BERCESTE VE İZAHI – 140–

BERCESTE VE İZAHI – 140–

​Birinci Beyit Tahlili: Fuzûlî’den Aşkın Belâsı
​İktibas
​Arapça Aslı:
یا رب بلای عشقیله قیل آشنا بنی
بر دم بلای عشقدن ایتمه جدا بنی
​Vezin:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Günümüz Türkçesiyle:
Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni
​Şair: Fuzûlî
​Açıklama:
Ey Rabbim! Hakk’a olan aşkımdan dolayı başıma gelen belâlarla beni aşina kıl, beni onlarla dost et. Aşkın belâlarından beni bir an olsun ayrı bırakma. (Babası Mecnûn’u Kâbe’ye götürerek aşk derdinden kurtulması için Allah’a yalvarmasını ister. Mecnûn’un duası ise bu şekildedir.)

​Makale: Belâyı Nimete Çeviren Sır: Aşk
​Büyük söz sultanı Fuzûlî’nin bu meşhur beyti, zâhirî bakışla anlaşılamayacak, ancak derûnî bir nazarla hikmeti kavranabilecek bir niyazın en edebî ifadesidir. İnsanın tabiatı icabı belâdan, sıkıntıdan kaçması ve afiyet talep etmesi beklenirken, âşık, Rabbin’den hususi olarak “aşkın belâsı”nı istemekte, hatta o belâdan bir an bile ayrı kalmamayı dilemektedir. Bu durum, aklın sınırlarını zorlayan, ancak kalbin ve ruhun diliyle anlaşılabilecek bir hakikate işaret eder.
​Derdin İçindeki Devâ: Aşkın Yapısı
​Tasavvuf düşüncesinde ve divan edebiyatında “aşk”, basit bir hissiyattan öte, insanı hamlıktan olgunluğa taşıyan, enaniyeti yakan ve kulun Rabbine vasıl olmasına vesile olan ilâhî bir ateştir. Bu ateşin yakması, acı vermesi kaçınılmazdır; işte bu acı, Fuzûlî’nin lisanında “belâ-yı aşk” olarak tezahür eder. Âşık için bu belâ, sıradan insanların başına gelen musibetlerden tamamen farklıdır. Zira bu belânın kaynağı, Mahbûb-ı Hakikî olan Allah’tır. O’ndan gelen her şey, lütuf olduğu gibi, kahır suretinde görünen belâlar da aslında gizli birer lütuftur. Âşık, bu sırra vâkıf olduğu için, belâyı değil, belâsızlığı, yani sevgiliden ayrı kalma hâlini asıl musibet olarak görür. Aşk derdiyle yanmak, O’nunla bir çeşit muhataplık içinde olmaktır; bu dertten kurtulmak ise o muhataplığın kesilmesi, yani hicran ve ayrılık demektir.

​Tarihî ve Edebî Bağlantı: Mecnûn’un Kâbe’deki Duası
​Bu beytin arkasındaki en meşhur hikâye, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn mesnevisinde zirveye taşıdığı kıssadır. Oğlu Kays’ın Leylâ’nın aşkıyla aklını yitirdiğini, halk arasında “Mecnûn” (cinlenmiş, deli) olarak anıldığını gören babası, çareyi Kâbe’ye gidip Allah’a sığınmakta bulur. Oğlundan, Kâbe’nin örtüsüne yapışarak bu aşk derdinden kurtulması için dua etmesini ister. Ancak Mecnûn, Kâbe’nin örtüsüne yapıştığında, babasının ve akl-ı selîm sahibi insanların beklediğinin tam zıddı bir niyazda bulunur:
​“Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni.”
​Mecnûn’un bu duası, onun aşkının artık mecazî boyuttan hakikî boyuta geçtiğinin isbatıdır. O, Leylâ’yı değil, Leylâ’nın şahsında tecelli eden ilâhî güzelliği ve o güzelliğin kaynağı olan Allah’ı sevmektedir. Bu sebeple aşkın verdiği ızdırap, onun için ruhun tasfiyesi ve arınması için bir vesiledir. Bu ızdırap sayesinde dünyevî her şeyden alâkasını kesmiş, sadece Sevgili’ye yönelmiştir. Bu belâ, onu Rabbine yaklaştıran bir Burak gibidir.
