BERCESTE VE İZAHI – 95–

BERCESTE VE İZAHI – 95–

​1. Beyit: Yunus Emre – “Taş gönülde ne biter, dilinde ağı tüter…”
​İktibas:
​Taş gönülde ne biter dilinde ağı tüter
Nice yumuşak söylese sözü savaşa benzer
(Yunus Emre)

​Makale:
Yunus Emre’nin bu müstesna beyti, insan ruhunun ve kalbinin söz üzerindeki derin tesirini fevkalade bir şekilde ifâde eder. Gönül, insan şahsiyetinin, hislerinin ve maneviyatının merkezi gibidir. Gönül bir bahçe gibidir; eğer bu bahçede muhabbet, merhamet ve şefkat tohumları yeşerirse, dilden çıkan sözler de latif ve hayat verici olur. Ancak bu beyitteki gibi, gönül taşlaşır, katılaşır ve hissizleşirse, dilden çıkan her kelime zehirli bir hançer yahut bir kurşun misali yaralayıcı olabilir.
​Taş gönül, gafletin, kibrin ve katılaşmış ruhun sembolüdür. Bu gönül, başkalarının dertlerine kayıtsız kalır, sevgiye, şefkate ve merhamete kapalıdır. Böyle bir kalbe sahip olan kişi, ne kadar tatlı ve yumuşak bir dille konuşmaya çalışsa da, sözlerinin özündeki zehir, yani “ağı,” konuşmalarına sızar. O yumuşak görünüşlü sözler, aslında bir savaş narası gibi karşı tarafı rencide eder, yaralar ve düşmanlık tohumları eker. Zira samimiyetten mahrum bir dil, kalbin hakikatini gizleyemez. O dil, kalbin aynasıdır; kalpte ne varsa, dil onu dışarı vurur. Bu durum, Hz. Peygamber’in (s.a.v) “Bedende bir et parçası vardır, o düzeldiğinde bütün beden düzelir, o bozulduğunda bütün beden bozulur. Dikkat edin, o kalptir” hadis-i şerifinin bir teyidi gibidir.
​Bu beyit, insanlara bir ibret levhası sunar: Dilimizden çıkan sözlerin tesirini kontrol etmek istiyorsak, evvela kalbimizi terbiye etmeliyiz. Kalbi kibirden, hasetten, kin ve nefretten arındırmalı, oraya sevgi, merhamet ve müsamaha ekmeliyiz. Bu manevî temizlik olmadan, dilden dökülen her kelime, en güzel sözler bile olsa, kaba ve yaralayıcı bir mana ihtiva eder. Nitekim Yunus Emre de başka bir beytinde “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” diyerek sözün kudretine işâret etmiştir. Ancak bu kudret, ancak temiz ve arınmış bir kalpten neşet ettiğinde müspet bir netice verir. Dolayısıyla, gönlümüzü yumuşatmak, dilimizi güzelleştirmenin yegâne yoludur.

​2. Beyit: İkbâl (2. Mustafa) – “Vakt-i seherde dâdımız / Arşa çıkar feryâdımız…”
​İktibas:
​Vakt-i seherde dâdımız
Arşa çıkar feryâdımız
Cürm ü hatâ mu’tâdımız
“Yessir lenâ hayre’l-umûr”
(İkbâl (2. Mustafa))

​Makale:
Bu beyit, bir sultanın, bir devlet adamının manevî derinliğini ve Rabbine olan niyazını ifâde etmesi bakımından fevkalade bir kıymet taşır. İkinci Mustafa’nın, bir Padişah olmasına rağmen, nefsini terbiye etme ve acizliğini itiraf etme çabası, makam ve mevkiden ziyade imanın ve kulluğun ehemmiyetini ortaya koyar. Beyitteki “seher” vakti, sükûnetin, tefekkürün ve manevî âlemlere açılan kapının sembolüdür. En tatlı uykuların ve en derin sessizliğin vakti olan seherde, bu dünya sultanının gönlünde kopan feryadın, Arş’a kadar yükseldiğini belirtmesi, O’nun ne denli içten bir duâya sahip olduğunu gösterir.
​Ancak bu duâda hüzünlü bir itiraf da vardır: “Cürm ü hatâ mu’tâdımız.” Yani, günah ve hatalarımız, ne yazık ki, alışkanlık haline gelmiştir. Bu itiraf, beşerî acziyetin, nefsî zaafın ve günaha karşı direnememe halinin açık bir beyanıdır. Bir sultanın, hem de en yüksek makamda iken, bu denli alçakgönüllü bir şekilde günahlarını itiraf etmesi, hakiki kulluğun ve tevbenin bir timsalidir. O, nefsine güvenmektense, Rabbinden yardım talep etmeyi seçmiştir.
​İşte bu itirafın akabinde, beyitin son mısrası, bu derin hüzne bir umut ışığı ve bir çözüm sunar: “Yessir lenâ hayre’l-umûr.” Bu, bir Kur’an-ı Kerim âyetinin (Mü’minûn Sûresi, 51) veya duâsının bir parçasıdır ve “Bize işlerin hayırlısını kolaylaştır” manasına gelir. Bu duâ, sadece günahların affını değil, aynı zamanda gelecekteki hayatta ve işlerde de doğru ve hayırlı olanı yapma gücünü istemektir. Bu beyit, bize makam ve mevkî ne olursa olsun, insanın en nihayetinde aciz bir kul olduğunu, hatalara düşebileceğini ve bu hatalardan kurtulmanın yegâne yolunun daima Allah’a sığınmak ve O’ndan yardım dilemek olduğunu hatırlatır. İnsan, ne kadar güçlü ve kudretli olursa olsun, manen zayıftır ve bu zayıflığını idrak ettiği an, gerçek manevî kudreti elde etmeye başlar.

