BERCESTE VE İZAHI – 130–
BERCESTE VE İZAHI – 130–
1. Çün tecellî eyleye çeşm-i dile dîdâr-ı Hû
Çün tecellî eyleye çeşm-i dile dîdâr-ı Hû
Hâb görmez bir dahi olur ebed bîdâr-ı Hû
— İsmâ’îl Hakkı-ı Bursevî
İzah ve Açıklama:
Bu beyitte, bir sâlikin (yolcu) veya ârifin (Allah’ı bilen) derûnî (iç) bir tecrübesi tasvir edilmektedir. Beyit, Allah Teâlâ’nın tecellîsinin yani kendisini bir şekilde göstermesinin, kulun kalp gözüne (çeşm-i dil) yansıması durumunu ele alır. Bu tecellî bir kere vuku bulduğunda, kulun mânevî uykusundan (hâb) ebediyen uyandığı ve artık O’nun sevgisiyle, vuslatıyla ve marifetiyle her daim uyanık (bîdâr) kaldığı anlatılmaktadır. Bu, şahsî bir tecrübe olup, sâlikin derûnî bir dönüşüm geçirmesini ve kalbî bir idrak seviyesine erişmesini ifade eder.
Makale:
Marifet ve Aşkın Ebedî Uyanıklığı
Hayatın zahirî meşgaleleri içinde, insanoğlu çoğu zaman gaflet uykusunda bir ömür sürer. Maddî olanın peşinde, enaniyet ve arzularıyla yoğrulmuş bir hayat sürenler için bu durum, tabiatın bir parçası gibi görünür. Fakat hakikat ehli, tasavvuf yolunun sâlikleri için bir başka hayat, bir başka uyanıklık söz konusudur. İşte İsmâ’îl Hakkı-ı Bursevî hazretlerinin mısraları, bu derin hakikate bir nazar ve bakış sunmaktadır: “Çün tecellî eyleye çeşm-i dile dîdâr-ı Hû / Hâb görmez bir dahi olur ebed bîdâr-ı Hû.”
Bu beyitteki “kalp gözü” (çeşm-i dil) tâbiri, dış âlemi gören gözden başka, basiret ve idrakin merkezi olan derûnî bir duyuya işaret eder. Bu göz, madde perdesinin arkasındaki hakikati, yani Allah Teâlâ’nın varlığını ve tecellîlerini görmeye kabiliyetlidir. Bu makam, kuru bir akıl yürütme veya mantıkî isbat (delil) ile elde edilemez; ancak kalbî bir temizlikle ve mânevî bir gayretle ulaşılabilir. Kalp gözü açılan ârif için dünya, bir aynalar âlemi haline gelir. Her bir zerrede, her bir hadisede, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellîsini müşahede eder.
Beyitteki “dîdâr-ı Hû” ise, bu tecellînin en yüce mertebesidir. Bu, Hakk’ın varlığının kalpteki idrakine ve manevî şuhûduna işaret eder. Bu tecellî bir kez gerçekleştiğinde, sâlikin önceki gaflet hali tamamen zail olur. O artık, dünyevî arzuların, şüphelerin ve vesveselerin uykusundan uyanmıştır. Bu uyanıklık hali, ölümle dahi sona ermeyen, ebedî bir hale tekâbül eder. “Ebed bîdâr-ı Hû” olmak, O’nunla olmak, O’nunla yaşamak ve O’nun aşkıyla her dâim diri kalmaktır. Bu, sadece bir şuur hali değil, aynı zamanda hayata bakış açısını temelden değiştiren bir dönüşümdür. Gönül artık dünya ile değil, daima aşk ile meşgul olur. Bu hal, insana sonsuz bir huzur ve sükûnet bahşederken, aynı zamanda onu daha fazla kulluğa ve hizmete yöneltir.
