Kur’ân-ı Kerîm’de Kelime Seçiminin Derûnî Manaları ve Bağlantılı İncelikleri: Bir Kelime Denemesi

Kur’ân-ı Kerîm’de Kelime Seçiminin Derûnî Manaları ve Bağlantılı İncelikleri: Bir Kelime Denemesi

​Özet
​Bu çalışma, Kur’ân-ı Kerîm’in lafzındaki mucizevî vechi tasvir etmeyi hedeflemektedir. Kur’ân, manalarının derinliği kadar, o manaları ifade için seçtiği kelimelerle de eşsiz bir yapıya sahiptir. Birbirine yakın manalar taşıyan kelimelerden (müteradifât) birinin, muayyen bir ayette neden özellikle tercih edildiği meselesi, tefsir ilminin en mühim bahislerinden biridir. “Kelime Arkeolojisi” olarak isimlendirdiğimiz bu usûl ile, kelimelerin kök manalarına, kullanıldıkları ayetin evveli ve ahiri (siyak ve sibak) ile olan derûnî bağlantısına ve bu seçimin ayetin umumî mesajına kattığı inceliklere odaklanılacaktır.
Bu makalede, havf/haşyet, ce’ale/halaka ve nazar/basar kelime çiftleri üzerinden tahliller yapılacak ve Kur’ân’ın kelime seçimindeki ilahî hikmet isbat edilmeye çalışılacaktır.

​Giriş
​Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın sonsuz ilim ve hikmetini yansıtan, hem manası hem de lafzıyla mucize olan bir kelamdır. Onun her bir ayeti, her bir kelimesi, hatta her bir harfi, en münasip yerde ve en latîf manayı ifade edecek şekilde yerleştirilmiştir. Bu sebeple, Kur’ân metnini sathî bir okuyuşla anlamak mümkün değildir; onun derûnî manalarına nüfuz edebilmek için lafızların arkasındaki hikmetleri aramak gerekir.
​İşte bu noktada “Kelime Arkeolojisi” adını verdiğimiz bir tefekkür ve tahlil usûlü devreye girer. Bu usûl, bir arkeoloğun toprağın katmanlarını dikkatle kaldırarak altındaki tarihî eseri ve o eserin bulunduğu tabaka ile olan alakasını keşfetmesi gibi, ayetteki bir kelimenin etimolojik aslından başlayarak, Kur’ân’ın bütünlüğü içindeki kullanımına ve bulunduğu ayetin bağlantısındaki hususi vazifesine kadar inen bir incelemeyi ifade eder. Müteradif (eş anlamlı) gibi görünen kelimeler arasındaki ince mana farklılıkları, bu incelemenin en kıymetli bulgularıdır. Zira bu farklılıklar, ayetin mesajını nasıl şekillendirdiğini ve ilahî muradın ne denli hassas bir beyan ile bizlere ulaştığını gösterir.
​Bu makalede, bu usûlü üç misal üzerinden tatbik edeceğiz.

​1. Tahlil: Korku ve Saygının İki Vechini Tasvir Eden Kelimeler: Havf (خوف) ve Haşyet (خشية)
​Arap lisanında “korku” manasına gelen pek çok kelime bulunmakla birlikte, Kur’ân’da en sık kullanılanlardan ikisi havf ve haşyettir. İlk nazarda aynı manaya geldikleri zannedilse de, aralarında mühim bir fark vardır ve Kur’ân bu farkı hassasiyetle gözetir.
• ​Havf (خوف): Genellikle zayıflıktan, bir zarara uğrama endişesinden veya sevilen bir şeyi kaybetme korkusundan kaynaklanan, daha umumî ve fıtrî bir korku halini ifade eder. Bu korku, kişinin kendisini korumaya yönelik tabii bir refleksidir. Azaptan, düşmandan, fakirlikten korkmak gibi durumlar için kullanılır. ​Mesela, Bakara Suresi’nde şöyle buyrulur: ​”Andolsun ki sizi biraz korku (şey’in mine’l-havfi) ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155) ​Burada kullanılan havf kelimesi, hayatın bir parçası olan, insanın fıtratında bulunan ve imtihanın bir unsuru olan umumî korku, endişe ve belirsizlik halini tasvir eder.

