BERCESTE VE İZAHI – 96 –

BERCESTE VE İZAHI – 96 –

​Gül ve Bülbülün Feryadı: Hakikat ile Mecazın Bütünleşmesi
​İktibas:
​Gül gelse dâ’im ağlasa bülbül aceb değil
Zîrâ kimine ağla demişler kimine gül
​-Bâkî

​Bu beyit, Osmanlı şiirinin zirve şairlerinden Bâkî’ye ait olup, tabiatın en zarif unsurları olan gül ve bülbül üzerinden derin bir hikmeti terennüm etmektedir. Şair, gülün daima gülmesini, bülbülün ise sürekli ağlamasını yadırgamayacağımızı ifade eder. Bu durum, onların fıtratına, yani yaratılışlarına verilmiş olan bir role işaret eder. Gül, güzelliğin, mutluluğun ve cemalin sembolü iken, bülbül, aşığın, hasretin ve elem-i firkatın timsalidir.
​Bu beyitteki manevî muhteva, sadece bir tabiat tasviri değildir. Aslında, hayatın tecellilerini ve insanın kaderindeki farklı rolleri izah eder. Hayatta kimi insanlar, “gül” gibi daima neşeli, bahtiyar ve ferah bir hayat sürerken, kimileri de “bülbül” gibi dert, hüzün ve keder ile imtihan olunur. Bu hal, ilahi takdirin bir neticesidir. Her bir insan, bu dünya sahnesinde kendisine biçilen rolü ifa eder. Gülenin gülmesi, ağlayanın ağlaması garip ve yadırganacak bir şey değildir; çünkü her biri, bu muazzam ilahi senaryoda kendi vazifesini icra etmektedir.
​Hayat, hem gülün neşesini hem de bülbülün feryadını barındırır. Bu zıtlıklar, hayatın ahengini ve bütünlüğünü sağlar. Gülün güzelliği, bülbülün aşk dolu feryadıyla anlam kazanır. Bir diğeri olmasaydı, mevcudiyetleri bu denli derin bir manaya sahip olamazdı. Nitekim bu gibi zıtlıkların, Vâhidiyet hakikatinin tecellilerine işaret eder. Mesela, bu zıtlıkların esmâ-i hüsnânın cilveleri olduğu ve her birinin ayrı bir ismin tecellisini gösterdiği anlatılır. Hayat, Cenab-ı Hakk’ın kemal sıfatlarının tecelligâhıdır ve gül de bülbül de bu tecellînin farklı veçhelerini temsil eder. Dolayısıyla, neşeyi tecrübe eden de hüznü yaşayan da, ilahi bir takdirin ve hakikatin yansımasıdır.

​Cihanın Vefasızlığı ve Sadık Dostun Kıymeti
​İktibas:
​Ne mümkündür vefâ gelmek cihânın bî-vefâsından
Muhibb-i sâdıkı yeğdir kişinin akrabâsından
​-Lâedrî

​Bu beyit, dünyevî hayatın geçiciliğine ve vefasızlığına işaret ederken, hakiki dostluğun akrabalık bağlarından bile üstün olabileceği hakikatini dile getirmektedir. Cihanın, yani bu fani dünyanın, tabiatı icabı vefasız olduğunu, dolayısıyla ondan sadakat beklemenin abesle iştigal olduğunu ifade eder. Dünya, tıpkı bir gölgelik gibidir; sürekli değişir, aldatır ve fânîdir. O yüzden ona bel bağlamak, onun vefasına güvenmek, en büyük yanılmalardandır.
​Ancak beyit, bu vefasız dünyanın karşısına, insanlık âlemindeki en kıymetli hazinelerden biri olan “sadık dostu” koyar. Şair, “muhibb-i sadık”ın (sadık dostun), akrabadan bile daha üstün tutulması gerektiğini söyler. Akrabalık, kan bağı ile tesis edilmiş bir bağdır; lakin dostluk, gönül bağıyla kurulan bir bağdır. Bu gönül bağı, çoğu zaman kan bağından daha kuvvetli ve daha sağlam olabilir. Gerçek bir dost, kötü günde yanınızda duran, sizin için fedakârlık yapan ve çıkar gözetmeyen kişidir. Akrabalık, mecburiyetten kaynaklanabilirken, sadık bir dostun sevgisi tamamen ihtiyarî ve samimidir.
​Dünya uhuvvetinin zail olacağı, ancak İslâm uhuvvetinin ebedî ve baki kalacağı bir hakikattir. Hakiki dostluk, sadece bu dünyada değil, ahirette de devam eden bir bağdır. Bu dostluk, Allah rızası için kurulan bir muhabbet esasına dayanır.
Lâtif, zarif, nuranî, ulvî bir uhuvvet, pek sağlam ve sarsılmaz bir rabıta-i İslâmiye ve bir râbıta-i imanîye ile bağlı olan o ihvanların ebedî birer arkadaşı, ebedî birer dostu olacaklardır.