​Hikmet ve İbret
​Fuzûlî’nin bu beyti, bizlere hayatın zorluklarına ve musibetlerine bakış açımızı değiştirecek bir hikmet sunar. İnsanın başına gelen her hadise, eğer iman nazarıyla bakılırsa, bir terbiye ve tekâmül vesilesi olabilir. Zahiren “belâ” gibi görünen nice imtihan, aslında kişiyi olgunlaştıran, manevî derecesini yükselten ve onu Allah’a yaklaştıran gizli bir nimettir. Âşık, bu sırrı bildiği için belâdan kaçmaz, bilakis onu bir rahmet olarak karşılar. Çünkü bilir ki, ateş altını saflaştırdığı gibi, aşkın belâsı da ruhu saflaştırır, enaniyeti ve fâni bağlılıkları eritir. Bu beyit, derdin kendisinden değil, dermansızlıktan; acıdan değil, acıyı verenden gafil olmaktan şikâyet etmemiz gerektiğini telkin eder.
​Özet
​Fuzûlî’nin bu beyti, zâhiren bir çelişki gibi görünen, belâyı talep etme arzusunu dile getirir. Ancak bu belâ, sıradan bir musibet değil, “aşk belâsı”dır. Tasavvufî düşüncede bu dert, insanı olgunlaştıran, nefsini terbiye eden ve Allah’a yaklaştıran ilâhî bir lütuftur. Mecnûn’un Kâbe’deki duasını hatırlatan bu niyaz, âşığın, Sevgili’den gelen her şeyi, kahır da olsa lütuf olarak gördüğünü ve O’ndan ayrı kalmayı en büyük felaket bildiğini ifade eder. Beyit, imtihanların ve zorlukların manevî bir tekâmül vesilesi olabileceği hikmetini ders verir.

​İkinci Beyit Tahlili: Niyâzî-i Mısrî’den Hakikat Bilgisi
​İktibas
​Arapça Aslı:
رموز انبیایی واقف اسرار اولاندن صور
انا الحق سرّینی جاندن کچوب بردار اولاندن صور
​Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Günümüz Türkçesiyle:
Rumûz-ı enbiyâyı vâkıf-ı esrâr olandan sor
Ene’l-Hak sırrını cândan geçip ber-dâr olandan sor
​Şair: Niyâzî-i Mısrî
​ Açıklama:
Nebilerin sembollerini, remizlerini o sırlara vâkıf olandan sor. “Ben Hakk’ım” diyerek fani hayatındaki canından vazgeçip darağacında asılan Hallâc-ı Mansûr’dan sor.

​Makale: Bilginin Değil, Hâlin Lisanı
​Niyâzî-i Mısrî, tasavvuf yolunun en celalli ve coşkun şairlerinden biri olarak, hakikat bilgisinin ancak o hakikati bizzat yaşayanlardan öğrenilebileceğini bu beyitinde kuvvetli bir şekilde ifade eder. Beyit, bilginin iki farklı yapısına işaret eder: biri kitaplardan, lafızlardan elde edilen zâhirî bilgi (ilm-i kal); diğeri ise tecrübe, manevî duyuş ve hâl ile elde edilen derûnî, bâtınî bilgi (ilm-i hal).
​Sırların Ehli ve Hakikatin Bedeli
​Beytin ilk mısrası, peygamberlerin getirdiği mesajların sembolik ve gizli mânâlarına (rumûz-ı enbiyâ) herkesin akıl erdiremeyeceğini belirtir. Bu mânâları anlamak için, zâhirî ilimlerin ötesinde, manevî sırlara vâkıf olmuş (vâkıf-ı esrâr) ariflere, kâmil mürşitlere başvurmak gerektiğini söyler. Kur’an ve Sünnet’in lafzının arkasındaki ruhu, metnin ardındaki derin mânâyı ancak kalbi arınmış, basireti açılmış olanlar kavrayabilir. Bu, bilginin bir liyakat ve ehliyet meselesi olduğunu vurgular.
