BERCESTE VE İZAHI – 118
BERCESTE VE İZAHI – 118
1. Râşid – Mahlas olmaz dile teslîm-i kazâdan gayrı / Kâr-ı takdîre ne der çâre rızâdan gayrı
İktibas:
”Mahlas olmaz dile teslîm-i kazâdan gayrı
Kâr-ı takdîre ne der çâre rızâdan gayrı”
İzah ve Açıklama:
Bu beyitte, Râşid şairane bir lisanla hayatın en temel hakikatlerinden birini beyan eder: Kadere teslimiyet ve rıza. Beytin ilk mısrası, “gönül için kurtuluş, kazaya teslim olmaktan başkası değildir” der. Bu, insanın başına gelen her şeyin, ilahi bir takdirin neticesi olduğunu kabul etmesi ve buna boyun eğmesi gerektiği manasına gelir. İkinci mısra ise bu hakikati bir soruyla pekiştirir: “Takdir edilen işe, rıza göstermekten başka ne çare vardır?” Bu soru, bir cevabın arayışından ziyade, cevabın tekilliğini ve kesinliğini vurgular. İnsanoğlunun karşılaştığı olaylar karşısında verebileceği en hikmetli cevap, onlara razı olmaktır. Bu beyit, hem dinî hem de ahlakî bir muhtevayı ihtiva eder.
Makale:
Râşid’in bu hikmetli beyti, insanlık tarihinin en kadim ve en önemli meselelerinden biri olan kader ve irade-i cüziyye mevzusuna bir nazar ve bakış açısı sunar. Beyit, bir teslimiyet nazariyesini ortaya koyar. İnsan, kendi sınırlı iradesiyle tabiatın ve kainatın akışına hükmedemez. İnsan hayatı, birçok hadise ile sınanır ve her hadise, ilahi bir takdirin tezahürüdür. Bu hadiseler karşısında gönlün bulacağı tek kurtuluş yeri, takdire boyun eğmektir. Bu teslimiyet, bir pasiflik veya acziyet değildir; bilakis, hakikatlerin kabulüyle gelen bir ruhi kuvvet ve huzur halidir. Rıza makamı, en yüce faziletlerden biri olarak kabul edilmiştir.
Tarihî ve edebî açıdan bakıldığında, bu düşünce, İslam medeniyetinin ve felsefesinin temel taşlarından biridir. Mevlana’dan Yunus Emre’ye, nice düşünür ve şair, bu teslimiyet ve rıza halini mısralarında dile getirmiştir. Bu, insanın kendi enaniyetini bir kenara bırakıp cihan şümul bir nizama intibak etmesinin bir beyanıdır. Zıt ve aykırı gibi görünen olaylar, sabır ve rıza ile karşılandığında, kişinin ruhsal tekamülüne hizmet eder. Bu beyit, bize, hayatın iniş ve çıkışlarında, olumlu veya olumsuz görünen her şeyde bir hikmet bulunduğunu düşündürür.
İbretli bir açıdan ise, Râşid’in bu beyiti, bize, kontrol edemediğimiz şeyler için endişelenmenin anlamsız olduğunu hatırlatır. İnsan, üzerine düşen gayreti gösterdikten sonra neticeyi Allah’ın takdirine bırakmalı ve gelen her sonuca rıza göstermelidir. Bu, hem bir iç huzur kaynağıdır hem de kişinin hayata karşı daha sağlam bir duruş sergilemesine olanak tanır. Keder ve tasa yerine rıza ve teslimiyet, gönlün huzur bulmasını sağlar.
Özet:
Râşid’in bu mısraları, kader ve teslimiyet hakikatine işaret eder. Gönlün huzur ve kurtuluşunun, ilahi takdire rıza göstermekten geçtiğini beyan eder. Bu teslimiyet, acziyet değil, aksine bir ruhi kuvvet ve olgunluk halidir. Makale, bu beyitin edebî, tarihî ve hikmetli muhtevasını ele alarak, insanın hayatın hadiseleri karşısında enaniyetini terk edip takdire razı olmasının ehemmiyetini vurgular. Bu durum, kişinin iç huzurunu temin eder ve hayatın zıt ve aykırı gibi görünen hallerine karşı sağlam bir duruş kazanmasını sağlar.