Özet: İsmâ’îl Hakkı-ı Bursevî’nin beyiti, Allah’ın tecellîsinin kalp gözüne yansımasıyla yaşanan mânevî uyanıklığı tasvir eder. Bu uyanıklık, sâlikin gaflet uykusundan ebediyen kurtulmasını ve O’nun sevgisiyle daima uyanık kalmasını ifade eder. Bu tecrübe, kuru bilgiyle değil, kalbî bir arınmayla elde edilir ve insanın hayatını kökten dönüştürerek, onu ebedî huzura ve Hakk’a yöneltir.
2. Ne sâl iledir ne mâl iledir
Ne sâl iledir ne mâl iledir
Beyim ululuk kemâl iledir
— Es’ad Muhlis Paşa
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, insanın kıymetini belirleyen unsurları tartışmaya açmaktadır. Paşa, insanı yüceltenin yaş (sâl) veya maddî varlıklar (mâl) olmadığını, asıl ululuğun ve kemâlin (olgunluk) “bey”lik makamına erişmekle yani fazilet, ahlâk ve manevîyatla kazanılacağını beyan etmektedir. Burada kullanılan “beyim” kelimesi, hem bir hitap şekli hem de bu beyitin muhatabının rütbesini veya makamını ifade etmesi bakımından manidardır. Hakikî yücelik, maddî makam ve mevki ile değil, manevî bir olgunlukla elde edilir.
Makale:
Hakikî Olgunluğun Kaynağı: Fazilet ve Ahlâk
İnsanoğlu, varoluşundan bu yana yücelik, kuvvet ve üstünlük arayışı içerisindedir. Bu arayış, kimi zaman maddî birikimlerle, kimi zaman da dünya hayatının geçici makamlarıyla tatmin edilmeye çalışılmıştır. Birçok insan için yaşlılık (sâl) tecrübe ve hikmetin bir göstergesi sayılırken, servet (mâl) ise hayattaki başarı ve kudretin bir isbatı olarak görülmüştür. Oysa Es’ad Muhlis Paşa, bu yaygın yanlış inancı temelinden sarsarak, hakiki bir duruşu ve faziletli bir düşünceyi tasvir eder: “Ne sâl iledir ne mâl iledir / Beyim ululuk kemâl iledir.”
Bu mısralar, bize insanlık onurunun ve yüceliğinin kaynağının dış (zahiri) unsurlar değil, bilakis derûnî (iç) bir birikim olduğunu hatırlatır. Yaş, tek başına bir fazilet ölçüsü değildir. Zira nice yaşlı kimse vardır ki, hayat tecrübesini doğru değerlendirememiş, ham ve olgunlaşmamış kalmıştır. Aynı şekilde, mal ve mülk de geçici ve aldatıcı birer ziynettir. Nitekim hayatın fâni tabiatı gereği, servet bir anda elden gidebilir, makamlar kaybolabilir. Bu yüzden, mal ve mevki ile kazanılan yücelik, bir rüzgarın önündeki yaprak gibi sallanmaya mahkûmdur.
Asıl ululuk, yani “beylik” makamı, kişinin ahlâkî olgunluğuyla, yani “kemâl” ile elde edilir. Kemâl, insanın nefsini terbiye etmesi, faziletli bir hayat sürmesi ve Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya gayret etmesidir. Bu, bir insanın doğruluk, dürüstlük, merhamet ve adalete olan bağlılığıyla isbat edilir. İnsanın bu değerleri hayatına tatbik etmesi, onun başkaları nazarında değil, öncelikle Allah katında yücelmesine vesile olur. Bu kemâl seviyesine ulaşan bir insan, servetinin olmaması veya yaşının genç olması nedeniyle kıymetsiz sayılmaz. Zira onun kalbi, dünya malı ile değil, hakikat ve hikmet ile doludur. O, nefsine kul olmaktan kurtulmuş ve Rabbine yönelmiş, bu sayede gerçek bir yücelik kazanmıştır.