​İkinci mısra ise bu fikri, tasavvuf tarihinin en çarpıcı ve en çok tartışılan hadiselerinden biri üzerinden zirveye taşır: Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım) sözü. Bu söz, zâhir uleması tarafından bir şirk ve haddi aşma olarak görülmüş ve Hallâc’ın idamına ferman verilmiştir. Ancak tasavvuf erbabı için bu söz, bir iddia değil, bir istiğrak (kendinden geçme) hâlinin ifadesidir. Hallâc, kendi fâni varlığını mutlak varlık olan Allah’ın varlığında yok etmiş (fenâfillah), o anda konuşanın kendi beşerî benliği değil, kendi varlığında tecelli eden Hak olduğunu ifade etmiştir. Niyâzî-i Mısrî, bu ince ve tehlikeli sırrı anlamak için fıkıh kitaplarına değil, o sır uğruna canından geçip darağacına (ber-dâr) çıkan Hallâc’ın hâline bakmak gerektiğini söyler. Hakikat, bazen kelimelerle değil, ödenen bedellerle anlaşılır. Hallâc’ın darağacı, o sırrın kürsüsü olmuştur.
​Tarihî ve Edebî Bağlantı: Zâhir ve Bâtın Mücadelesi
​Bu beyit, İslam düşünce tarihinde asırlardır devam eden zâhir ehli (şeriat alimleri) ile bâtın ehli (sufiler) arasındaki gerilimin edebî bir yansımasıdır. Zâhir uleması, nasların (Kur’an ve Sünnet metinlerinin) lafzî mânâlarına ve onlardan çıkan fıkhî hükümlere odaklanırken; sufiler, aynı nasların derûnî, ahlâkî ve manevî boyutlarını tecrübe etmeyi hedefler. Hallâc-ı Mansûr, bu iki bakış açısının trajik bir şekilde çarpıştığı en sembolik şahsiyettir. Niyâzî-i Mısrî gibi şairler, Hallâc’ı, hakikat uğruna kınayanın kınamasından korkmayan, canını feda eden bir kahraman ve bir “şehîd-i aşk” olarak görmüşlerdir.
​Hikmet ve İbret
​Bu beyitten alınacak en mühim ders, her bilginin kendi ehlinden sorulması gerektiğidir. Tıpkı bir tıp meselesini doktora, bir mühendislik meselesini mühendise sorduğumuz gibi; ruhun, kalbin ve maneviyatın sırlarını da sadece lafını edenlerden değil, o yolda yürüyen, çilesini çeken ve hâliyle o bilgiyi yaşayanlardan öğrenmek gerekir. Bu beyit, yüzeysel yargılara karşı bir ikazdır. Anlamadığımız, idrak sınırlarımızı aşan derin meseleler hakkında hemen hüküm vermeden önce, o meselenin erbabına müracaat etmenin ve onların tecrübelerine hürmet göstermenin lüzumunu hatırlatır. Hakikatin bir bedeli vardır ve o bedeli ödeyenlerin sözü, sadece zihinle konuşanlardan daha derindir.
​Özet
​Niyâzî-i Mısrî bu beytinde, hakiki bilginin ancak ehil olan ve o bilgiyi bizzat tecrübe eden kişilerden öğrenilebileceğini vurgular. Peygamberlerin getirdiği mesajların gizli mânâlarını sırlara vâkıf olan ariflerden; Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” sözünün ardındaki derin sırrı ise, o söz uğruna canını feda ederek darağacına çıkan Hallâc’ın hâlinden sormak gerektiğini belirtir. Beyit, zâhirî (lafzî) bilgi ile bâtınî (tecrübî) bilgi arasındaki farka işaret ederek, derin manevî hakikatleri anlamak için sadece akla değil, o hakikati yaşayanların hâline ve ödedikleri bedele bakmak gerektiğini ders verir.

​Üçüncü Beyit Tahlili: Bursalı Halîmî’den Derdin Mahremiyeti
​İktibas
​Arapça Aslı:
بنم درد درونمی عاشق زار اولمایان بیلمز
محبت بر بلادركه كرفتار اولمایان بیلمز
​Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Günümüz Türkçesiyle:
Benim derd-i derûnum âşık-ı zâr olmayan bilmez
Muhabbet bir belâdır ki giriftâr olmayan bilmez
​Şair: Bursalı Halîmî
​ Açıklama:
Eğer bir kimse ağlayıp inleyen bir âşık değilse benim içimdeki derdi bilmez. Muhabbet öyle bir belâdır ki bu belâya tutulmayan nasıl bir şey olduğunu bilmez.

