BERCESTE VE İZAHI – 86–
BERCESTE VE İZAHI – 86–
1. Hâfız-ı Şirâzî’den Himmet ve Azâdeliğin Sırrı
Gulâm-ı himmet-i ânem ki zîr-i çerh-i kebûd
Zi-herçi reng-i ta‘alluk pezîred âzâdest
Hâfız-ı Şirâzî, bu beytinde himmetin (yüksek gayret, manevi kudret) ulviyetini dile getirmektedir. Şair, kendisini “mavi gök kubbenin altında her türlü bağdan, alakadan, dünya lezzetinden kurtulmuş olan kişinin himmetinin kölesi” olarak vasıflandırmaktadır. Bu, bir insanın ulaşabileceği en büyük manevî mertebelerden birine işaret eder. Dünya hayatı, insanı sayısız bağlarla kendisine bağlar: mal, mülk, şöhret, mevki, şehvet… Bu bağlar, insan ruhunu esir eder ve onu asıl gayesinden uzaklaştırır. Asıl hürriyet, bu bağlardan azâde olmaktır. Hâfız, bu hürriyete erişebilmiş birinin himmetine hayranlık duymaktadır. Bu beyit, dünya malına tamah etmeden, fani lezzetlere takılıp kalmadan yüksek bir gayeye yönelmenin, yani himmet sahibi olmanın, gerçek bir kulluk nişanesi olduğunu beyan eder. Bu, kalbin yalnızca Allah’a bağlanması ve O’nun rızasından başka bir gaye gütmemesidir.
2. Ahmed-i Dâ‘î’den Şükran ve Fedakârlık İklimi
Şükrâne senin yoluna bin cân ola bir gün
Ger hazretine ermeye imkân ola bir gün
Ahmed-i Dâ‘î’nin bu beyti, Yaradan’a duyulan derin şükranı ve O’nun huzuruna erişme arzusunu ihtiva eder. Şair, Rabb’inin lütuflarına şükür olarak bin can feda etmeye hazır olduğunu söylemektedir. Bu, şükrün en yüce mertebesidir. Şükür, sadece dil ile “elhamdülillah” demekten ibaret değildir; aynı zamanda canı ve tüm varlığıyla bu nimete karşılık vermeye niyet etmektir. “Ger hazretine ermeye imkân ola bir gün” ifadesi ise, bu şükranın asıl gayesinin Allah’ın huzuruna kabul edilmek olduğunu vurgular. İnsan, bu fani hayattaki her nimeti, O’nun rızasına ulaşmak için bir vesile olarak görmelidir. Bu beyit, kulun, Allah’a karşı hissettiği minnettarlığı ve O’na kavuşma aşkını, en coşkun ve fedakârane bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu, İslâm tasavvufundaki “fenafillâh” (Allah’ta yok olma) makamına işaret eden bir hissiyattır.
3. Süleyman Nazîf’ten Gönül İffeti ve Teslimiyet
Arz-ı hâl etmez dil-i gam-dîdemiz dildâre de
Etmesin muhtâc Rabbim yâre de ağyâre de
Süleyman Nazîf’in bu beyti, bir yandan gönlün izzetini, diğer yandan ise Allah’a tam bir tevekkül halini yansıtmaktadır. Şair, kederlerle dolu gönlünün dahi, sevdiğine halini arz etmediğini ifade eder. Bu, gönül izzetinin ve sır saklama ahlâkının bir göstergesidir. Gerçek dertler, ancak Allah’a arz edilir. Beytin ikinci mısraı ise bu hakikati duayla taçlandırır: “Ey Rabbim! Beni ne yâre (sevdiğime) ne de ağyâre (yabancılara, düşmanlara) muhtaç etme.” Bu dua, bir kulun en samimi niyetini yansıtır. İnsan, aciz ve zayıf bir varlıktır; ancak bu acizliğini Yaradan’dan başkasına göstermemek, O’na sığınarak başkalarına karşı onurunu muhafaza etmek, en büyük manevî kuvvettir. Bu beyit, Allah’tan başkasına boyun eğmemenin, O’ndan başkasından yardım dilememenin ve gönül dertlerini yalnızca O’na açmanın önemini hikmetle anlatmaktadır.
4. Bağdatlı Rûhî’den Gerçek Müşkül ve Fazilet
Âdeme müşkil değil mâl ü menâl eksikliği
Müşkil oldur ki ola fazl ü kemâl eksikliği
Bağdatlı Rûhî, bu beytinde insan hayatındaki asıl zorluğun ne olduğunu veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Şair, bir insanın mal ve mülk eksikliğinin büyük bir mesele olmadığını, asıl zorluğun (müşkülün) fazilet ve kemâl (erdem ve olgunluk) eksikliği olduğunu beyan etmektedir. Bu, Divan Edebiyatı’nda sıkça işlenen bir tema olan maddiyat ile maneviyat mukayesesinin en çarpıcı örneklerindendir. Maddi fakirlik, dünya hayatının geçici bir halidir ve sabır ile aşılabilir. Lâkin manevi fakirlik, yani erdemden, ahlâktan ve olgunluktan mahrum kalmak, bir insanın hem dünya hem de ahiret hayatını mahvedebilir. Zira mal ve mülk, insanı geçici olarak mutlu edebilir, ancak kemalât, hayat boyu kalıcı bir izzet ve huzur sağlar. Bu beyit, bize insanı kâmil olmanın, ruhunu terbiye etmenin ve ahlâkını güzelleştirmenin, her türlü maddi servetten daha üstün bir hayat gayesi olduğunu hatırlatmaktadır.