​Fedakârlığın Ölümsüz Mirası: Ziya Paşa’dan İnsanlık Dersi
​İktibas:
​Nev’-i insân haşre dek ta’zîm iderler adına
Kim fedâ-yı nefs iderse cinsinin imdâdına
​-Ziyâ Paşa

​Bu beyit, şair ve devlet adamı Ziyâ Paşa’ya ait olup, insanlığın en ulvi hasletlerinden biri olan fedakârlığı yüceltir. Beyitte ifade edildiği üzere, insanlık âlemi, haşir gününe kadar, yani sonsuza dek, kendi nefsini feda ederek hemcinsine yardım eden kişinin adını saygıyla anar. Bu, sadece bir şahıs tasviri değil, bir ahlakî kaidenin, bir medeniyet prensibinin ifadesidir.
​Hakiki fedakârlık, bir beklenti içerisinde olmadan, sırf insanlık namına yapılan bir eylemdir. Bu eylem, kişinin kendi menfaatlerini bir kenara bırakıp, başkasının dertlerine derman olmayı, onun hayatını kurtarmayı veya zor durumda olan birine el uzatmayı ihtiva eder. Bu beyit, bu tür bir fedakârlığın, dünyevî şan ve şöhretten daha değerli ve daha kalıcı olduğunu vurgular. İnsanların hafızasında yer eden, destanlara konu olan, nesilden nesile aktarılan, hep bu tür fedakârlık hikâyeleridir.
​Bu muhteva, Kur’an’daki “îsâr” ahlakı ile tam bir mutabakat arz eder. “Onlar, kendi ihtiyaçları olsa dahi başkalarını kendilerine tercih ederler.” (Haşr Suresi, 59:9) mealindeki ayet, bu fedakârlık ve îsâr ahlakının İslâm’daki ehemmiyetini gözler önüne serer. Bu, sadece maddi bir yardımdan ibaret değildir; manevî alanda da nefsini feda etmek, başkasının kurtuluşu için çalışmak, bir nevi “îsâr”dır.
​Ziyâ Paşa’nın bu beyti, bize, ölümsüzlüğün ancak maddiyattan vazgeçmekle, başkaları için hayat yaşamakla elde edilebileceğini hatırlatır. Bir insanın adı, para, mevki veya şan ile değil, yaptığı fedakârlıklarla ebedîleşir. Bu, tarihin bize defaatle ispatladığı bir hakikattir. Gönüllerde taht kuran kahramanlar, hep nefislerini feda ederek insanlığa hizmet edenlerdir. Bu hizmetin karşılığı, ebedî bir saygı ve hatıradır.

​İkilikten Vahdete Yükseliş ve Fânî Dünyadan Kurtuluş
​İktibas:
​Ne gerdûndan sitem çekdim ne ahterden melâlim var
İkilikden bugün ferdem ne hasm ü ne cidâlim var
​-Hayâlî Bey

​Bu beyit, sufi şair Hayâlî Bey’e ait olup, tasavvufî bir muhtevayı ihtiva eder. Şair, felekten (talih) ve yıldızlardan (felek) herhangi bir şikâyeti ve kederi olmadığını ifade eder. Onun asıl vurgusu, ikinci dizededir: “İkilikden bugün ferdem”. Bu ifade, şairin ikilikten (düalizmden) kurtulup, vahdete (bütünlüğe, birliğe) ulaştığını dile getirir.
​Tasavvuf felsefesinde “ikilik,” varlığı Hak’tan ayrı görmek, yani zâtî bir varlığa sahip olduğunu düşünmektir. Bu, nefsin ve egonun bir tezahürüdür. İkilikten kurtulmak ise, varlığın hakiki sahibinin Allah olduğunu idrak etmek ve her şeyin O’nun tecellisi olduğunu anlamaktır. Bu hâl, mutlak bir teslimiyet ve huzur hâlidir. Bu makama ulaşan bir kişi için düşmanlık, çekişme ve mücadele gibi dünyevî kaygılar yok olur. Zira her şeyi O’ndan bilince, kimseyle bir düşmanlık gütmeye gerek kalmaz.
​Bu durum, Kur’an-ı Kerim’in muazzam bir ayetiyle de örtüşür: “Onlar, ‘Rabbiniz kimdir?’ diye sorulunca ‘O, göklerin ve yerin Rabbidir’ derler.” (Ra’d Suresi, 13:16) Bu ayet, tevhidin, yani birliğin esasıdır. Her şeyin tek bir yaratıcısı ve maliki olduğunu idrak etmek, insanı dünyevî ihtiraslardan ve ikilikten kaynaklanan çekişmelerden azad eder.
​Bu beyit, bize manevî bir seyr-ü sülûk (manevî yolculuk) dersi verir. Hakikate ulaşan bir kişi, dünya ile olan bağlarını koparır, nefsi emellerden arınır ve birliğin sırrına erişir. Artık onun için ne düşman vardır, ne de kavga. O, her şeyi O’nun tecellisi olarak görür ve O’na teslim olur. Bu teslimiyet, ona mutlak bir iç huzuru ve sükûnet bahşeder. Bu hâl, tasavvuf erbabı için en yüksek makamlardan biridir.