​Makale: Hâl İle Anlaşmak: Derttaşlığın Lisanı
​Bursalı Halîmî’nin bu veciz beyti, insanî tecrübelerin, özellikle de derûnî ve hissî tecrübelerin başkasına aktarılmasındaki zorluğa ve hatta imkânsızlığa dikkat çeker. Şair, derdinin anlaşılmasının bir şartı olduğunu söyler: o derdi paylaşacak kişinin de aynı hâlet-i ruhiye içinde olması. Bu beyit, empatinin ve hakiki anlayışın temelinde tecrübe ortaklığının yattığını ifade eden bir hikmettir.
​Anlatılamayan Dert ve Anlaşılamayan Hâl
​Beytin ilk mısrasında geçen “derd-i derûn”, yani “iç derdi”, sıradan bir üzüntü veya keder değildir. Bu, âşığın ruhunu bir alev gibi saran, onu sürekli inleten ve ağlatan (âşık-ı zâr) ilâhî aşkın veya derin bir beşerî sevdanın ızdırabıdır. Şaire göre bu derdi, ancak kendisi gibi ağlayıp inleyen bir âşık anlayabilir. Dışarıdan bakan birisi, âşığın gözyaşlarını, ahlarını bir zayıflık, bir hastalık veya bir abartı olarak görebilir. Çünkü o derdin lezzetini, o ızdırabın manevî boyutunu tatmamıştır. Hâlden anlamayanın yanında hâli anlatmaya çalışmak, abesle iştigaldir. Ateşi görmeyen birine ateşi tarif etmek ne kadar zorsa, aşk derdini çekmeyene o derdi anlatmak da o kadar imkânsızdır.
​İkinci mısra, bu fikri daha genel bir kaideye bağlar. “Muhabbet bir belâdır ki giriftâr olmayan bilmez.” Burada muhabbet, yine Fuzûlî’de gördüğümüz gibi, insanı esir alan, onu çepeçevre kuşatan bir “belâ” olarak tasvir edilir. “Giriftâr olmak”, yakalanmak, tutulmak, esir olmak demektir. Aşk, insanın iradesini elinden alan, onu tamamen kendi hükmü altına sokan bir güçtür. Bu güce teslim olmamış, bu “belâya” yakalanmamış bir kimse, aşkın ne olduğunu, âşığın neler hissettiğini asla bilemez. Aşk hakkında binlerce kitap okusa, yüzlerce şiir ezberlese dahi, onun bilgisi sadece zihinsel ve sathî kalacaktır. Aşkın hakikati, ancak ona dûçâr olmakla bilinebilir.
​Edebî Bağlantı ve İnsanî Hakikat
​Bu tema, divan şiirinin temel taşlarından biridir. Âşığın en büyük şikâyetlerinden biri, derdinin anlaşılmaması, halk tarafından kınanmasıdır (ta’n-ı a’dâ). Âşık, bu yüzden kendi gibi dertlilerle (hem-dert) bir arada olmayı, onlarla hâlleşmeyi arzular. Bu beyit, aynı zamanda evrensel bir insanî hakikate de parmak basar. Sadece aşk değil, derin bir acıyı, büyük bir kaybı, manevî bir arayışı veya sanatsal bir ilhamı da ancak benzer tecrübelerden geçmiş olanlar hakkıyla anlayabilir. “Derd-i derûn”, her insanın hayatında farklı şekillerde tecrübe ettiği, ancak kelimelere dökmekte zorlandığı o en mahrem ve en derin duyguların ortak adıdır.
​Hikmet ve İbret
​Halîmî’nin bu beyti, bizlere insan ilişkilerinde sabır, hürmet ve haddini bilme faziletlerini telkin eder. Başkalarının anlam veremediğimiz davranışları, üzüntüleri veya sevinçleri olabilir. Onları hemen yargılamak veya akıl vermeye kalkışmak yerine, onların tecrübesine sahip olmadığımızı, onların “derd-i derûnunu” bilmediğimizi hatırlamalıyız. Hakiki bir dostluk ve kardeşlik, aynı derdi paylaşmaktan, yani “derttaş” olmaktan geçer. Anlamadığımız yerde sükût etmek, anlamaya çalışmak ve en azından tecrübeye hürmet göstermek, büyük bir erdemdir. Bu beyit, aynı zamanda, derdimizi herkese açmamamız, bizi anlayamayacak olanlara ruhumuzun mahremiyetini ifşa etmememiz gerektiğine dair de bir uyarıdır.