​3. Beyit: Fa’iz – “Ne kesb-i mâl için sa’y u ne câha rağbetim vardır…”
​İktibas:
​Ne kesb-i mâl için sa’y u ne câha rağbetim vardır
Kanâ’at çok yaşasın, onun sâyesinde râhatım vardır
(Fa’iz)

​Makale:
Fa’iz’in bu beyti, dünya malı ve makam sevdasına kapılmış günümüz insanına derin bir hikmet dersi verir. “Kesb-i mâl”, yani mal kazanma gayreti ve “câh”, yani makam, şöhret veya mevki, insanlık tarihi boyunca çoğu zaman huzursuzluğun ve hırsın kaynağı olmuştur. Beytin ilk mısrası, şairin bu iki dünya kaygısından, yani mal ve makam hırsından uzak durduğunu ifâde eder. Bu, bir tür zühd ve dünyaya karşı takınmış bir mesafeli duruşun beyanıdır. Zira dünya malı ve makam, ne kadar elde edilirse edilsin, çoğu zaman doyurulamayan bir hırsı tetikler. İnsan birine kavuştuğunda, gözü hemen bir sonrakine dikilir. Bu sonsuz koşu, insanı sürekli bir yorgunluk ve huzursuzluk hâlinde bırakır.
​Beyitin ikinci mısrası ise bu huzursuzluğa karşı şairin bulduğu çözümü ve huzur kaynağını gösterir: “Kanâ’at çok yaşasın, onun sâyesinde râhatım vardır.” Kanaat, elde olanla yetinme, şükretme ve bu hâlden memnun olma duygusudur. Kanaat, bir şuur hâlidir; azla yetinme ve huzuru dış dünyada değil, kendi iç âleminde bulma erdemidir. Fa’iz’e göre, bu huzur, en büyük servetten ve en yüksek makamdan daha kıymetlidir. Zira kanaat, malın azlığında yahut çokluğunda değil, kalbin tatmininde ve ruhun sükunundadır. Bu sebeple “Kanaat tükenmez bir hazinedir” sözü, bu düşüncenin en veciz ifadesidir.
​Tarihî ve ibretli bir nazarla bakıldığında, nice hükümdarın, nice zenginin, makam ve servet hırsı sebebiyle huzursuz bir hayat yaşadığına şahid oluruz. Zenginliklerinin ve güçlerinin zirvesinde iken bile, daha fazlasına duydukları arzu, onları bir türlü tatmin etmez. Öte yandan, nice dervişin, nice sade hayat süren kişinin, kanaat ve tevekkül sayesinde ruhi bir huzur içinde yaşadığını görürüz. İşte bu beyit, bizlere hayatın hakiki gayesinin mal-mülk ve şan-şöhret peşinde koşmak değil, iç huzuru ve manevî doyumu yakalamak olduğunu hatırlatır. Zira dünya geçicidir, en değerli servet ise kalbin huzurudur.

​4. Beyit: Bâkî – “Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız…”
​İktibas:
​Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız
(Bâkî)

​Makale:
Bâkî’nin bu beyti, tasavvufî ve imanî bir duruşun en nadide örneklerinden biridir. Beyit, insanın Rabbine karşı takınması gereken teslimiyet ve tevekkül hâlini veciz bir şekilde dile getirir. Beyitin ilk mısrasında geçen “Fermân-ı aşk”, Allah’ın kulları için takdir ettiği, sevgi ve ilahî irade ile belirlenmiş olan her şey manasına gelir. “İnkıyâd”, boyun eğme ve teslim olma demektir. Şair, Allah’ın takdirine, yani “aşkın fermanına” can-ı gönülden boyun eğdiklerini, bu takdire karşı en ufak bir direniş göstermediklerini ifade eder.
​Bu beyit, İslâm tasavvufunda önemli bir yer tutan rıza makamına işâret eder. Rıza, başa gelen her ne olursa olsun, onu Allah’tan bilip şikâyet etmeme ve hatta memnuniyetle karşılama hâlidir. Bu, pasif bir kabulleniş değil, aksine ilahî hikmete duyulan derin bir güvenin ve imanın neticesidir. Eğer bir dert, bir sıkıntı, bir musibet gelirse, bu, kulun imtihanıdır ve Allah’ın bir takdiridir. Mü’min, bu takdire karşı isyan etmez, feryat etmez. Bilakis, bu durumun ardında bir hayır ve hikmet olduğunu bilir. Zira Kur’an-ı Kerim’de “Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olur” (Bakara, 216) buyrulmuştur.
​Beyitin ikinci mısrasında bu teslimiyet, daha da kuvvetli bir şekilde pekiştirilir: “Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız.” “Kaza”, Allah’ın ezelî ilminde takdir ettiği her şeydir. “İnâd” ise inatlaşma, karşı gelme demektir. Şair, İlâhî kazaya, yani Allah’ın takdirine, kıl kadar dahi bir karşı gelme ve itiraz etme hissine sahip olmadıklarını belirtir. Bu, imanın zirve noktasıdır. Zira insan, kendi nefsî arzularına ve sınırlı aklına göre en iyi kararları verdiğini zannederken, Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi ve hikmeti, bazen istenmeyen hadiselerin bile en hayırlı sonuçları doğurabileceğini gösterir. Bu beyit, bize kadere iman etmenin ve Allah’ın takdirine boyun eğmenin, ruhsal huzura ve gerçek manevî kudrete ulaşmanın yegâne yolu olduğunu anlatır.

