BERCESTE VE İZAHI – 97 –
BERCESTE VE İZAHI – 97 –
1. Kütahyalı Rahimi – Uyku ve Uyanıklık
İktibas:
”Kişi terk etmeyince râhat-ı hâb
Açılmaz bab-ı Hakdan ana bir bâb”
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, Kütahyalı Rahimi’nin kaleminden çıkmış olup, insanın ilahi lütuflara ve manevi fethe ulaşabilmesi için nefsani arzularından ve konforundan feragat etmesi gerektiğini anlatır. “Râhat-ı hâb” (uyku rahatlığı), mecazi bir ifade olup, insanın dünyevi zevklere ve tembelliğe olan düşkünlüğünü simgeler. “Bab-ı Hak” (Hakk’ın kapısı) ise, ilahi hakikatlere, manevi makamlara, ilme ve hikmete açılan yolları temsil eder. Şairin ifadesiyle, bir insan rahatlık ve miskinliği terk etmedikçe, yani çaba, gayret ve fedakârlık göstermedikçe, ona Hakk’ın dergâhından hiçbir kapı açılmaz. Bu, hem ilahi rızaya erme hem de dünyevi alanda başarılı olma mücadelesinin temel kaidesidir. Büyük neticelere ulaşmak isteyenler, küçük fedakârlıklara katlanmayı göze almalıdır.
Makale: Uyku ve Uyanıklık, Miskinlik ve Mücahede
İnsan hayatı, fâni dünyanın fâni lezzetleri ile bâki âlemin bâki saadeti arasında bir imtihan meydanıdır. Bu meydanda muzaffer olmak isteyenlerin en büyük düşmanı, kendilerinde gizli duran miskinlik ve gaflettir. Kütahyalı Rahimi’nin ibret dolu beyti, bu hakikate işaret eder. “Kişi terk etmeyince râhat-ı hâb, açılmaz bab-ı Hak’dan ana bir bâb.” Bu, sadece bedenin uykusunu terk etmekle sınırlı bir mesele değildir. Asıl terk edilmesi gereken, ruhun ve aklın gaflet uykusudur.
Tarih şahittir ki, büyük medeniyetler, büyük âlimler, büyük sanatçılar ve büyük komutanlar, yataklarından erken kalkmayı ve daha önemlisi, ruhlarını uyanık tutmayı bilenlerdir. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi, sadece askeri bir deha ile değil, gecenin bir yarısı kalkıp, ibadetle ve tefekkürle meşgul olan bir ruhun uyanıklığı ile mümkün olmuştur. Mevlâna, Hâfız, Sa’dî gibi şair ve mutasavvıfların eserleri, uyku ve tembellikten uzak, sürekli bir ilahi aşk ve irfan arayışının mahsulüdür. Onlar, dünyevi lezzetleri ve uykunun rahatlığını terk etmeseydi, insanlık asırlar boyunca onlardan hikmet ve feyiz alamazdı.
Hayatın muhtelif sahalarında muvaffakiyet arayanlar için bu beyitteki hikmet, bir düstûr teşkil eder. Bir talebe, ilim tahsilinde ilerlemek istiyorsa, ders çalışmanın zorluklarına katlanmalı; bir esnaf, rızkını genişletmek istiyorsa, erkenden dükkânını açmalı; bir sanatçı, şaheserler ortaya koymak istiyorsa, uzun geceler boyunca eserine emek vermeli; bir mümin, Hakk’ın rızasına ulaşmak istiyorsa, gece namazına kalkmanın ve nefsini terbiye etmenin zorluklarına göğüs germelidir. Bu mücahede, zorluklarla mücadele etmek, ruhun uyanışını sağlamak ve insana, Hakk’ın dergâhından açılan kapıların anahtarı olmaktır. Her bir mücahede, ruhun pasını temizler, miskinliği kovar ve insanı, hayattan ve manevi âlemden alacağı nasibe hazırlar. Zira Hakk’ın lütfu, ancak gayret gösterenlere bahşedilir.