​Özet
​Bursalı Halîmî, bu beytinde, derin ve içli bir derdin ancak aynı derdi çeken bir âşık tarafından anlaşılabileceğini ifade eder. Muhabbeti, yani aşkı, insanın ancak ona yakalanmakla, esir olmakla ne olduğunu bilebileceği bir “belâ” olarak niteler. Beyit, tecrübe edilmeyen duyguların ve hâllerin hakiki manada anlaşılamayacağını, dolayısıyla anlayışın temelinde tecrübe ortaklığının yattığını vurgular. Bu hikmet, insan ilişkilerinde yargılamadan önce anlamaya çalışmanın ve bilmediğimiz hâllere hürmet göstermenin önemini hatırlatır.

​Dördüncü Beyit Tahlili: Mehmet Âkif Ersoy’dan İmanın Kudreti
​İktibas
​Arapça Aslı:
ايمـاندر او جوهر كه الهی نه بيوكدر
ايمانسز اولان پاصلی يورك سينه ده يوكدر
​Vezin:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​Günümüz Türkçesiyle:
Îmândır o cevher ki ilâhî ne büyüktür
Îmânsız olan paslı yürek sînede yüktür
​Şair: Mehmet Âkif Ersoy
​Resimdeki Açıklama:
Ey benim Allah’ım! İman ne büyük bir cevherdir. İmanı olmayan paslı yürek, insanın sinesinde bir yüktür.

​Makale: Sineye Hayat Veren Cevher, Sineyi Taşıyan Yük
​İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, şiirlerinde sadece vatan sevgisini ve istiklâl arzusunu değil, aynı zamanda İslam’ın hayat veren ruhunu ve iman hakikatinin kudretini de büyük bir belâgatle dile getirmiştir. Bu beyit, Âkif’in iman mefhumuna verdiği merkezi değeri ve onu nasıl bir hayat kaynağı olarak gördüğünü en özlü şekilde ortaya koyan bir şaheserdir.
​İman: İlâhî Bir Cevher
​Âkif, beytin ilk mısrasında imanı, eşi benzeri olmayan, kıymeti hiçbir dünyevî ölçüyle tartılamayacak bir “cevher”e benzetir. Bu benzetme çok mânidardır. Cevher, hem değerli bir mücevher demektir, hem de bir şeyin özü, esası, hakikati anlamına gelir. Dolayısıyla iman, hem insana kıymet katan en değerli ziynet, hem de insanlığının özü ve hakikatidir. Âkif, bu cevherin büyüklüğü ve azameti karşısında hayretini “ilâhî ne büyüktür” nidasıyla ifade eder. Bu büyüklük, fâni ve maddî bir büyüklük değil, kaynağı ilâhî olan manevî bir azamettir. İman, insana fânilik içinde beka, acziyet içinde sonsuz bir kudrete dayanma gücü, sınırlılık içinde cihan şümul bir bakış açısı kazandıran bir cevherdir. O, kalbi aydınlatan bir nur, ruha huzur veren bir sükûnet ve hayata anlam katan bir gayedir.
​İmansızlık: Sinedeki Paslı Yük
​İkinci mısra, birinci mısradaki ulvî hakikatin tam zıddı bir tablo çizer. İman cevherinden mahrum bir kalp, Âkif’in ifadesiyle “paslı bir yürek”tir. Pas, metalin aslî parlaklığını ve faaliyetni kaybetmesine, çürümesine sebep olan bir illettir. İmansızlık da kalbin fıtratındaki parlaklığı, yani Allah’ı tanıma ve sevme kabiliyetini örten, onu faaliyetsiz bırakan manevî bir pastır. Paslı bir kalp, artık hayır ve güzellik üretemez, hakikati yansıtamaz hâle gelir.
​Daha da önemlisi, bu paslı yürek, bulunduğu sinede bir “yük”tür. Yük, insanın hareketini zorlaştıran, ona ağırlık veren, onu aşağıya çeken bir şeydir. İmansız bir kalp de sahibi için manevî bir yüktür. Çünkü o kalp, kâinattaki hiçbir hadiseye doğru bir mânâ veremez. Ölüm onun için ebedî bir yok oluş, musibetler anlamsız bir zulüm, hayat ise başı ve sonu belli olmayan bir tesadüfler zinciridir. Bu anlamsızlık ve gayesizlik, insanın ruhunda ağır bir boşluk ve sıkıntı meydana getirir. İşte o “paslı yürek”, sahibini sürekli aşağı çeken, ona huzursuzluk ve ızdırap veren bir ağırlık, bir yüktür.
