bir melankoli, bî-huzurluk ve fânî hayattan duyulan bezginliği ihtiva eden, son derece lirik ve dokunaklı bir ruh halini tasvir eder. Şair, iç dünyasındaki huzursuzluğun kaynağını “nâle-i mürg-i dil-i dîvâne” olarak teşhis eder. Gönül, ilahî bir aşkla veya çözülmemiş bir ızdırapla “divane” olmuş bir kuşa benzetilir. Bu kuşun inleyişleri, yani kalbin dinmeyen sızıları, şairin bütün huzurunu kaçırmıştır.
​Bu derûnî ızdırap, zahirî âleme, yani bedene de tesir etmiştir. “Cism-i bîmârım”, yani hasta beden, artık “bozulmuş bir lâne”den (yuva) farksızdır. Ruh kuşu huzursuz olunca, içinde barındığı yuva olan beden de harap ve bitap düşmüştür. Bu, ruh-beden bütünlüğünün ne denli hassas olduğunu gösteren güçlü bir tasvirdir.
​Üçüncü mısra, bu ıstırap karşısında bir isyan değil, bir sorgulama ve yorgunluk ifadesidir: “Bunca derd ü mihnete katlandığım âyâ neden?”. Bu, çekilen çilelerin manasını ve gayesini anlama çabasının bir feryadıdır. Son mısra ise bu yorgunluğun ulaştığı zirveyi gösterir. Dünya, bir “mihnet-hâne” yani “çile ve eziyet evi” olarak görülmekte ve bu evden tek kurtuluş yolu “terk-i cân”, yani canı terk etmek olarak arzulanmaktadır. Bu arzu, basit bir can terki temayülü değil, ruhun beden kafesinden ve dünya zindanından kurtularak asıl vatanına, mutlak huzura kavuşma isteğinin trajik bir ifadesidir.
​Makale: Mihnet-Hâne Olarak Dünya ve Huzursuz Ruhun Sığınağı
​İnsan ruhu, tabiatı icabı ebediyete meftundur. O, bu dar, geçici ve noksanlıklarla dolu dünya hayatına sığmaz. Şairin feryadında dile gelen bî-huzurluk, aslında ruhun bu dünyaya ait olmayışının, bir gurbette oluşunun en temel isbatıdır. Beyitlerde tasvir edilen “divane gönül kuşu”, bu hakikatin farkına varmış, beden kafesinde çırpınan ve asıl yuvası olan ebediyet âlemini özleyen her hassas ruhun sembolüdür.
​Dünya, hadîs-i şerifte ifade edildiği üzere “mü’minin zindanı, kâfirin cenneti”dir. Şairin dünyayı bir “mihnet-hâne” olarak nitelendirmesi, bu nebevî hikmetin şiir diline dökülmüş halidir. Zira iman eden bir gönül için bu hayat, bir imtihan meydanı, nefs ile mücâdele mahalli ve ahirete hazırlık yeridir. Bu açıdan bakıldığında, karşılaşılan her “derd ü mihnet”, ruhu olgunlaştıran, günahları döken ve manevî dereceleri artıran birer vesiledir. Lakin insan, yapısı gereği zayıftır. Bazen imtihanın şiddeti karşısında yorulur, “âyâ neden?” diye sormaktan kendini alamaz. Bu sorgulama, imansızlığın değil, acziyetin ve yorgunluğun bir neticesidir. Bu, kulun Rabbi’ne nazıdır, O’nun rahmetine sığınma arzusunun bir feryadıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Eyyûb’un (a.s.) duası bu hale ne güzel bir misaldir: “Eyyûb’u da an. Hani o, rabbine, ‘Başıma bu dert geldi. Ama sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diye niyaz etmişti.” (Enbiyâ, 21/83).
​”Terk-i cân” arzusu, bu mihnet-hâneden kurtulma isteğinin en uç noktasıdır. Bu, dünyanın fânîliğinin ve aldatıcılığının tam manasıyla idrak edildiği bir ruh halini yansıtır. Gönül artık dünyanın süsüne, zevkine aldanmamakta, bütün bunların birer “oyun ve eğlence” (En’âm, 6/32) olduğunu bilmektedir. Tek arzu, bu oyun sahnesinden çekilip, hakiki hayatın ve ebedî saâdetin bulunduğu âleme hicret etmektir. Bu, bir yok oluş arzusu değil, hakiki varlığa, “Dâru’s-Selâm”a (Barış ve Esenlik Yurdu) kavuşma iştiyakıdır.
​Ancak İslâm düşüncesi, bu arzuya sabır ve rıza ile mukabele etmeyi telkin eder. Hayatı ve ölümü yaratan Allah’tır ve her ikisi de birer imtihandır. Kula düşen, tayin edilen ecel vaktine kadar bu mihnet-hânenin imtihanlarına sabretmek, şikâyeti bırakıp şükre sarılmak ve ruh kuşunun feryadını bir dua ve niyaza dönüştürmektir. Zira bedenin harap bir yuvaya dönmesi, ruh kuşunun yakında bu yuvadan uçacağının ve özgürlüğüne kavuşacağının da habercisi olabilir.
​Özet
​Sultan Abdülaziz’e atfedilen bu beyitler, ruhun bu dünyaya sığmamasından kaynaklanan derin bir huzursuzluğu ve yorgunluğu dile getirir. Gönül, divane bir kuş, beden ise harap olmuş bir yuva gibidir. Dünya, bir çile ve eziyet yeri (“mihnet-hâne”) olarak görülür ve bu yerden tek kurtuluşun canı terk ederek hakiki âleme göç etmek olduğu arzulanır. Bu şiir, insanın fânî hayat karşısındaki acziyetini, gurbet hissini ve ebedî huzura olan özlemini son derece dokunaklı bir şekilde tasvir etmektedir.