• ​Haşyet (خشية): Bu kelime ise, korkulan varlığın azametini, celalini ve büyüklüğünü bilmekten ve idrak etmekten neş’et eden, hürmet ve saygı ile karışık bir korkuyu ifade eder. Haşyet, cehaletten değil, marifetten (bilgiden) doğar. Bir âlimin, ilminin derinliği nisbetinde Allah’ın azametini idrak ederek O’na karşı duyduğu derin saygı ve titreme hali, haşyetin en güzel misalidir. ​Bu mananın en açık isbatı Fâtır Suresi’ndeki şu ayet-i kerimedir: ​”Göklerden ve yerden nice ürünler indirdiğimizi görmüyor musun? İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler Allah’a karşı derûnî bir saygı ve korku (yahşa’llâhe) duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Fâtır, 35/28) ​
Ayette havf değil, haşyet kökünden gelen yahşâ fiilinin kullanılması fevkalade manidardır. Zira Allah’tan hakkıyla korkmanın, O’nun kudretini ve ilmini tefekkür eden “âlimler”e mahsus olduğu bildirilmektedir. Demek ki haşyet, ilim ve marifetle artan, sahibini daha yüksek bir kulluk mertebesine taşıyan faziletli bir korkudur. Havf ise daha ziyade nefsi korumaya yönelik fıtrî bir duygudur. Kur’ân’ın bu iki kelimeyi farklı bağlantılarda kullanması, korkunun dahi mertebeleri olduğunu ve imanın kemâliyle alakalı bir derinlik taşıdığını bizlere ders verir.

​2. Tahlil: Yaratmanın İki Ayrı Fiili: Halaka (خلق) ve Ce’ale (جعل)
​Kur’ân-ı Kerîm’de “yaratmak, yapmak, var etmek” gibi manalara gelen fiillerden en dikkat çekici ikisi halaka ve ce’aledir. Bu iki fiilin kullanımı asla rastgele değildir; her biri, var etmenin farklı bir mertebesine veya keyfiyetine işaret eder.
• ​Halaka (خلق): Bir şeyi yoktan, örneksiz ve benzersiz bir şekilde var etmeyi, icat etmeyi ifade eder. Halaka fiilinde, daha önce var olmayan bir şeyin, bir takdir ve ölçü ile, bir plan dahilinde vücuda getirilmesi manası vardır. Kâinatın, insanın ve canlıların ilk yaratılışı bu fiil ile anlatılır. ​Mesela, Alak Suresi’nin başlangıcında şöyle buyrulur: ​”Yaratan (halaka) rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak”tan yarattı (halaka).” (Alak, 96/1-2) ​Burada insanın hiç yokken, bir kan pıhtısından başlayarak mükemmel bir surette vücuda getirilmesi, yani temelden, eşsiz bir şekilde icat edilmesi halaka fiiliyle ifade edilmiştir.

• ​Ce’ale (جعل): Bu fiil ise, genellikle var olan bir şeyden başka bir şey yapmak, bir şeyi bir halden başka bir hale dönüştürmek, tayin etmek veya bir şeye yeni bir vazife ve fonksiyon yüklemek manalarına gelir. Ce’ale fiilinde, bir yoktan var etme değil, bir dönüştürme, düzenleme ve görevlendirme manası hâkimdir. ​Furkan Suresi’ndeki şu ayet, bu farkı çok net bir şekilde ortaya koyar: ​”O, geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı, gündüzü de hareket ve çalışma vakti yapmıştır (ce’ale).” (Furkan, 25/47) ​Ayette gece veya gündüz “yaratıldı” (halaka) denmiyor; “yapıldı, kılındı” (ce’ale) deniyor. Çünkü gece ve gündüz, zaten yaratılmış olan dünyanın ve güneşin hareketlerinden hasıl olan durumlardır. Allah, bu mevcut durumlara insanlar için hususi fonksiyonlar (örtü, dinlenme, çalışma zamanı) tayin etmiştir. İşte bu tanzim ve vazifelendirme fiili ce’ale ile beyan edilmiştir. ​Netice olarak, halaka bir şeyin aslını ve zatını icat etmeyi, ce’ale ise o mevcut olan şeye yeni bir şekil, vazife veya mahiyet vermeyi ifade eder. Kur’ân’ın bu ayrımı yapması, Allah’ın yaratmasındaki (halk) ve kâinattaki her şeye bir vazife ve hikmet yüklemesindeki (ca’l) sonsuz sanatını ve nizamını gözler önüne serer.

