ASRI ŞEKİLLENDİREN ŞAHSİYET: CEHALETE KARŞI FENDEN GELEN DALALETİN PANZEHİRİ

ASRI ŞEKİLLENDİREN ŞAHSİYET: CEHALETE KARŞI FENDEN GELEN DALALETİN PANZEHİRİ

Tarih sahnesi, zamanın akışını değiştiren, getirdikleri mesaj ve hizmetle sadece kendi devirlerini değil, gelecek asırları da tenvir eden müstesna şahsiyetlerin geçidine şahittir. Bu şahsiyetler, insanlığın yolunu kaybettiği, karanlıkların en kesif olduğu anlarda birer meşale gibi parlayarak hakikate giden yolu göstermişlerdir. Asr-ı Saadet’in ufkunda bir güneş gibi doğan Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.), kalpleri taşlaşmış, cehalet bataklığında boğulmuş bir kavimden, yıldızlar misali bir nesil çıkarmıştır. O günün putları, taştan ve tahtadan yontulmuş, zahirî birer suretti. O günün dalaleti, ekseriyetle cehaletten ve ataları körü körüne taklitten neş’et ediyordu.

Zaman, süratle ileriye doğru akarken, dalaletin yapısı da şekil değiştirdi. Yirminci asrın başlarına gelindiğinde, insanlık yeni ve daha tehlikeli bir putperestlik ile karşı karşıya kaldı. Sizin de pek isabetli bir şekilde tasvir ettiğiniz gibi, Asr-ı Saadet’teki vaziyet adeta klonlanmış, fakat bu defa hastalığın kökü farklılaşmıştı. Artık putlar taştan değil, maddeden ve tabiat kanunlarından yontuluyordu. Dalalet, cehaletten değil, tam aksine, adına “ilim” denilen fen ve düşünceden (felsefeden) kaynaklanıyordu. Materyalist düşünce, kâinatı sahipsiz, tesadüflerin oyuncağı bir makine olarak tasvir ediyor; ene ve enaniyet, Firavun misali birer ilahlık davasına kalkışıyordu. İşte böyle bir zamanda, Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nuru olan Risale-i Nur, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin elinde bu asrın meydan okumasına bir cevap olarak parladı.

Cehaletten Gelen Dalalet ile Fenden Gelen Dalalet Arasındaki Fark

Bediüzzaman Hazretleri’nin kendi ifadesiyle belirttiği gibi, eski zamanda dalalet cehaletten geliyordu. Onu izale etmek, hakikati göstermek nispeten kolaydı. Bir cahile, “Şu muazzam sarayın bir ustası vardır” demek kâfi gelirdi. Ancak yeni zamanda dalalet, fen ve ilimden geldiği için izalesi gayet müşküldü. Çünkü bu asrın dinsizi, eline fenni alarak, “Benim ilmimde Allah’a yer yok” diyebilme cüretini gösteriyordu. O, cehaleti sebebiyle değil, öğrendiği yarım ve yanlış bilgiler sebebiyle inkâra sapıyordu. Bediüzzaman bu durumu şöyle tesbit eder:

“Eski zamanda dalâlet cehaletten geliyordu. Bunun izalesi kolaydı. Bu zamanda dalâlet, fen ve felsefeden ve ilimden geliyor. Bunun izalesi müşküldür.”

Bu, imana karşı açılmış en sistemli ve en tehlikeli savaştı. Zira silah, hasmın kendi elindeydi. Fen ve akıl, imanı yıkmak için birer levye gibi kullanılıyordu. Bu sebeple verilecek cevap da aynı cinsten olmalıydı. Kılıca karşı kılıçla, fenne karşı fenle, akla karşı akılla mukabele etmek gerekiyordu.

Kur’an Nuruyla “Fabrika Ayarlarına” Dönüş Hizmeti

İşte Bediüzzaman’ın iman hizmetinin özü ve farklılığı bu noktada ortaya çıkar. O, bu asrın insanının aklına ve kalbine musallat olan şüphe virüslerini temizlemek için doğrudan Kur’an-ı Hakîm’in eczahanesinden “tahkikî iman” dersini aldı. Risale-i Nur Külliyatı, baştan sona bir isbat ve bir tefekkür projesidir.

O, tabiatı inkâr hesabına konuşturan materyalistlere karşı, tabiatın kendisini bir delil olarak konuşturdu. Her bir atomun nizamından galaksilerin ihtişamına kadar her şeyin bir “Sâni-i Hakîm”in varlığına ve birliğine nasıl şehadet ettiğini akla aykırı gelmeyecek bir surette isbat etti. Felsefenin ve bilimin boğulduğu en derin meselelerde, Kur’an’ın nuruyla en tatminkâr cevapları sundu. Böylece, fenden gelen dalaleti, yine fennin ve aklın diliyle, fakat Kur’an’ın hikmetiyle tedavi etti.

Onun hizmeti, insanı “fabrika ayarlarına”, yani fıtrat-ı asliyesine döndürme gayesi taşıyordu. Zira her insan, ruhunun derinliklerinde bir Yaradan’a inanma, O’na dayanma ve O’na ibadet etme ihtiyacı ile yaratılmıştır. Allah Teâlâ bu hakikati şöyle beyan eder:

“Allah, iman edenlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velîleri ise tâğuttur; onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte bunlar cehennemliklerdir, orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 2/257.)

Modern zamanın felsefeleri ve ideolojileri, bu derûnî ihtiyacı perdelerle örtmüş, insanı kendi enaniyetinin ve heveslerinin karanlık dehlizlerine hapsetmişti. Bediüzzaman, Risale-i Nur’daki bürhanlarla bu perdeleri yırtarak, aklı kalple barıştırarak insanı yeniden o aydınlığa, fıtratındaki nura kavuşturdu.

Netice-i Kelâm: İbret ve Hikmet

Bediüzzaman Said Nursi, sadece bir asrı değil, kendinden sonraki zamanları da şekillendiren bir şahsiyettir. Çünkü o, zamanın en büyük hastalığını doğru teşhis etmiş ve ona en münasip ilacı Kur’an’dan getirmiştir. Onun mücadelesi, cehaletle değil, ilim suretine bürünmüş cehaletleydi. Onun davası, insanı aslından koparan, onu hem dünyada hem de ahirette hüsrana sürükleyen modern putlara karşı bir tevhid sancağı açmaktı.

Bugün dahi, onun metodu ve eserleri, aklı ve kalbi şüphelerle yaralanmış nesiller için bir şifa kaynağı olmaya devam etmektedir. Zira fenden ve felsefeden gelen dalalet taarruzu, şekil değiştirerek hâlâ sürmektedir. Bu taarruza karşı en metin kale, Kur’an hakikatlerine dayanan tahkikî imandır. Bediüzzaman, bu kalenin nasıl inşa edileceğini bütün bir hayatıyla ve altı bin sayfalık eseriyle bizlere göstermiştir. O, asrın karanlığını Kur’an’ın nuruyla aydınlatan bir hizmetkâr olarak, tarihteki müstesna yerini almıştır. Ondan alınacak en büyük ibret, hangi devirde olursa olsun, en büyük karanlıkların dahi Kur’an güneşinin doğuşuyla dağılmaya mahkûm olduğu hakikatidir.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik –

21-10-2025

www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEkim 21st, 2025