​Üçüncü Beyit ve Tahlili: Fennî
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​آیاقدر باشی ایصال ایلین هر پرده مطلوبه
كبارك اعتلای قدرینی خدام ایدر تصحیح

​Latin Harfleriyle:
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Ayakdır başı îsâl eyleyen her yerde matlûba
Kibârın i’tilâ-yı kadrini huddâm eder tashîh
​Fennî

​Günümüz Türkçesiyle:
​İnsanı arzuladığı, istediği şeye kavuşturan, her yerde buna vesile olan ayaktır.
Makam mevki olarak üst tabakada bulunan insanların daha da yüksek makamlara çıkmasına onun yanında bulunan ve hizmetini gören yardımcıları vesile olurlar.

​İzah ve Tahlil
​Fennî’nin bu beyti, sosyal hayata ve kâinattaki işleyişe dair son derece hikmetli bir tespiti ihtiva eder. Beyit, görünüşte zıt veya birbirinden farklı mertebede olan iki unsurun, “baş” ile “ayak”ın, “kibâr” (büyükler, seçkinler) ile “huddâm”ın (hizmet edenler) birbirine olan zarurî bağlılığını ortaya koyar.
​İlk mısra, somut bir hakikati dile getirir: “Ayakdır başı îsâl eyleyen her yerde matlûba”. Baş, düşüncenin, emrin ve iradenin merkezidir; ancak hedefe (matlûba) ulaşmak için ayağın hareketine muhtaçtır. En dâhî komutan, ordusu olmadan; en bilge hükümdar, tebaası olmadan hedefine varamaz. Ayak, burada sadece bir organ değil, aynı zamanda hedefe ulaşmayı sağlayan her türlü vasıtanın, sebebin ve yardımcının sembolüdür.
​İkinci mısra, bu fikri sosyal hayata tatbik eder: “Kibârın i’tilâ-yı kadrini huddâm eder tashîh”. Yani, büyüklerin ve makam sahiplerinin kadrinin, şerefinin yükselmesi ve bu yüksekliğin doğrulanması (tashih edilmesi), onlara hizmet edenler sayesinde mümkün olur. Bir amirin başarısı memuruna, bir ustanın şöhreti çırağına, bir liderin gücü ise ona sadakatle bağlı olanlara bağlıdır. Hizmet edenlerin gayreti, sadakati ve liyakati olmadan, en tepedeki kişinin makamı ve itibarı boşlukta kalmaya mahkumdur. “Tashih” kelimesi burada bilhassa mühimdir; zira hizmetkârlar, liderin büyüklüğünü sadece mümkün kılmakla kalmaz, aynı zamanda onu ispatlar ve doğrularlar.
​Makale: Başın Kıymetini Tasdik Eden Ayak: Vesileler ve Hizmetin Fazileti
​Kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın Esma-i Hüsna’sının tecellî ettiği muhteşem bir nizam ve âhenk kitabıdır. Bu kitabın her bir harfi, her bir kelimesi bir diğeriyle kopmaz bir bağlantı ve münasebet içindedir. Fennî’nin beyti, bu cihan şümul hakikatin sosyal hayattaki bir yansımasını, yani sebep-sonuç, âmir-memur, usta-çırak ilişkisindeki derûnî dengeyi gözler önüne serer. Toplumda var olan hiyerarşi, bir üstünlük-aşağılık sıralaması değil, bir vazife taksimidir. “Baş” olmak ne kadar mühim bir vazife ise, o başı hedefine taşıyan “ayak” olmak da o kadar şerefli ve zarurî bir hizmettir.