Yüksek İklimlerde Gönül Yolculuğu
Hayat, kimi zaman çetin sınavlardan müteşekkil bir mektep, kimi zaman ise ruhani seyahatlerin izini taşıyan bir haritadır. İnsan, bu yolculukta nice duraklardan geçer; zenginlik, fakirlik, sevinç, hüzün, kavuşma ve ayrılık… Bu durakların her biri, esasında insanın ruhunu olgunlaştırmak ve onu asıl gayesine yönlendirmek için birer basamaktır. Divan Edebiyatı’nın nadide incileri olan bu beyitler, bu hayat yolculuğunun manevî muhtevasına dair derin hikmetler sunar.
Gönül, ilâhî aşka tutulduğunda, dünyanın fani süslerinden müstağni olur. Bu gönül, ne kavuşmanın neşesine abartılı bir biçimde sevinir, ne de ayrılığın kederine boğulur. Bu, ilahi takdire tam bir teslimiyet ve rızâ halidir. Bu hal, insanı gelip geçici duygu dalgalanmalarından korur ve ruhuna sebat verir.
Bu gönül zenginliğine ulaşan kişi, Hâfız-ı Şirâzî’nin ifadesiyle, dünya bağlarından azâde bir himmetin kölesi olur. “Gulâm-ı himmet-i ânem ki zîr-i çerh-i kebûd / Zi-herçi reng-i ta‘alluk pezîred âzâdest” diyen Hâfız, dünya menfaatlerine olan her türlü bağlılıktan kurtulmuş, nefsani arzularını terbiye etmiş bir insanı tarif eder. Bu, gerçek hürriyettir. Bu hürriyet, insana yüksek bir himmet ve gayret kazandırır. Zira kalbi dünya bağlarından kurtulan bir kişi, tüm enerjisini asıl gayesi olan Rabbine yakınlaşmaya sarf eder.
Bu yakınlaşma gayesi, Ahmed-i Dâ‘î’nin beytinde en yüksek fedakârlık ve şükür hissiyatıyla ifade bulur. “Şükrâne senin yoluna bin cân ola bir gün / Ger hazretine ermeye imkân ola bir gün” diyen şair, Rabb’inin lütuflarına karşı duyduğu minnettarlığı canını feda etmeye hazır olduğunu ifade ederek gösterir. Bu, şükrün zirvesidir. İnsan, nimetlerin gerçek sahibinin farkına vardığında, bu nimetleri O’nun rızasına ulaşmak için bir vasıta olarak kullanır. Bu beyit, bize şükrün sadece bir sözden ibaret olmadığını, aynı zamanda bir hayat biçimi olduğunu öğretir.
Süleyman Nazîf’in beyti ise bu manevî yolculukta izzetin ve teslimiyetin önemine dikkat çeker. “Arz-ı hâl etmez dil-i gam-dîdemiz dildâre de / Etmesin muhtâc Rabbim yâre de ağyâre de” diyen şair, kederle dolu gönlünün dahi başkalarına açılmadığını, zira bir müminin derdini yalnızca Allah’a arz etmesi gerektiğini dile getirir. Bu, kulun Allah’a olan güveninin bir tezahürüdür. İnsan, yaratılmışlara muhtaç olmamak için Yaradan’a sığınmalı, halini yalnızca O’na açmalıdır. Bu, hem manevî onurun hem de tam bir tevekkülün en net ifadesidir.
Son olarak, Bağdatlı Rûhî, bu yolculuğun en mühim kaidesini beyan eder: “Âdeme müşkil değil mâl ü menâl eksikliği / Müşkil oldur ki ola fazl ü kemâl eksikliği”. Bu beyit, tüm bu hikmetli sözlerin özüdür. Asıl mesele, maddî eksiklikler değil, manevî ve ahlâkî eksikliklerdir. Zira mal ve mülk fani birer emanet iken, fazilet, erdem ve kemalât, insanın ahiret hayatına taşıyacağı kalıcı birer hazinedir. Gerçek zenginlik, gönül zenginliğidir; gerçek hürriyet, nefsani bağlardan kurtulmaktır; gerçek şükür, Allah’a olan bağlılığın ifadesidir; ve en büyük dert, ahlâkî ve manevî olgunluktan mahrum kalmaktır. Bu beyitler, bize bu hakikatleri hatırlatarak, hayatımızı bu manevî esaslar üzerine bina etmeye davet etmektedir.
Özet
Bu makale, farklı beyit üzerinden insan hayatının manevî muhtevasını ele almaktadır. Hâfız-ı Şirâzî, dünya bağlarından azâde olmanın getirdiği gerçek hürriyeti ve yüksek himmeti; Ahmed-i Dâ‘î, Allah’a duyulan şükranın ve O’na kavuşma arzusunun derinliğini; Süleyman Nazîf, kulun izzetini ve sadece Allah’a tevekkül etmenin önemini; ve Bağdatlı Rûhî, asıl sıkıntının maddi eksiklikler değil, manevi olgunluk ve ahlâk eksikliği olduğunu izah etmektedir. Bu beyitler, maddi unsurların ötesinde, insanı kâmil olmaya, yüksek ahlâka ve Allah’a olan tam bir teslimiyet ve bağlılığa çağıran manevî bir bütünlük arz etmektedir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025