​3. Tahlil: Bakmak ve Görmenin Ötesi: Nazar (نظر) ve Basar (بصر)
​Bakmak ve görmek fiilleri de Kur’ân’da farklı kelimelerle ifade edilir. Nazar ve basar kelimeleri, bu sahanın en mühim iki kavramıdır.
• ​Nazar (نظر): Genellikle gözü bir şeye çevirme, bakma, göz atma gibi fizikî bir eylemi ifade eder. Ancak Kur’ân’da sıkça, bu fizikî bakışın tefekkür ve ibret alma maksadıyla yapılması gerektiğine işaret etmek için kullanılır. Nazar, bir hedefe yönelmiş bir bakıştır; lakin bu bakışın kalbe ve akla ulaşması şart değildir. ​Gâşiye Suresi’nde bu kullanıma çarpıcı bir misal verilir: ​”Bakmıyorlar mı (efelâ yenzurûne) o deveye, nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara, nasıl dikildi? Yeryüzüne, nasıl yayıldı?” (Gâşiye, 88/17-20) ​Burada insan, kâinattaki harikalara bakmaya (nazar etmeye) davet edilir. Bu, sadece bir göz gezdirme değil, üzerinde düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir bakıştır. Nazar, basirete giden yolun ilk adımıdır.

• ​Basar (بصر) / Basîret (بصيرة): Basar, gözün görme gücü ve fiilidir. Ancak Kur’ân’da bu kelime, fizikî görmenin ötesinde, bir şeyin hakikatini idrak etme, anlama, yani “kalp gözüyle görme” manasında kullanılır. Basîret ise bu idrakin ve hikmetli görüşün ismidir. Asıl körlük, gözlerin görmemesi değil, kalplerin hakikati görememesidir. ​Bu manayı en veciz şekilde Hac Suresi’ndeki şu ayet ifade eder: ​”Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Gerçek şu ki, gözler (el-ebsâru) kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 22/46) ​Ayette, fizikî görme organı olan ebsârın (basarların) değil, asıl kalplerin körleştiği vurgulanarak, hakiki “görme”nin manevî bir idrak fiili olduğu belirtilir. Demek ki nazar bir vasıta, basar ve basîret ise o vasıtayla ulaşılması gereken bir gayedir. Kur’ân, insanları kâinata nazar etmeye çağırır ki, bu sayede kalplerinde basîret penceresi açılsın ve hakikati görsünler.

​Netice
​Yapılan bu kısa tahliller dahi göstermektedir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir kelime tesadüfen veya gelişigüzel seçilmemiştir. Her bir kelime, bulunduğu ayetin manasını en hassas şekilde dokuyan, ona derinlik ve çok boyutluluk katan ilahî bir tercihtir. Havf ve haşyet arasındaki fark, imanın mertebelerini; halaka ve ce’ale arasındaki fark, yaratılışın keyfiyetini ve ilahî nizamı; nazar ve basar arasındaki fark ise bilginin (malumat) idrake (irfan) dönüşme sürecini bizlere öğretir.
​Bu “Kelime Arkeolojisi” metodu, Kur’ân’ın sadece bir mesajlar mecmuası değil, aynı zamanda lafzıyla da eşsiz bir sanat harikası ve bir belağat mucizesi olduğunu isbat eder. Müteradif kelimelerin derinliklerine inmek, Kur’ân’ın i’câzını (aciz bırakıcılığını) daha derinden hissetmemize ve ayetlerin ruhumuza daha tesirli bir şekilde hitap etmesine vesile olur. Bu sebeple Kur’ân’ı anlamak isteyen her akıl, onun kelime hazinesine bir arkeolog titizliğiyle yaklaşmalı ve her bir lafzın arkasındaki ilahî hikmet definelelerini aramalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 24th, 2025