​Tarih, bu hakikatin sayısız misaliyle doludur. Büyük zaferler kazanan komutanların arkasında, isimleri tarihe geçmemiş nice kahraman nefer vardır. İnsanlığa ışık tutan büyük âlimlerin eserleri, onların mürekkeplerini dolduran, kitaplarını istinsah eden ve fikirlerini yayan sadık talebeleri sayesinde günümüze ulaşmıştır. Devletleri âbâd eden sultanların başarısı, onlara hizmet eden liyakatli vezirlerin, adil kadıların ve çalışkan görevlilerin omuzlarında yükselmiştir. İşte bu noktada beyitte geçen “huddâm eder tashîh” ifadesi derin bir mana kazanır. Liderin vizyonu ve emri ne kadar isabetli olursa olsun, onun bu vizyonunu hayata geçirecek olan hizmet ehli olmadıkça, o vizyon bir hayal olarak kalır. Hizmet edenlerin liyakati ve başarısı, liderin kıymetini doğrular, adeta mühürler.
​Bu beyit, aynı zamanda enaniyet ve kibre karşı da güçlü bir tenkittir. Makam ve mevki sahibi olan “kibâr” zümresi, kendilerini başarıya ulaştıran “huddâm”ı, yani vesileleri unuttuğu an, kadrini ve itibarını da yitirmeye başlar. Baş, ayağa muhtaç olduğunu unuttuğunda, o başın tökezlemesi ve düşmesi mukadderdir. Bu sebeple hakiki büyüklük, tevazu ile hizmet ehline kıymet vermek, onların hakkını teslim etmek ve başarının tek bir kişiye değil, bir bütünün ahengine ait olduğunu idrak etmektir.
Cenâb-ı Hak, işlerini sebepler perdesi altında icra eder. Huddâm da kibârın başarısı için ilahî bir sebeptir. Bu sebebe riayet etmek, Sünnetullah’a, yani Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara saygı duymanın bir gereğidir.
​Netice olarak, her “baş” bilmelidir ki, onu ayakta tutan ve hedefine yürüten “ayaklar”dır. Ve her “ayak” da bilmelidir ki, bir “baş”a hizmet ederek yürüdüğü yol, sadece bir hedefe değil, aynı zamanda bir bütünün parçası olarak şerefli bir vazifeyi ifa etmenin huzuruna çıkar.
​Özet
​Fennî’nin beyti, toplumdaki ve kâinattaki iş bölümü ve karşılıklı bağımlılık ilkesini veciz bir şekilde ortaya koyar. Nasıl ki baş, hedefe ulaşmak için ayağa muhtaç ise, makam ve mevki sahibi büyükler de (“kibâr”) kıymetlerinin ve başarılarının ispatı için onlara hizmet edenlere (“huddâm”) muhtaçtır. Bu beyit, başarının tek bir kişiye ait olmadığını, bir bütünün ahenkli çalışmasının neticesi olduğunu vurgularken, aynı zamanda kibir ve enaniyeti tenkit ederek tevazu ve hizmetin faziletine işaret eder.

​Dördüncü Beyit ve Tahlili: Yahyâ Kemâl Beyatlı
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​مجراسی سنگساره دونن جویلر کبی
وادی عزلتنده خموشز توكلك

​Latin Harfleriyle:
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Mecrâsı sengsâra dönen cûylar gibi
Vâdî-i uzletinde hamûşuz tevekkülün
​Yahyâ Kemâl Beyatlı

​Günümüz Türkçesiyle:
​Yatağını çakıl taşlarının beklediği ırmaklar gibi
tevekkülün uzlet vadisinde sessiz bir şekilde bekliyoruz.