İslam tasavvufunda, bu uyanıklık hâline “yakaza” denilir. Yakaza hâlindeki bir kalp, Rabbine daima açık bir kapı gibidir. Dolayısıyla, Kütahyalı Rahimi’nin bu beyti, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda manevi bir yol haritasıdır. O, insana, fâni dünyada bâki bir makama erişmenin sırrını ifşa eder: Rahatlığı terk et ki, gerçek rahatlığa erişesin.
Özet:
Kütahyalı Rahimi’nin beyti, ilahi ve dünyevi muvaffakiyetin temel şartının, nefsani rahatlığı terk etmek olduğunu beyan eder. Kişi, tembelliği ve konforu bırakıp gayret ve fedakârlık göstermedikçe, Hakk’ın ona lütuf kapılarını açmayacağı vurgulanır. Makale, bu hikmetin tarihî ve güncel misallerle izahını yaparak, miskinliğin insan ve toplum hayatındaki menfi tesirlerini ve mücahedenin hayati ehemmiyetini ortaya koyar.
2. Lâedri – Şöhret ve Fanilik
İktibas:
”Ne kadar şâyî olsa da şânın
Akıbet iki taşdır nişânın”
İzah ve Açıklama:
”Lâedri,” yani “bilinmez” anlamına gelen bu beytin şairi meçhul olsa da, muhtevası gayet açıktır. “Şân” şöhret ve itibar, “şâyî olmak” ise yayılmak ve meşhur olmak manasındadır. Beyit, bir insanın şöhretinin ne kadar geniş kitlelere ulaşırsa ulaşsın, bu fânî dünyanın sonunda ondan geriye kalan tek şeyin mezar taşları olduğunu ifade eder. Bu, şöhretin ve dünyevi makamların geçiciliğine dair ibretli bir hatırlatmadır. Hayatın mutlak sonu olan ölüm, tüm şöhret ve itibarı ortadan kaldırarak insanı asıl mevkii olan toprağa döndürür. Bu iki taş, insanın fâniliğini ve dünyevi hırsların beyhûdeliğini anlatan en sade ve en çarpıcı semboldür.
Makale: Şöhretin Fânî Sesi ve Hakk’ın Bâki Sedası
Dünya, şöhret ve itibara düşkün nefislerin en büyük imtihanıdır. İnsanlık tarihi, adına krallıklar kurulan, büyük zaferler kazanılan, ama neticede iki taş arasına gömülüp unutulan nice şahsiyetlerle doludur. Lâedri’nin bu veciz beyti, insana bu mukadder sonu hatırlatarak, fânîye tutunmanın abesiyetini düşündürür.
Şöhret, bir girdap gibidir; insanı içine çektikçe asıl maksadından uzaklaştırır. Edebi mahfillerde, san’at ve ilim çevrelerinde yahut siyaset sahasında yükselen her şahsiyet, şânının ne kadar yaygınlaşırsa yayılsın, ahir ve akıbetinin iki taştan ibaret olduğunu idrak etmelidir. Şöhretin peşinde koşanlar, genellikle gerçek değeri ve ebedi hayattaki makamlarını ihmal ederler. Oysa asıl makam, iki taşın işaret ettiği yerdedir.
Hikmetli olan, şânın fâniliğini bilip, bâki bir esere yönelmektir. Şöhretin peşinde koşmak yerine, insanlığa faydalı eserler bırakmak, ilahi rızaya uygun bir hayat sürmek, hakikat arayışında sebat etmek, bir fani için en büyük şereftir. Zira, adın unutulsa da eserin ve amelin bâki kalır. Mevlânâ’nın, Fuzûlî’nin isimleri, eserlerinin asırlar boyunca insanlığa sirayet etmesiyle anılır.