​5. Beyit: Neylî – “Hîleyle iş gören kişi mihnetle cân verir”
​İktibas:
​Hîleyle iş gören kişi mihnetle cân verir
(Neylî)

​Makale:
Neylî’nin bu kısa ve özlü beyti, hile ve aldatma üzerine kurulu hayatların kaçınılmaz sonunu tasvir eden, derin bir ahlakî ve manevî uyarıdır. “Hîleyle iş gören kişi”, yani işlerini dürüstlükten, doğruluktan ve adaletten uzak, aldatmaca ve desise ile yürüten insandır. Bu tip kişiler, kısa vadede menfaat elde ettiklerini zannetseler de, kurdukları bu yapının temelinde yatan sahtelik, eninde sonunda kendilerine döner. Beyitteki “mihnetle cân verir” ifadesi, sadece fizikî bir ölümden bahsetmez; bu, aynı zamanda ruhsal bir ızdırabın, vicdanî bir azabın ve toplumsal bir dışlanmışlığın neticesidir.
​Hile, bir aldatmacadır. Hileyle iş yapan, kendi vicdanını aldatır. Başlangıçta bu aldatmaca tatlı görünebilir, kısa süreli kazançlar getirebilir. Ancak hilekârlık, bir yılanın zehri gibidir; önce yavaşça bedeni sarar, sonra bütün bir hayatı zehirler. Hileyle elde edilen mal, makam veya başarı, ne bir huzur verir ne de bir tatmin. Aksine, o kişi sürekli bir endişe ve korku içinde yaşar: “Acaba bu hilem ortaya çıkar mı?”, “Ne zaman maskem düşer?”. Bu endişe, içte bir mihnet, yani sıkıntı ve eziyet kaynağıdır.
​İnsanlık tarihi, hileyle iktidara gelen nice zalimin, en nihayetinde hem dünyada hem de ahirette bedelini ödediğini gösteren ibretli hikâyelerle doludur. Hileyle iş yapan, bir süre sonra güvenini kaybeder, dostları tarafından terk edilir ve tek başına kalır. Bu yalnızlık ve dışlanmışlık, onun en büyük mihnetidir. Son nefesinde bile, bu vicdanî yükün ağırlığıyla boğuşur ve huzur içinde ölemez. Bu beytin muhtevası, Kur’an-ı Kerim’deki “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru sözlülerle birlikte olun.” (Tevbe, 119) ve “Dürüst olun ki kazanasınız.” (İbn Mâce, Ticaret, 5) gibi ayet ve hadislerin manasıyla örtüşür. Hile, bir mü’mine yakışmaz. Hakiki hayat, dürüstlük, doğruluk ve samimiyet üzerine kuruludur. Neylî, bu beytinde, bir ahlak ve vicdan manifestosu sunarak, insanları doğru ve erdemli bir hayat yaşamaya davet eder.

​Özet:
​Beyitler, farklı şairler tarafından farklı zamanlarda yazılmış olsa da, ortak bir manevî ve ahlakî eksende birleşir. Yunus Emre’nin beyti, dilin kalpten neşet ettiğini ve kalbin temizliğinin sözün tesirini belirlediğini vurgular. İkinci Mustafa’nın duası, en yüksek makamdaki bir kişinin dahi, günahlarını itiraf edip Allah’a sığınmasının ehemmiyetini ortaya koyar. Fa’iz, kanaatin mal ve makam hırsından daha değerli bir huzur kaynağı olduğunu belirtirken, Bâkî ise kader ve kazaya iman etmenin, ruhsal huzura ulaşmanın anahtarı olduğunu ifade eder. Son olarak Neylî, hileyle iş yapanların iç huzurdan mahrum kalacağını ve hayatlarının sonunun sıkıntılı olacağını hatırlatarak, dürüstlüğün ehemmiyetini dile getirir. Bu beyitler, dünya hayatında huzuru, manevî zenginliği ve doğru bir ahlakı arayanlara rehberlik eden müstesna nasihatlerdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 20th, 2025