​İzah ve Tahlil
​Yahyâ Kemâl’in bu muhteşem beyti, teslimiyet ve sabır halini son derece estetik ve derinlikli bir imgeyle tasvir eder. Beyit, iki temel unsur üzerine kuruludur: “mecrâsı sengsâra dönen cûylar” (yatağı taşlığa dönmüş ırmaklar) ve “tevekkülün uzlet vadisinde sessiz kalmak (hamûş olmak)”.
​”Mecrâsı sengsâra dönen cûylar” imgesi, bir duraklama, bir engellenme ve bir kuraklık halini ifade eder. Bir zamanlar gürül gürül akan ırmaklar, şimdi kurumuş, yatakları çakıl taşlarıyla dolmuştur. Bu, hayatta karşılaşılan zorlukları, işlerin yolunda gitmediği dönemleri, umutların ve imkânların tükendiği anları sembolize eder. Akış durmuş, geriye sadece taşlık ve sessiz bir yatak kalmıştır.
​Bu çaresizlik gibi görünen manzara karşısında şairin takındığı tavır, beytin ikinci mısrasında ortaya konur: “Vâdî-i uzletinde hamûşuz tevekkülün”. Burada isyan, feryat veya çırpınış yoktur. Aksine, tam bir sükûnet, sessizlik (hamûş) ve içe çekilme (uzlet) hali vardır. Ancak bu pasif bir bekleyiş değildir. Bu, “tevekkül” vadisinde gerçekleşen bilinçli bir duruştur. Tevekkül, sebeplere başvurduktan sonra neticeyi Allah’tan bekleme, O’nun takdirine razı olma halidir. Şair, kuruyan ırmaklar misali, elinden bir şey gelmediği noktada, şikâyeti ve telaşı bırakarak Allah’ın rahmetini ve takdirini sessiz bir teslimiyetle beklemeye çekilmiştir. Bu “uzlet vadisi”, dış dünyadan değil, çaresizliğin getirdiği panik ve isyandan uzaklaşarak, kalbî bir sükûnete ve teslimiyete sığınma makamıdır.
​Makale: Tevekkül Vadisinde Sükût: Sabırla Bekleyişin Derûnî Fazileti
​Hayat, her zaman bir nehir gibi coşkun ve engelsiz akmaz. Bazen yatağı kurur, yolu taşlarla kesilir ve akış durur. Modern insanın en büyük imtihanlarından biri, işte bu duraklama anlarında gösterdiği sabırsızlık ve paniğe kapılmasıdır. Yahyâ Kemâl, bu beyitiyle bize kadîm bir hikmeti, İslâm düşüncesinin en mühim kalelerinden biri olan “tevekkül”ü hatırlatır. O, kuruyan ırmakların sessizliğini, tevekkül ehlinin vakur sükûtuna benzeterek, bekleyişin en asil halini tasvir eder.
​”Mecrâsı sengsâra dönen cûylar” olmak, hayatın kaçınılmaz bir gerçeğidir. Her insan, kariyerinde, ailesinde, sağlığında veya manevî hayatında bu tür kuraklık ve engellenme dönemleri yaşar. Bu dönemler, imanın ve karakterin en çok sınandığı zamanlardır. İnsan ya ümitsizliğe kapılıp isyan eder ya da bu durumu bir imtihan bilerek sabır ve tevekkülle mukabele eder. Tevekkül, tembellik veya acziyetin bir mazereti değildir. Bilakis, kişinin kendi gücünün ve iradesinin sınırlarını bilmesi, elinden gelen tüm gayreti gösterdikten sonra, kudreti sonsuz olan Allah’a teslim olmasıdır. Bu teslimiyet, bir zayıflık değil, en büyük güç kaynağıdır. Bediüzzaman Said Nursi’nin ifade ettiği gibi: “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 314). Yani, Allah’ın birliğine iman etmek, O’na teslim olmayı gerektirir. Bu teslimiyet, kişiyi tevekküle götürür ve bu tevekkül de hem dünya hem de ahiret saadetini netice verir.
​Beyitteki “uzlet vadisi”, kalabalıkların gürültüsünden, dünyanın telaşından ve nefsin fısıltılarından sıyrılarak, kulun Rabbi ile baş başa kaldığı bir manevî sığınaktır. Bu vadide “hamûş” olmak, yani susmak, şikâyetin dilini kapatıp, hâl diliyle dua etmektir. Bu sükût, “Ya Rabbi, elimden geleni yaptım, sebepler tükendi. Artık hüküm ve takdir Senindir. Senden gelecek her şeye razıyım” demenin en beliğ yoludur. Kurumuş ırmak yatağının, gökten inecek rahmet yağmurunu sessizce beklemesi gibi, tevekkül ehli de kalbini semaya açarak, sabrı, rızayı ve zamanın hikmetini öğretir. Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğu gibi, her kuraklığın ardından da bir rahmet yağmurunun geleceğine olan inancı pekiştirir. Tevekkül vadisinde sükûtla bekleyenler bilirler ki, ırmağı bir zamanlar akıtan Kudret, dilediği zaman onu yeniden coşturmaya muktedirdir. Onlara düşen, o an gelinceye kadar edebi ve teslimiyeti muhafaza etmektir.
​Özet
​Yahyâ Kemâl’in beyti, hayattaki zorlu ve durağan dönemler karşısında takınılması gereken olgun tavrı, yani tevekkülü anlatır. Kendisini, yatağı kurumuş ve taşlarla dolmuş bir ırmağa benzeten şair, bu çaresizlik anında isyan veya feryat yerine, “tevekkülün uzlet vadisi”ne çekilerek sessiz ve vakur bir bekleyişi tercih ettiğini ifade eder. Bu sükût, bir acziyetin değil, Allah’ın takdirine tam bir teslimiyetin ve rahmetini sabırla beklemenin en derin ve estetik ifadesidir.