Tarihi olarak bakıldığında, nice hükümdarın ihtişamlı saltanatları, nice komutanın şanlı zaferleri, zamanın rüzgarında silinip gitmiştir. Mısır’ın görkemli piramitleri dahi, o firavunların fâniliğini haykıran birer anıttan başka bir şey değildir. Her ne kadar o piramitler koca taşlardan müteşekkil olsa da, beyitteki “iki taş”, o ihtişamın da bir gün iki basit taş gibi değersizleşeceğini ihtiva eder.
Sonuç olarak, Lâedri’nin bu beyti, bir şairin fânîye sitemi ve bâki olana davetidir. Bir insanın hayatı, iki taş arasında nihayete erer. Mesele, bu iki taş arasına ne sığdırabildiğidir.
Özet:
Bu beyit, şöhretin ve dünyevi itibarın geçici ve fâni olduğu hakikatini vurgular. İnsanın şanı ne kadar yaygın olursa olsun, nihayetinde mezar taşları onu beklemektedir. Makale, bu beytin muhtevasına binaen, fânî şöhretin peşinde koşmanın beyhûdeliğini ve asıl gayenin bâki ameller ve kalıcı eserler bırakmak olduğunu izah eder.
3. Keçecizâde İzzet Molla – Fısk ve Müdâhene
İktibas:
”Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihân harâb
Eyler anı müdâhane-i âlimân harâb”
İzah ve Açıklama:
Keçecizâde İzzet Molla’nın bu meşhur beyti, müthiş bir sosyal ve ahlaki eleştiri ihtiva eder. “Fısk,” Allah’ın emirlerine karşı gelme ve günah işleme hâlidir. “Âlimân” ise âlimler demektir. “Müdâhene” ise, ikiyüzlülük, yaltaklanma ve dalkavukluktur. Beyit, dünyanın günah işlemekle, yani ahlaksızlık ve sefahatle yıkılmayacağını, asıl yıkılışın âlimlerin ikiyüzlülüğü ve yozlaşmasıyla geleceğini ifade eder. Bu, toplumun en üst seviyesindeki bilgi ve hikmet sahiplerinin, makam ve mevki için hakikatten sapmalarının, yalanı ve yanlışı desteklemelerinin, fısktan çok daha tehlikeli ve yıkıcı olduğunu vurgular. Zira cahil halk, ahlaksızlığın neticesini görebilirken, âlimlerin müdâhenesiyle hakikat kaybolur, doğru ile yanlış birbirine karışır ve toplumun temelleri sarsılır.
Makale: İlmin Mes’uliyeti ve Müdâhenenin Zilleti
Bir toplumun ayakta kalması, sadece maddi kuvvetine bağlı değildir; asıl omurgasını, ahlaki ve manevi değerleri teşkil eder. Bu değerlerin muhafızı ise, ilim ve hikmet sahipleri, yani âlimlerdir. Keçecizâde İzzet Molla’nın asırlar öncesinden yankılanan bu beyti, âlimlerin bu hayati rolüne ve aynı zamanda en büyük zafiyetlerine dikkat çeker. “Dünyayı günah işlemek harâb etmez, onu âlimlerin müdâhenesi harâb eder.”
Bu söz, basit bir iddia değil, tarihin ve sosyal hayatın en derin gerçeğidir. Fısk ve günah, toplumda bir yara gibidir; görünür ve çoğu zaman tedavi edilebilir. Fakat âlimin ikiyüzlülüğü, toplumu içeriden çürüten gizli bir hastalıktır. Bir âlim, makam, para veya şöhret karşılığında bildiği hakikatten taviz verdiğinde, o toplumun pusulası şaşar. Haksızlıklar meşruiyet kazanır, zalimler alkışlanır, batıl hak gibi gösterilir. Bu durum, toplumda güveni yok eder, ahlaki çöküşü hızlandırır ve en sonunda o cemiyeti temellerinden yıkar.
