BERCESTE VE İZAHI – 90 –
BERCESTE VE İZAHI – 90 –
1: Tevekkül ve Hak’ka İtimad
Ziya Paşa’ya ait bir beyitte:
”Allâh’a tevekkül edenin yâveri Hak’dır
Nâ-şâd gönül bir gün olur şâd olacakdır”
Bu mübarek beyit, bir hayat düsturu olan tevekkül mefhumunu en veciz biçimde ifade etmektedir. Tevekkül, insanın azami gayretini sarf ettikten sonra neticeyi Allah’a bırakması, O’nun kudretine ve takdirine tam bir itimad göstermesidir. Ziya Paşa, bu beyitte, Allâh’a tevekkül eden kişinin yardımcısının bizzat Hak olduğunu belirtmektedir. Yâni, yaratıcının himayesi altına giren bir kul, hiçbir zaman yalnız kalmaz. Bu, kuru bir ümit değil, bizzat ilahi bir vaattir.
Hayat, mütemadiyen imtihanlarla ve sıkıntılarla doludur. Bazen gönüllerimiz gam ve kederle dolup taşar, neşemiz kaybolur. İşte Ziya Paşa’nın ikinci mısrası bu hâle deva olmaktadır: “Nâ-şâd gönül bir gün olur şâd olacakdır.” Bu mısra, tevekkülün en büyük mükâfatlarından biri olan sabrı ve hüsn-ü zannı muhteviyatında barındırır. Bugün gamlı olan gönül, tevekkülün bereketiyle yarın şad olabilir. Bu, kulun Yaradan’a olan sadakatinin ve teslimiyetinin bir tezahürüdür. Tarih boyunca nice müminler, en zor anlarında dahi bu hakikate sığınmışlardır. Yalnızca bir padişahın ya da kumandanın gücüne değil, her şeyin sahibi olan Allah’a sığınmanın huzuru, insanı her türlü sıkıntıdan azade kılar. Bu minvalde Hazret-i Yusuf’un (a.s.) yaşadığı musibetler, Hazret-i Eyyub’un (a.s.) maruz kaldığı hastalıklar ve nihayetinde sabrın, tevekkülün neticesi olarak nail oldukları ferahlık, bu hakikate en güzel misaldir.
Özet: Bu makale, Ziya Paşa’nın beytinden yola çıkarak tevekkül mefhumunu izah etmiştir. Allah’a tam bir teslimiyetle tevekkül eden kişinin yâverinin bizzat Hak olduğunu ve gamlı gönüllerin nihayetinde huzura ereceğini vurgulamıştır. Tarihi ve dini misallerle bu hikmet ve manevi hakikat perçinlenmiştir.
2: Dert, Gurbet ve İnsanın İç Âlemi
Nigâhi’ye ait beyitte:
”Kimse bilmez derdimi devran elinden derdliyem
Derdliyem mihnetliyem firkatliyem hasretliyem”
Bu beyitler, insanın iç âleminde biriken kederi, mihneti, ayrılığı ve hasreti en acı biçimde dile getirmektedir. Nigâhi, bu mısralarda devranın, yani zamanın ve dünyanın getirdiği sıkıntılardan dolayı dertli olduğunu ifade etmektedir. Bu dert, o kadar derindir ki, kimse tarafından bilinmemektedir. İnsanın iç dünyası, çoğu zaman dışarıdan görülemeyen bir okyanustur. Bu, yalnızlık hissinin en derin tezahürlerinden biridir. Kişi, belki kalabalıklar içindedir, ama ruhu yalnızdır. Bu yalnızlık, onun dertlerinin ve acılarının sadece kendisine ait olduğunu düşündürür.
Beytin ikinci mısrası ise bu derdi daha da detaylandırmaktadır: “Derdliyem mihnetliyem firkatliyem hasretliyem.” Burada Nigâhi, sadece dertli olmakla kalmadığını, aynı zamanda mihnetler (sıkıntılar) içinde olduğunu, sevdiğinden ve vatanından ayrı (firkat) kaldığını ve bu ayrılıktan dolayı bir hasret çektiğini dile getirmektedir. Bu mısralar, sadece bir şairin şahsi acılarını değil, aynı zamanda insanın varoluş gurbetini de ihtiva eder. İnsanoğlu, dünyaya geldiği andan itibaren, ebedi olan asıl yurdundan uzak kalmanın gurbetini çeker. Bu fani dünyada bulduğu her şey geçicidir. Bu geçicilik hissi, onun kalbine bir sızı olarak yerleşir ve onu daima bir hasret ve ayrılık duygusu içinde bırakır. Bu manevi gurbet, insanı bazen neşeden uzaklaştırır, onu derin bir tefekküre sevk eder. Bu dert, bazen de bir ilahi armağandır; zira dert, insanı Yaradan’a yaklaştıran, fani olanın değil, baki olanın peşine düşüren bir vesiledir.