2. Nâ’ilî – Bildik ki himmet olmayıcak ehl-i hâlden / Esrâr-ı Hak bilinmez imiş kîl ü kâlden
İktibas:
”Bildik ki himmet olmayıcak ehl-i hâlden
Esrâr-ı Hak bilinmez imiş kîl ü kâlden”
İzah ve Açıklama:
Nâ’ilî’nin bu hikmetli beyti, manevi bilgiye ulaşma yollarını açıklar. Şair, “Ehl-i hal zatlardan manevi yardım (himmet) olmadıkça, Hakk’ın sırları sadece dedikoduyla (kîl ü kâl) bilinmez imiş” der. Bu beyit, kuru bilgiye ve teorik konuşmalara (kîl ü kâl) karşı, manevî hallerin ve bu hallere vakıf olan kişilerin (ehl-i hâl) ehemmiyetini vurgular. Hakk’ın sırlarına vakıf olmak, yalnızca okumakla, tartışmakla veya duyduklarını tekrar etmekle mümkün değildir; bu sırların açığa çıkması için manevî bir yardım ve lütuf gereklidir.
Makale:
Nâ’ilî’nin bu beyti, bilginin mahiyetine ve elde ediliş biçimine dair derin bir düşünce ve hikmet beyanıdır. Beyit, zahiri bilginin sınırlarını ve derûnî bilgiyi elde etmenin şartlarını ortaya koyar. “Ehl-i hâl”, yani manevî makamlara erişmiş, ruhsal olgunluğa ulaşmış kimselerdir. Bu kimselerin himmeti, yani manevî yardımları ve yönlendirmeleri, hakikat yolcusu için elzemdir. Zira, Hakk’ın sırları, sadece akıl ve mantıkla, lafız ve kelime oyunlarıyla (kîl ü kâl) idrak edilebilecek şeyler değildir. Onlar, ruhen hissedilmesi, tecrübe edilmesi gereken hakikatlerdir.
Bu beyitteki “kîl ü kâl” kelimeleri, boş konuşmayı, laf kalabalığını ve dedikoduyu temsil eder. Bu, kuru bilginin, tecrübeden mahrum teorik bilgilerin bir tenkitidir. Nâ’ilî, bu mısralarıyla, hakikate ulaşmanın yolunun, zahirî tartışmaların ötesinde, manevî bir rehberlik ve batini bir arayışla mümkün olduğunu isbatı ortaya koyar. Bu, manevî irşad ve rehberliğin ehemmiyetini vurgular.
Tarihî açıdan, bu düşünce, tasavvuf geleneğinin temelini teşkil eder. Tasavvuf ehli, manevî makamlara ulaşmak için bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç duyulduğunu daima beyan etmiştir. Bu beyit, bu geleneğin edebiyattaki yansımasıdır. İbretli bir açıdan ise, bu mısralar, sadece bilgi biriktirmenin değil, aynı zamanda o bilginin ruhunu kavramanın da ne kadar önemli olduğunu düşündürür. Gerçek hikmet, sadece dış kaynaklardan edinilen bilgilerle değil, iç tecrübeler ve manevî yardımla kazanılır.
Özet:
Nâ’ilî’nin bu beyti, Hakk’ın sırlarının kuru bilgi ve dedikoduyla (kîl ü kâl) değil, manevî hallere sahip zatların (ehl-i hâl) himmeti ve yardımıyla bilinebileceğini beyan eder. Bu, manevî rehberliğin ve tecrübeye dayalı bilginin ehemmiyetini vurgular. Makale, bu beyitin hikmetli ve tasavvufi muhtevasını ele alarak, hakikate ulaşmanın yolunun sadece zahirî bilgilerle değil, aynı zamanda derûnî bir arayış ve manevî bir rehberlik ile mümkün olduğunu anlatır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025
![]()