​Tarihî ve Edebî Bağlantı
​Bu beyit, Mehmet Âkif’in yaşadığı dönemin ruhunu anlamak için de bir anahtar niteliğindedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde, toplumun maddî ve manevî bir buhran içinde olduğu bir zamanda Âkif, kurtuluşun ve yeniden dirilişin reçetesini “iman”da görmüştür. Asım’ın nesli olarak tasvir ettiği ideal gençlik, her şeyden önce bu iman cevherine sahip olan gençliktir. Ona göre milleti ayakta tutan asıl güç, ordular veya maddî zenginlikler değil, sarsılmaz bir imandır. İmansızlık ise bir toplumu içten içe çürüten en tehlikeli pastır. Bu beyit, Âkif’in bütün bir Safahat boyunca işlediği bu ana düşüncenin en veciz özetlerinden biridir.
​Hikmet ve İbret
​Mehmet Âkif’in bu beyti, modern insanın yaşadığı en büyük buhranlardan biri olan anlam ve gaye krizine de ışık tutmaktadır. İman, insana sadece bir ahiret inancı sunmakla kalmaz, aynı zamanda bu dünyadaki hayatına bir nizam, bir gaye ve bir değerler sistemi de kazandırır. O, kalbi manevî paslanmaktan koruyan, onu canlı ve faaliyette tutan bir iksirdir. İmandan mahrum bir hayat ise, ne kadar maddî zenginliklerle dolu olursa olsun, ruh için bir ağırlık ve bir yük olmaktan kurtulamaz. Beyit, bize asıl zenginliğin kalpte taşınan iman cevheri olduğunu, en büyük fakirliğin ise o cevherden mahrum, paslanmış bir kalple yaşamak olduğunu hatırlatır.
​Özet
​Mehmet Âkif Ersoy, bu beytinde imanı, büyüklüğü ve kıymeti ilâhî olan eşsiz bir cevhere benzetir. Bu cevherin, insana ve hayata anlam katan en temel hakikat olduğunu ifade eder. Buna karşılık, imandan mahrum bir kalbi, hem fıtrî parlaklığını yitirmiş “paslı bir yürek” olarak tasvir eder, hem de sahibinin sinesinde taşıdığı manevî bir “yük” olarak niteler. Beyit, imanın hayat veren, ruha huzur ve gaye kazandıran gücünü; imansızlığın ise insanı anlamsızlık ve ruhî bir ağırlık içinde bırakan çürütücü etkisini kuvvetli bir tezatla ortaya koyar.

​Beşinci Beyit Tahlili: Lâedrî’den İzzet-i Nefis Dersi
​İktibas
​Arapça Aslı:
قوقمه کل ناداندن آل الکه سوسنی
کچمه نامرد کوپروسندن قو آلارسین صو سنی
​Vezin:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Günümüz Türkçesiyle:
Kokma gül nâ-dân elinden al eline süseni
Geçme nâ-merd köprüsünden ko aparsın su seni
​Şair: Lâedrî (Şairi bilinmiyor)
​ Açıklama:
Cahil, sert, gönül kırıcı bir insanın elinden gül dahi olsa koklama. Eline susen çiçeği alıver. Gerekirse su seni alıp götürsün; ama yine de namert insanın köprüsünden geçme, ona tenezzül etme.

​Makale: Minnet Etmemenin Erdemi ve Onurlu Duruş
​“Lâedrî” yani şairi bilinmeyen bu beyit, halkın ortak hafızasının ve hikmet birikiminin bir ürünüdür. Asırlar boyunca dilden dile dolaşarak günümüze ulaşmış bu söz, onurlu bir hayat sürmenin, yani izzet-i nefsi korumanın temel prensiplerini iki güçlü metafor üzerinden anlatır. Bu, minnet altında kalmaktansa mahrumiyeti, zillete düşmektense meşakkati tercih etmenin faziletini öğreten bir hayat dersidir.