Tarihî vak’alar, bu gerçeği sıkça teyid eder. Birçok devletin ve medeniyetin yıkılışında, yöneticilerin fıskından ziyade, onlara “hakikattir” diye dalkavukluk eden âlimlerin rolü olmuştur. Bunlar, iktidarın zulmüne karşı susarak veya zulmü meşrulaştıran fetvalar vererek halkın direncini kırmış, adalet duygusunu zaafa uğratmışlardır. Oysa âlim, halkın ve Hakk’ın vicdanıdır. O, makama değil, ilme ve hakikate sadık kalmakla mes’uldür.
Âlimlerin müdâhenesinin tehlikesi, cahillerin işlediği günahtan daha büyüktür, zira müdâhene, günahı meşrulaştırır. Cahil günah işler ve günahının farkındadır; tevbe kapısı ona daima açıktır. Ama âlim, yanlışını doğru gibi sunarak hem kendini aldatır hem de bir toplumu aldatır. Bu yüzden, İzzet Molla’nın uyarısı, sadece âlimlere değil, her türlü bilgi ve güç sahibi kişiye yöneliktir. Bir toplumun bekası, ancak ve ancak hakikate bağlı, cesur ve müdâhaneden uzak âlimlerin varlığıyla mümkündür.
Özet:
Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, dünyanın fısk ve günahla değil, âlimlerin ikiyüzlülüğü ve yaltaklanmasıyla harap olacağını ifade eder. Makale, bu beytin muhtevasını ele alarak, ilim ve hikmet sahiplerinin ahlaki mes’uliyetinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu vurgular. Âlimlerin müdâhenesinin, fısktan daha tehlikeli bir yıkıma yol açtığı ve toplumun temelindeki güveni sarsarak çöküşü hızlandırdığı belirtilir.
4. Hz. Mevlânâ – Ham ve Puhte
İktibas:
”Der-neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed ve’s-selâm”
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin 18. beytidir ve Mesnevi’nin muhtevası hakkında mühim bir ipucu verir. “Puhte” pişmiş, olgunlaşmış ve kemale ermiş kimseyi, “hâm” ise çiğ, ham ve tecrübesiz olanı temsil eder. Beyit, “Pişmiş (olgun) olanın hâlinden, ham (olgunlaşmamış) olan hiç anlamaz” diyerek, manevi makam ve tecrübelerin ancak o makama erişenlerce idrak edilebileceğini ifade eder. İkinci mısra olan “O hâlde sözü kısa kesmek gerekir, vesselâm” ile de, bu derin hakikatleri ham olanlara anlatmaya çalışmanın beyhûde olduğunu, zira onların idrak seviyesinin buna kâfi gelmeyeceğini belirtir. Mevlânâ, burada ilahi aşkın ve manevi hakikatlerin ancak hâl ile, yaşayarak anlaşılabileceğini vurgular.
Makale: Hâl Ehlinin Sükûtu
İnsan hayatı, fâni bedenin içinde saklı, fâni olmayan bir ruhun tekâmül serüvenidir. Bu serüvenin muhtelif menzilleri vardır ki, her menzil bir öncekinden daha derin bir idrak ve daha engin bir manevi tecrübe ister. Hazret-i Mevlânâ’nın “ham” ve “puhte” tasnifi, bu tekâmülün en veciz ifadesidir. Ham olan, manevi yolculuğunun başında, dünya ile olan bağlarını henüz çözememiş, aklı ve nefsiyle mutabık bir ruh hâlindedir. Puhte ise, bu bağları koparmış, nefsini terbiye etmiş ve ilahi aşkın ateşiyle pişerek kemale ermiş kimsedir.
Bu iki hâl arasındaki fark, kuru bir odun parçası ile yanarak ışık saçan bir kor parçasının farkına benzer. Kuru odun, korun ne hissettiğini, nasıl bir ateşte yandığını ve nasıl bir ışık saçtığını idrak edemez. Aynı şekilde, ham olan da puhte olanın manevi hâllerini ve tecrübelerini anlayamaz. Bu yüzden Mevlânâ, “Sözü kısa kesmek gerekir” buyurur. Zira, manevi hakikatler, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derindir. Onlar, ancak yaşanarak hissedilir.