​Beşinci Beyit ve Tahlili: Âfitâbî
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​دلده کم سوز اولا نی کبی نفسدن بیلینیر
خانه‌نك شنلکی ایچنده‌کی سسدن بیلینیر

​Latin Harfleriyle:
​Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
​Dilde kim söz ola ney gibi nefesden bilinir
Hânenin şenliği içindeki sesden bilinir
​Âfitâbî

​Günümüz Türkçesiyle:
​Eğer bir insanın gönlünde yanma, ıstırap, acı varsa bu -aynı ney gibi- onun aldığı nefesten anlaşılır.
Bir evde şenlik olup olmadığı o evden gelen seslerden anlaşılır.

​İzah ve Tahlil
​Âfitâbî’nin bu hikmet dolu beyti, derûnî (iç) dünyanın tezahürlerinin zahirî (dış) âlemde mutlaka bir karşılığının olacağı hakikatini iki güçlü benzetme üzerinden anlatır. Beyit, “içeride ne varsa, dışarıya o sızar” şeklindeki kadîm prensibin edebi bir ifadesidir.
​İlk mısra, son derece sanatkârane bir teşbih içerir: “Dilde kim söz ola ney gibi nefesden bilinir”. “Dil” burada gönül, kalp anlamındadır. Gönülde hangi “söz” yani hangi his, hangi dert, hangi aşk, hangi mana varsa, bu tıpkı ney gibi, insanın nefesinden anlaşılır. Ney, kendi başına bir ses çıkaramayan içi boş bir kamıştır. Ona sesini ve manasını veren, neyzenin üflediği “nefes”tir. Neyden çıkan her nağme, neyzenin nefesindeki mananın bir yansımasıdır. Aynı şekilde, insanın nefesi, ahı, iç çekişi, hatta konuşurkenki ses tonu bile, gönül âleminde gizli olan “söz”ü, yani derûnî hali dışa vurur. Gönlü yananın nefesi sıcak, gönlü kırık olanın nefesi bir “ah” olur.
​İkinci mısra, bu fikri daha somut ve herkesin anlayabileceği bir misalle pekiştirir: “Hânenin şenliği içindeki sesden bilinir”. Bir evin önünden geçerken içinden kahkahalar, neşeli konuşmalar geliyorsa, o evde bir şenlik, bir mutluluk olduğu anlaşılır. Eğer derin bir sessizlik veya ağlama sesleri duyuluyorsa, bir hüzün veya matem olduğu hissedilir. Evin zahirî duvarları, içindeki derûnî hali gizleyemez; içerideki sesler, evin ruh halini dışarıya ilan eder. Bu misal, ilk mısradaki soyut “ney-nefes” benzetmesini toprağa basan, onu hayatın içinden bir gerçeklikle doğrulayan bir yapıya sahiptir.
​Makale: Sıfatların Aynası: Derûnî Hâlin Zahirî Tecellîleri
​İnsan, sırlarla dolu bir âlemdir. Gönlü, kimsenin tam manasıyla muttali olamadığı bir umman gibidir. Ancak bu ummanın dalgaları, er ya da geç kıyıya, yani zahirî âleme vurur. Âfitâbî’nin beyti, bu kaçınılmaz tezahürün kanununu ortaya koyar: Hiçbir derûnî hal, sonsuza dek gizli kalamaz; o, kendini mutlaka nefeste, seste, sözde, yüzde ve amelde gösterir.