Özet: Es’ad Muhlis Paşa’nın beyiti, insanî kıymetin yaş veya maddî zenginliklerle ölçülemeyeceğini vurgular. Asıl yüceliğin, ahlâkî olgunluk ve manevî kemâlle elde edileceğini ifade eder. Bu makalede, bu beyit üzerinden, hakikî faziletin zahiri değil, derûnî bir mesele olduğu ve insanın asıl değerinin mal, mevki ve yaş gibi geçici unsurlarla değil, ahlâkî ve manevî duruşuyla ortaya konduğu izah edilmiştir.
3. Gerek sahn-ı kenîsâda gerek beyt-i Mükerrem’de
Gerek sahn-ı kenîsâda gerek beyt-i Mükerrem’de
Hüner bir kalb-i mahzûnu sevindirmekdir âlemde
— Fennî
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, ibadet ve insanlık hizmeti arasındaki derin bağlantıyı ortaya koyar. Fennî, en büyük hünerin (beceri, meziyet) Hristiyan mabedi olan kilisede (sahn-ı kenîsâ) olsun, ya da İslam’ın kutsal mabedi olan Kâbe’de (beyt-i Mükerrem) olsun, hüzünlü bir kalbi (kalb-i mahzûn) sevindirmek olduğunu ifade eder. Bu, dinî mekan ve ritüellerin ötesinde, asıl gayenin insanlara faydalı olmak ve onların derûnî kederlerine derman olmak olduğunu vurgular. İnsan sevgisi, ibadetin özüdür.
Makale:
Hakikat Yolunun En Yüce İbadeti: İnsan Kalbine Dokunmak
Tarih boyunca, farklı din ve düşünce akımları, kendi ibadet usullerini ve kutsal mekanlarını belirlemiştir. İnsanlar, bu kutsal mekanlarda ve ritüellerde Allah’a yaklaşmanın yollarını aramışlardır. Ancak bu zahiri ibadetler, eğer derûnî bir sevgi ve merhametle desteklenmezse, kuru birer hareketten ibaret kalabilir. İşte Fennî’nin bu hikmet dolu beyiti, ibadetin en mühim gayesini aydınlatır: “Gerek sahn-ı kenîsâda gerek beyt-i Mükerrem’de / Hüner bir kalb-i mahzûnu sevindirmekdir âlemde.”
Bu beyit, dinler arası barış ve cihan şümul bir merhamet düşüncesinin derin bir tasviridir. Şair, ibadetin kutsal mekanını, yani kilise ve Kâbe’yi zıt bir bağlantı içinde zikrederek, insanlık ve merhamet faziletinin dinî ayrımların ötesinde bir değer olduğunu gösterir. Bu, hangi dine mensup olunursa olunsun, esas olanın yaratılmışa olan sevgi ve saygı olduğunu anlatır. En büyük hüner ve marifet, bu ibadethanelerde kılınan namaz veya yapılan dualardan önce, hüzünle dolu bir kalbe neşe ve ümit aşılayabilmektir.
Hüzünlü bir kalbi sevindirmek, sadece maddî bir yardım sunmak değildir. Bu, bir teselli sözüyle, bir tebessümle, bir dert dinlemekle veya sadece bir gönül alarak da gerçekleşebilir. Bu fiil, insanın enaniyetinden sıyrılıp, başka bir insanın acısını kendi acısı gibi hissetme ve ona derman olma arzusudur. Bu, kalbin temizliğinin ve mânevî olgunluğunun bir göstergesidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sav) bir hadis-i şerifinde “Allah katında en sevimli amel, bir müslümanın kalbini sevindirmektir” buyurarak bu hakikate işaret etmiştir. Bu anlayış, kuru bir dinî ritüelden ziyade, hayatın her anına sirayet eden bir merhamet ve sevgi düşüncesini ön plana çıkarır. Bu, ibadet ve hayatın birbiriyle bütünleştiği bir noktadır.