​Dünya Gurbeti ve Hayatın Kısa Sonu
​İktibas:
​Cümle halk ehl-i sefer dünyâ misâfir-hânedir
Bir mukîm âdem bulunmaz ne aceb kâşânedir
Bir kefendir âkıbet ser-mâye-i şâh ü gedâ
Pes buna mağrûr olan mecnûn değil de yâ nedir
​-Lâedrî

​Bu beyit, insan hayatının fani ve geçici olduğu hakikatini en çarpıcı biçimde ifade eder. Şair, tüm insanların bu dünyada birer yolcu olduğunu ve dünyanın da bir misafirhane olduğunu söyler. Bu misafirhanede kalıcı hiç kimsenin bulunmadığına işaret eder. Bu durum, dünyanın ne tuhaf bir konak olduğunu gösterir.
​Hayatın hakikati, ölüm ile taçlanır. Şair, bu gerçeği ikinci beyitte daha net bir şekilde ortaya koyar: “Bir kefendir âkıbet ser-mâye-i şâh ü gedâ”. Yani, hem padişahın hem de fakirin nihai sermayesi, yani yanında götüreceği tek şey bir kefendir. Dünyevî unvanlar, zenginlikler ve makamlar ölüm karşısında hiçbir mana ifade etmez. Hükümdar da dilenci de aynı sonla karşılaşır ve aynı şekilde bir kefene sarılarak ebedî yolculuğa uğurlanır.
​Bu acımasız ve kaçınılmaz hakikat karşısında, bu fani dünyaya aldanan, kibirlenen ve gururlanan kişiye şair, “Mecnun” (deli) demekten başka bir şey bulamaz. Mecnun, hakikatten uzaklaşan, dünyevî heveslere takılıp kalan ve gerçekleri göremeyen kişidir. Bu beyit, insanlığa, gururdan ve kibirden uzak durmaları, dünyanın geçiciliğini idrak etmeleri ve asıl hedeflerinin bu fani dünyada kalıcı bir iz bırakmak değil, ahirete hazırlık yapmak olduğu mesajını verir.
​Bu muhteva, Kur’an’daki pek çok ayetle ve Risale-i Nur Külliyatı’ndaki pek çok hakikatle örtüşür. Mesela, “İnsanın fâni ömrünün baki bir ahirete sermaye olması” hakikati, bu beyit ile birebir aynı manayı taşır. Dünya, ahiretin bir tarlasıdır ve bu tarlaya ne ekilirse, ahirette o biçilir. Bu nedenle, dünya hayatı bir imtihan ve geçiş durağıdır. Bu hakikati idrak etmeyen ve dünyaya bel bağlayanlar, nihayetinde hüsrana uğrayacaklardır.

​Hülasa
​Bu makale, Osmanlı şiirinin derinliklerinden süzülmüş beş farklı beyit üzerinden, hayatın temel hakikatlerini, insanın fıtratını, fedakârlığın ehemmiyetini, vahdet bilincini ve dünyanın faniliğini izah etmektedir.
• ​Bâkî’nin beyti, hayatın gül ve bülbül gibi zıt tecellilerini, ilahi takdirin bir yansıması olarak ele alırken, her bir rolün bir hikmeti olduğunu vurgular.
• ​Lâedrî’nin beyti, dünyanın vefasızlığına karşı, sadık bir dostun kalıcı ve manevî kıymetini öne çıkarır.
• ​Ziyâ Paşa’nın beyti, nefsini feda ederek hemcinsine yardım edenlerin haşre dek anılacağını, yani gerçek ölümsüzlüğün fedakârlıkta saklı olduğunu beyan eder.
• ​Hayâlî Bey’in beyti, tasavvufî bir dille, ikilikten vahdete yükselen bir kişinin iç huzurunu ve dünyevî ihtiraslardan arınmışlığını dile getirir.
• ​Lâedrî’nin diğer beyti ise, dünya hayatının bir misafirhane olduğunu, herkesin ölüm karşısında eşit olduğunu ve bu gerçeği unutup gururlananların akılsızca davrandığını ikaz eder.
​Netice olarak, bu beyitler, farklı zamanlarda ve farklı şairler tarafından kaleme alınmış olsalar da, hepsi aynı hakikate işaret ederler: Hayatın bir imtihan olduğu, fâni dünyanın geçici olduğu ve asıl gayenin manevî hakikatlere yönelerek ebedî bir saadete ulaşmak olduğu. Her bir beyit, insanı bu fani hayatta daha şuurlu olmaya, daha derin düşünmeye ve daha hikmetli davranmaya davet eden birer ahlâk ve irfan dersidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 20th, 2025