Bu beyit, sadece tasavvufi bir kaideyi ihtiva etmekle kalmaz, aynı zamanda her türlü insani münasebette geçerli bir hikmet sunar. Bir müzisyenin bir bestede hissettiği derinliği, müzikten anlamayan birine; bir ressamın bir tablodaki mânayı, sanatla hiç ilgilenmeyen birine izah etmek ne kadar güçse, puhte bir ruhun hâlini, ham bir ruha anlatmak da o kadar zor ve beyhûdedir.
Bu beyit, aynı zamanda irfan ehlinin neden bazen sükûtu tercih ettiğini de izah eder. Gerçekten derinliğe vâsıl olmuş bir kimse, bildiğini herkese anlatma lüzumu hissetmez. O, hakikati arayanlara rehberlik eder, lâkin idraki kıt olanlara zorla bir şeyler aşılamaya çalışmaz. Zira bilir ki, tohum, ancak verimli bir toprağa ekildiğinde yeşerir. Netice itibarıyla, bu beyit, bir olgunluk, bilgelik ve edep dersidir.
Özet:
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin 18. beyti, manevi olarak olgunlaşmış (puhte) bir kimsenin hâlinin, olgunlaşmamış (ham) bir kimse tarafından idrak edilemeyeceğini ifade eder. Bu yüzden, derin hakikatlerin herkese anlatılmaya çalışılmasının yersiz olduğunu ve sözü kısa kesmenin daha hikmetli olduğunu belirtir. Makale, bu temel düsturu ele alarak, manevi tekâmül, hâl ehlinin sükûtu ve idrakin ehemmiyeti üzerine derin bir bakış sunar.
5. Hz. Mevlânâ – Yüz ve Ayna
İktibas:
”Ger şerm hemî ez-ân u în bâye dâşt
Pes ayb-ı kesân zîr-i zemîn bâye dâşt
Ver âyîne-vâr, nîk u bed benmâyî
Çon âyîne, rûy-ı âhenîn bâye dâşt”
İzah ve Açıklama:
Bu beyitler Hazret-i Mevlânâ’ya aittir ve utangaçlık, kusur örtme ve dürüstlük üzerine müthiş bir ders verir. Birinci beyit “Eğer şu ondan, bu bundan utanacak olsa, o zaman insanların kusurları yerin altında kalmalıydı” der. Yani, bir insan utanma duygusuyla dolup taşsaydı, başkalarının ayıplarını ve kusurlarını ifşa etmekten hicap duyacağı için, o kusurlar toprağın altında gizli kalırdı. İkinci beyitte ise bu duruma bir istisna getirir: “Eğer ayna gibi iyiyi de kötüyü de göstereceksen, o zaman ayna gibi demirden (sağlam) bir yüze sahip olman gerekir.” Burada, toplumun ve bireylerin kusurlarını açıkça ortaya koyacak kadar cesur olmanın, ayna gibi doğruyu yansıtan bir karaktere sahip olmanın, ayna gibi sert ve demir gibi sağlam bir “yüz” yani irade ve direnç gerektirdiğini ifade eder. Zira, hakikati söylemek, herkesin hoşuna gitmeyecek ve bunun bedeli olacaktır.
Makale: Hakikat Aynası Olmak ve Cesaretin Bedeli
İnsan, hayatı boyunca ya başkalarının kusurlarını örtmeye çalışan bir perde olur ya da hakikati cesaretle yansıtan bir ayna. Hazret-i Mevlânâ’nın bu hikmetli beyti, bu iki yol arasındaki ahlaki tercihe dair mühim bir muhteva ihtiva eder. İlk mısralar, toplumsal hayatta bir erdem olarak kabul edilen “ayıp örtme” hususuna değinir. Bir mümin, kardeşinin ayıbını, bir ayna gibi yüzüne vurmak yerine, onu gizlemeyi tercih etmelidir. Ancak, bu kaideye bir istisna getirilir ki, bu da bir aydınlanma ve irfan vazifesidir.