​”Ney ve nefes” metaforu, tasavvuf düşüncesinin en zengin sembollerinden biridir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî’sine “Dinle neyden…” diye başlarken, ney’i asıl vatanı olan kamışlıktan ayrılmış ve bu ayrılığın hasretiyle inleyen “insan-ı kâmil”in bir sembolü olarak sunar. Ney, enaniyetten arınmış, içi boşaltılmış, kendini tamamen neyzenin (bu bağlamda ilahî iradenin veya derûnî aşkın) nefesine teslim etmiştir. Bizim nefesimiz de gönül neyimizin sesidir. Gönlümüzde Allah aşkı varsa, nefesimiz zikir ve dua olur. Gönlümüzde haset ve kin varsa, nefesimiz gıybet ve iftira olur. Gönlümüzde hüzün varsa, nefesimiz bir “ah” olur. Bu sebeple, bir insanın sözlerinden ve hatta suskunluğundan yayılan “nefes”ten, onun gönül dünyasının bir haritasını çıkarmak mümkündür. Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi: “Kalbi dürüst olmadıkça kulun imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 198). Bu, dil ile kalp, yani zahir ile batın arasındaki kopmaz bağlantının en güzel isbatıdır.
​”Şenliği sesten bilinen hâne” misali ise bu hakikati ferdî plandan içtimaî plana taşır. Bir insan nasıl ki gönlündekini nefesiyle dışa vurursa, bir toplum da derûnî yapısını, ahlâkını ve manevî sağlığını ürettiği “sesler”le, yani sanatıyla, edebiyatıyla, gündelik konuşmalarıyla, ilmiyle ve kültürüyle ortaya koyar. Bir toplumda en çok konuşulan, dinlenen ve üretilen “sesler”, o toplumun “hâne”sinin şen mi yoksa yaslı mı olduğunu, mamur mu yoksa harap mı olduğunu gösteren en kesin delildir.
​Netice itibarıyla bu beyit, bizlere hem bir teşhis metodu sunar hem de bir ahlâkî sorumluluk yükler. Başkalarını anlamak için onların “nefes”lerine ve “ses”lerine kulak vermemiz gerektiğini öğretir. Daha da mühimi, kendi zahirî hallerimizi bir ayna gibi kullanarak derûnî âlemimizi kontrol etmemiz gerektiğini hatırlatır. Eğer sözlerimiz ve amellerimiz (sesimiz), arzu ettiğimiz manevî güzellikleri (şenliği) yansıtmıyorsa, o zaman sorunu dışarıda değil, içeride, yani “hâne”nin kendisinde, gönlümüzde aramak gerekir. Çünkü hânenin içi mamur olmadan, dışarıya şenlik sesleri yayılmaz.
​Özet
​Âfitâbî’nin beyti, iç dünya ile dış dünya arasındaki sarsılmaz ilişkiyi vurgular. Bir insanın gönlünde ne varsa (dert, aşk, sevinç), bunun tıpkı neyzenin nefesinin neyden bir nağme olarak çıkması gibi, kişinin nefesinden ve halinden anlaşılacağını belirtir. Aynı şekilde, bir evin içindeki mutluluk veya hüznün, o evden yansıyan seslerden belli olacağı gibi, insanın zahirî halleri de onun derûnî yapısının bir aynasıdır. Beyit, bir şeyin iç yüzünü anlamak için onun dışa vuran tezahürlerine bakmak gerektiğini hikmetli bir dille ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 27th, 2025