Özet: Fennî’nin beyiti, hakiki ibadetin ve en büyük faziletin, herhangi bir dine veya inanca bağlı olmaksızın, hüzünlü bir kalbi sevindirmek olduğunu ifade eder. Bu makalede, bu mısralar üzerinden, dinî ritüellerin ve kutsal mekanların ötesinde, insanlık için asıl olanın merhamet, sevgi ve başkasının derdine ortak olma düşüncesi olduğu izah edilmiştir. Bu, ibadetin sadece şekilsel değil, aynı zamanda derûnî bir muhteva taşıdığını gösterir.
4. Zamâne hâlini hergiz cihânda kimse bilmiş yok
Zamâne hâlini hergiz cihânda kimse bilmiş yok
İçinde nice bin âdem velî bir kimse gülmüş yok
— Muhibbî
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, çağının (zamâne) derûnî ve zıt (aykırı) durumunu tenkit etmektedir. Muhibbî, içinde binlerce insanın yaşadığı bu cihan şümul dünyada, zamanın hakiki yapısını ve özünü anlayan kimsenin olmadığını ve aynı zamanda bu binlerce insan arasında, gerçekten samimî bir şekilde gülebilen, bahtiyar olabilen kimsenin de bulunmadığını ifade eder. Bu beyit, insanların maddî refaha erişse bile, mânevî bir boşluk ve mutluluk arayışı içinde olduklarına dair bir bakış sunar.
Makale:
Gaflet Çağında Kayıp Mutluluk
Hayatın karmaşık ve hızla akan akışı içinde, insanlık her çağda kendi meseleleriyle boğuşmuştur. Muhibbî’nin bu beyiti, çağlar ötesi bir hakikate işaret eder: “Zamâne hâlini hergiz cihânda kimse bilmiş yok / İçinde nice bin âdem velî bir kimse gülmüş yok.” Bu beyit, modern insanın da içinde bulunduğu derin bir mânevî buhrana bir ayna tutmaktadır.
Şairin “zamâne hâli” dediği şey, sadece siyasî veya sosyal bir durum değildir; daha çok, insanların derûnî hallerini, hayat karşısındaki duruşlarını ve dünya ile olan bağlantılarını ihtiva eder. Bu hâli anlayan kimsenin olmaması, insanların sadece zahiri olanla meşgul olup, hayatın ve varoluşun hakikatini gözden kaçırdığını gösterir. İnsanlar, maddî bilgi ve teknikte ilerlese de, kendi ruhlarının derinliklerini, bu dünyanın gayesini ve kendi varoluşlarının hikmetini idrak etmekten uzaktır.
İkinci mısradaki “nice bin âdem velî bir kimse gülmüş yok” ifadesi, bu mânevî boşluğun en açık ön planıdır. İnsanlar kalabalıklar içinde yaşasa da, sosyal bağları zayıflamış, enaniyet ve rekabet duygularıyla dolup taşmıştır. Bu durum, samimî ve derûnî bir mutluluğu, yani “gülmeyi” ortadan kaldırmıştır. Gülmek, sadece fiziksel bir tepki değil, aynı zamanda kalbin neşesidir. Bu neşe, ancak kişinin kendiyle, başkalarıyla ve Yaradanıyla barışık olduğu bir durumda ortaya çıkar. Oysa modern çağın insanı, daima daha fazlasını isteyerek, bir tatminsizlik ve huzursuzluk içinde yaşamaktadır. Bu durum, ona maddî refah verse bile, kalbî bir hüzne ve yalnızlığa sebep olmaktadır. Beyit, bu zıt (aykırı) durumu en güzel şekilde tasvir eder: kalabalıklar içinde yalnız, mal ve mülk içinde fakir, bilgi içinde cahil…
Özet: Muhibbî’nin beyiti, çağın hakikatinin idrak edilmediği ve kalabalıklar içinde dahi gerçek mutluluğun bulunamadığına dair bir düşünce ortaya koyar. Bu makalede, bu beyit üzerinden, insanoğlunun maddî ilerlemeye rağmen mânevî bir buhran ve tatminsizlik içinde olduğu, samimî mutluluğun zahiri koşullarda değil, derûnî bir huzurda aranması gerektiği anlatılmıştır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025
![]()