Özet: Nigâhi’nin beyitleri, insanın iç dünyasındaki dert, mihnet, firkat ve hasret duygularını ele almaktadır. Makale, bu duyguların sadece şahsi bir kederi değil, aynı zamanda insanın varoluş gurbetini de yansıttığını izah etmiştir. Yalnızlık ve dert hissinin, insanı manevi bir arayışa sevk edebileceği vurgulanmıştır.
3: Saltanatın Üzerinde Bir Söz
Fuzuli’ye ait bir beyitte:
”Serîr-i saltanat zevkinden efzûndur bana ol söz
Ki lütf ile demişsin bir gulâm-ı kem-terînimdir”
Bu beyit, Fuzuli’nin ilahi aşka ve hakiki lütfa verdiği değeri en çarpıcı biçimde gözler önüne sermektedir. Fuzuli, “Serîr-i saltanat zevkinden efzûndur bana ol söz” diyerek, kendisine söylenen bir sözün, saltanat tahtında oturmanın verdiği hazdan daha üstün olduğunu ifade etmektedir. Burada, saltanat mefhumu, dünyevi şan, şöhret, mevki ve zenginliği temsil etmektedir. Şair, bu geçici ve aldatıcı lezzetlere kıyasla, manevi bir değeri olan bir söze daha büyük bir kıymet atfetmektedir. Bu, maddenin ruh üzerinde hükümranlığını reddeden bir anlayışın ifadesidir.
Peki, bu üstün olan söz nedir? Fuzuli, beytin ikinci mısrasında bu sözü açıklıyor: “Ki lütf ile demişsin bir gulâm-ı kem-terînimdir.” Bu, sevilen tarafından lütufkâr bir biçimde söylenen “O, benim hakir bir kölemdir” sözüdür. Sevginin, köleliği dahi yücelten bir kudreti vardır. Sevgi makamında, köle olmak bir zillet değil, bilakis bir şereftir. Zira, sevgiliye ait olmak, onun lütfuna mazhar olmak, tüm dünyevi unvanlardan ve mevkilerden daha değerlidir. Fuzuli’nin bu beyiti, tasavvufi aşk anlayışının bir tezahürüdür. Kulun Allah’a olan aşkı, onun kulluğunu en yüce makam kılar. Bu aşkla yanan bir gönül, dünyanın tüm saltanatlarına sırtını dönebilir, çünkü o, asıl saltanatın ilahi lütuf ve yakınlıkta olduğunu idrak etmiştir. Bu beyit, aynı zamanda, insan ilişkilerinde de bir ders barındırır: Gerçek kıymet, makam ve servette değil, gönülden gönüle kurulan samimi ve lütufkâr bir bağda gizlidir.
Özet: Fuzuli’nin beyiti, dünyevi saltanatın geçiciliğini ve manevi bir bağın, ilahi bir lütfun, tüm dünyevi lezzetlerden daha üstün olduğunu anlatır. Makale, bu beyitteki “kölelik” mefhumunun aşk açısından bir şeref ve yücelik sembolü olduğunu izah etmiş ve tasavvufi aşk anlayışına değinmiştir.
4: Gönül Aynası ve Dertlere Derman
Alvarlı Muhammed Lütfi’ye ait bir gazelde:
”Gönül âyinesin silmek gerekdir kalb-i âgâhe
Muhabbet şemsi doğmuşken ne lâzım mihr ile mâhe”
“Ne müşkil hacetin varsa hemân arz eyle Allâh’a
Der-i Mevlâ dururken bakma Lütfi başka dergâha”
“Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günâhkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme”
Bu gazel, irfan ve hikmet dolu bir öğüt mahiyetindedir. Alvarlı Lütfi, ilk beytinde uyanık ve hikmet sahibi bir kalbin, gönül aynasını temizlemesi gerektiğini vurgular. Kalb, tıpkı bir ayna gibidir; eğer temizlenmezse, pas tutar ve hakikati yansıtamaz. Bu temizlik, manevi kirlerden, kibirden, hasetten ve dünyevi meşgalelerin tozundan arınmakla mümkündür. İkinci mısra ise bu arınmanın gayesini gösterir: “Muhabbet güneşi doğmuşken ne lâzım mihr ile mâhe.” Yâni, ilahi muhabbetin güneşi parlamışken, ay ve güneşe yani fani olan şeylere bakmaya hacet yoktur.