​Nâ-dânın Gülü ve Nâ-merdin Köprüsü
​Beytin ilk mısrası, bir ilke ortaya koyar: Bir şeyin kıymeti kadar, kimin elinden geldiği de mühimdir. Gül, güzelliğin, letafetin ve en değerli olanın sembolüdür. Ancak bu gül, bir “nâ-dân”ın, yani cahilin, kaba ve anlayışsız birinin elindeyse, ondan uzak durulmalıdır. Çünkü nâ-dânın sunduğu gülün arkasında bir minnet, bir eziyet, bir başa kakma potansiyeli vardır. Onun lütfu, lütuf değil, bir eziyettir. Şair, bu minnetli ve riskli gülü koklamaktansa, daha mütevazı bir çiçek olan “süsen”i kendi eline almayı, yani kendi imkânlarınla yetinmeyi tavsiye eder. Kendi elindeki süsen, nâ-dânın elindeki gülden daha hayırlı ve daha onurludur. Bu, kendi kendine yetmenin ve kimseye muhtaç olmamanın getirdiği manevî bir hürriyettir.
​İkinci mısra, bu ilkeyi daha da keskinleştirir ve hayati bir duruma taşır. Karşıya geçmek için bir köprüye ihtiyaç vardır ve tek seçenek bir “nâ-merd”in, yani alçak, sözünde durmaz, onursuz birinin köprüsüdür. Şairin tavsiyesi nettir: “Geçme nâ-merd köprüsünden, ko aparsın su seni.” Gerekirse sel sularına kapılıp gitmeyi, yani en büyük tehlikeyi ve hatta ölümü göze al, ama asla bir nâ-merde minnet etme, onun yardımına tenezzül etme. Çünkü nâ-merdin köprüsünden geçmenin bedeli, onurunu, haysiyetini ve izzet-i nefsini kaybetmektir. Bu bedel, canını kaybetmekten daha ağırdır. Fiziksel olarak kurtulsan bile, manen ölmüş olursun. Suyun seni alıp götürmesi anlık bir felakettir, ancak nâ-merde borçlu kalmak ömür boyu sürecek bir zillettir.
​Tarihî ve Edebî Bağlantı: Hikemî Şiir ve İzzet-i Nefis
​Bu beyit, Türk-İslam kültüründeki “hikemî şiir” veya “pend-nâme” geleneğinin en güzel örneklerinden biridir. Bu gelenek, topluma ahlâkî ve manevî dersler veren, onlara doğru yaşama sanatını öğreten didaktik eserlerden oluşur. İzzet-i nefis, yani insanın kendi onuruna ve şerefine sahip çıkması, bu kültürün temel değerlerinden biridir. Atasözlerimizde de bu tema sıkça işlenir: “Aç öl, onursuz yaşama”, “El eliyle yılan tut, onu da yalan tut” gibi sözler, aynı hikmeti farklı şekillerde ifade eder. Bu beyit, başkasının lütfuna bel bağlamanın getireceği manevî esareti ve kendi emeğinle, kendi imkânlarınla ayakta durmanın getireceği hürriyeti ve şerefi karşılaştırır.
​Hikmet ve İbret
​Bu beyit, her devirde geçerliliğini koruyan cihan şümul bir ahlâk prensibi sunar. İnsanın hayattaki en değerli hazinesi, şahsiyeti ve onurudur. Maddî kazançlar, makamlar veya kolaylıklar uğruna bu hazineden taviz vermek, en büyük kayıptır. Beyit, bizlere zorluklar karşısında sabretmeyi, kendi gücümüze dayanmayı ve asla karaktersiz insanlara tenezzül etmemeyi öğretir. Kendi imkânlarınla elde ettiğin az bir şey, başkasının minnetiyle gelen çok şeyden daha tatlı ve daha bereketlidir. Bu, sadece bireyler için değil, toplumlar ve milletler için de geçerli bir onur ve istiklâl dersidir.
​Özet
​Bu Lâedrî beyti, insanın onurunu ve şahsiyetini her şeyin üstünde tutması gerektiğini öğütleyen bir hikmettir. Cahil ve kaba birinin elinden sunulan gül gibi değerli bir şeyi kabul etmektense, kendi elindeki süsen gibi mütevazı bir imkânla yetinmenin daha erdemli olduğunu belirtir. Aynı şekilde, bir nâ-merdin (alçağın) yardımına muhtaç olmaktansa, sel sularına kapılıp gitme tehlikesini göze almanın daha onurlu bir davranış olduğunu vurgular. Beyit, minnet altında yaşamaktansa meşakkati, zillettense ölümü tercih etmenin, yani izzet-i nefsi korumanın en yüce fazilet olduğunu ders verir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 27th, 2025