”Eğer ayna gibi iyiyi de kötüyü de göstereceksen, o zaman ayna gibi demirden katı bir yüze sahip olman gerekir.” Bu, bir ilim, hikmet veya sanat ehlinden beklenen duruştur. Toplumun ve yöneticilerin kusurlarını cesaretle dile getirmek, yanlışları ve adaletsizlikleri göstermek, tıpkı ayna gibi, hiçbir şeyi saklamadan yansıtmak büyük bir ahlaki sorumluluktur. Fakat bu sorumluluğun bir bedeli vardır. Ayna, hakikati yansıttığı için bazen istenmeyen bir nesne hâline gelebilir. İnsanlar, kusurlarını görmek yerine, aynaya sitem etmeyi tercih edebilirler. Bu sebeple Mevlânâ, “demirden bir yüz” tavsiye eder. Bu, eleştirilere, kınamalara ve hatta zulme karşı sağlam durabilen, iradesi bükülmeyen, demir gibi bir cesaret ve metanetle donanmış bir karakteri simgeler.
Tarihte, hakikat aynası olan nice şahsiyetler olmuştur. Hallac-ı Mansûr’un “Ene’l-Hakk” diye haykırması, hakikati fâş etmesinden dolayı idi. İmam-ı Gazâlî’nin yaşadığı dönemin âlimlerini eleştirmesi ve onlara doğru yolu göstermesi, bir ayna gibi davranmasının neticesiydi. Bu şahsiyetler, hakikatin bedelini ağır ödediler ama isimleri ve duruşları asırlar boyunca baki kaldı.
Öyleyse, hakikati ifşa etmek isteyen bir kimse, bu yolun zorluğunu bilmeli, kınayıcıların kınamasından korkmamalı ve demir gibi bir iradeye sahip olmalıdır. Aksi takdirde, ayna olma cesareti gösteremez, ya suskun kalır ya da yaltaklanarak müdâhene zilletine düşer. Mevlânâ’nın bu beyti, cesareti, dürüstlüğü ve hakikat uğruna gösterilmesi gereken fedakârlığı en veciz şekilde ifade eden bir rehber niteliğindedir.
Özet:
Mevlânâ’nın bu beytinde, bir yandan başkalarının kusurlarını örtmek ahlaki bir erdem olarak sunulurken, diğer yandan hakikati yansıtan bir ayna gibi davranmanın cesaret gerektirdiği belirtilir. Makale, ayna metaforu üzerinden, hakikati söyleme cesaretini ve bu duruşun getirdiği zorlukları ele alır. Bir kimsenin hakikati yansıtacak kadar dürüst olabilmesi için, eleştirilere ve kınamalara karşı demir gibi sağlam bir iradeye sahip olması gerektiği izah edilir.
Bütünsel Özet
Bu beş makale, her biri ayrı bir hikmet ve ibret kaynağı olan beyitler üzerinden insanın manevi ve sosyal hayatına dair derin hakikatleri ele almaktadır. Kütahyalı Rahimi’nin beyti, fani rahatlık ve miskinliğin terk edilmesiyle ilahi lütuflara erişileceğini; Lâedri’nin beyti, şöhretin ve dünyevi makamların geçiciliğini ve asıl gayenin bâki amellerde olduğunu; Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, toplumun asıl çöküşünün fısktan ziyade âlimlerin müdâhenesinden geldiğini; Mevlânâ’nın “ham-puhte” beyti, manevi makamların ancak yaşanarak anlaşılabileceğini ve bu hakikatleri herkese anlatmanın beyhûde olduğunu; son olarak yine Mevlânâ’nın “ayna-yüz” beyti ise, hakikati cesaretle dile getirmenin getirdiği zorlukları ve bu duruş için gereken sağlam karakteri izah etmektedir. Bu makaleler, birbiriyle uyumlu bir şekilde, insanın dünyevi hırs ve zilletlerden uzaklaşıp, hakikate, gayrete ve ahlaki kemale yönelmesinin ehemmiyetini ortaya koymaktadır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025