Gazelin ikinci beytinde, dertlere derman arayanlara yol gösterilir: “Ne müşkil hacetin varsa hemân arz eyle Allâh’a.” Bu mısra, insanın karşılaştığı her türlü zorluğu, sıkıntıyı ve ihtiyacı doğrudan Allah’a arz etmesi gerektiğini söyler. İnsan acziyetini idrak etmeli ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’a yönelmelidir. İkinci mısrada ise bu hakikat pekiştirilir: “Der-i Mevlâ dururken bakma Lütfi başka dergâha.” Mevla’nın kapısı, yegâne sığınaktır. Bu kapı varken, başka kapılarda medet ummak, manevi bir gaflet ve şaşkınlıktır.
Son beyit, insana karşı ahlaki bir vazifeyi hatırlatır: “Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme.” İnsan olmanın, kâmil bir insan olmanın özü, hiçbir canlının incinmesine sebep olmamaktır. Bu, sadece fiziki bir eylem değil, aynı zamanda sözle, niyetle, tavırla da kimseyi kırmamayı ihtiva eder. Gazelin son mısrası, bu öğüdün en mühim noktasına işaret eder: “Günâhkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme.” Yani, günahkâr bir kul olsan bile, iki cihan güneşi olan Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) incitme. Onu incitmek, onun sünnetinden uzaklaşmak, onun getirdiği ahlaka ters düşmekle olur. Bu, en büyük günahtır.
Özet: Alvarlı Lütfi’nin gazeli, gönül aynasının temizliği, ilahi muhabbete yöneliş, dert ve sıkıntılarda sadece Allah’a sığınmak ve kâmil bir insan olarak hiçbir canlıyı ve bilhassa Peygamber Efendimizi (s.a.v.) incitmemek gibi mühim meseleleri ele almıştır.
5: Tevazu ve Hak Yolunda Feda Olmak
Kadı Burhaneddin’e ait bir beyitte:
”Özünü alçak gören serdâr olur
Enel-Hak da’vi kılan berdâr olur”
“Oldur er Hak yoluna baş oynaya
Döşekde ölen yiğit murdâr olur”
Bu beyitler, tevazu ve fedakârlık gibi iki temel İslami ve ahlaki erdemi bir araya getirmektedir. İlk beyitte, tevazuun yüceliği vurgulanır: “Özünü alçak gören serdâr olur.” Hakiki liderlik, kibirden değil, tevazudan neşet eder. Kendini diğer insanlardan üstün görmeyen, bilakis kendini alçak ve hakir gören kişi, kalblerin ve gönüllerin lideri (serdar) olur. Bu, Allah katında da böyledir. Tevazu, yükselmenin en emin yoludur. İkinci mısra ise bunun zıddını anlatır: “Enel-Hak da’vi kılan berdâr olur.” Yani, “Ben Hakk’ım” iddiasında bulunan kişi, en nihayetinde darağacında son bulur. Bu, mecazi bir anlatımdır ve kibir ile enaniyetin akıbetinin hüsran olduğunu ifade eder.
İkinci beyit, gerçek yiğitliği ve fedakârlığı tarif eder: “Oldur er Hak yoluna baş oynaya.” Gerçek yiğit, Allah yolunda canını feda etmekten çekinmeyendir. “Baş oynaya” tabiri, ölümü göze almayı, canı feda etmeyi ifade eder. İslam tarihinde vefat eden nice mübarek şahsiyetler, din-i mübin uğruna canlarını hiçe sayarak bu hakikatin en güzel misallerini teşkil etmişlerdir. Son mısra ise bu fedakârlığın zıddını sunar: “Döşekde ölen yiğit murdâr olur.” Bu, tezatlı bir ifadedir. Döşekte, yani rahat bir ortamda ölen kişi, eğer Hak yolunda bir mücadele vermediyse, bir fedakârlıkta bulunmadıysa, gerçek yiğitlikten mahrumdur ve bu açıdan “murdar” yani değersiz kabul edilir. Bu, rahatlık ve konforu terk ederek, Hak davası uğruna mücadele etmenin önemine dair bir nasihattir.
Özet: Kadı Burhaneddin’in beyitleri, tevazuun yücelmesini, kibir ve enaniyetin ise hüsran getireceğini izah etmektedir. Ayrıca, gerçek yiğitliğin, Hak yolunda canı feda etmekten çekinmemek olduğunu ve rahatlık içinde ölen kişinin Hak katında değerden mahrum kalacağını vurgulamıştır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025