BERCESTE VE İZAHI – 85 –
BERCESTE VE İZAHI – 85 –
1. Beyit: Leskofçalı Gâlib
İktibas:
Ber zamân bulmaz fenâ dünyâde erbâb-ı himem
Sâhibi mahv olsa da âsâr kendin gösterir.
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, Leskofçalı Gâlib’in kaleminden, himmet sahibi insanların bu fâni dünyada asîl gayeler peşinde koşarken yok olup gitmeyeceklerini dile getirmektedir. Onların fizikî varlıkları sona erse bile, geride bıraktıkları eserler ve hayırlı işler vasıtasıyla adları, hatıraları ve tesirleri daim kalır. Bu, fânîliğe karşı bir bekâ arayışı ve bu arayışın himmet yoluyla tahakkuku meselesidir. Eserler, şahısların manevî bekâsını sağlayan birer delildir.
Himmet ve Âsâr: Fânî Dünyâda Bâkî Kalmak
İnsanoğlu, varoluşunun başlangıcından itibaren faniliğin idrâkiyle yaşamıştır. Bu fani hayatın içinde, geride bir iz bırakma, unutulup gitmeme arzusu, en temel hislerden biridir. Kimi bu arzuyu şan ve şöhretle, kimi mal ve mülkle, kimi de makam ve mevki ile tatmin etmeye çalışsa da, bu beyitte Leskofçalı Gâlib, ebedîliğe giden asıl yolun himmetten geçtiğini haber vermektedir.
Himmet, sadece yüksek bir gayeye sahip olmak değil, aynı zamanda o gaye için azimle, kararlılıkla ve fedakârca çalışmak demektir. Bu, bir şahsiyetin ruhunda barındırdığı ulvi ideallerin fiilîyata dönüşmesidir. Himmet sahibi insanlar, yani “erbâb-ı himem”, maddî menfaatlerin ve dünyevî lezzetlerin ötesinde, insanlığa, vatanına veya dinine fayda sağlayacak işlere yönelirler. Onların maksatları, şahsî çıkarlarını aşan, cemiyetin istifadesine yönelik maksatlardır.
Bu makamda, bir şahsın bedeninin, yani “sâhibinin”, mahv olup gitmesi, yâni fânî olması mukadderdir. Ancak, Leskofçalı’nın da belirttiği gibi, asıl mühim olan, o şahsın mahv olması değil, geride bıraktığı “âsârın”, yâni eserlerinin varlığıdır. Eserler, birer şahittir. Onlar, himmetin somutlaşmış hâlidir. Bir âlimin telif ettiği eserler, bir sanatkârın yaptığı sanat eseri, bir hayır sahibinin yaptırdığı medrese veya çeşme, bir devlet adamının ihdas ettiği nizamlar; hepsi de bir himmetin neticesidir. Bu eserler, sahipleri ölüp toprağa karışsa bile, varlıklarını devam ettirir ve o şahsın ruhunu, fikrini, himmetini nesilden nesile aktarır. İşte bu hâl, fânî dünya için ne kadar ibretli bir tablodur ki; cesetler fânî, lakin ruhlar ve onların yansımaları olan eserler bâkî kalır.
Tarih, bu hakikatin sayısız misalleriyle doludur. Eserleriyle çağları aydınlatan İbn-i Sina’lar, İbn-i Haldun’lar, Bîrûnî’ler; himmetleriyle medeniyetler kuran Fatih’ler, Yavuz’lar, Kanunî’ler… Onların cisimleri toprak olsa da, isimleri dillerde, fikirleri akıllarda, eserleri hayatın her köşesinde yaşamaktadır.
Özet: Bu makale, Leskofçalı Gâlib’in beytinden hareketle, fani dünyada ebedî bir iz bırakmanın himmet ve eserler yoluyla mümkün olduğunu izah etmektedir. Himmet sahibi insanların bedenleri yok olsa bile, geride bıraktıkları eserler vasıtasıyla adları ve gayeleri bâki kalır. Bu durum, insanı, asıl bekâya ulaştıranın şan ve şöhret değil, faydalı ve kalıcı işler yapmak olduğu fikrine sevk etmektedir.
2. Beyit: Nev’î
İktibas:
Geldimse n’ola ben şu’arâ devrine âhir
Âdet budur âhirde gelir bezme ekâbir.
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, Şâir Nev’î’nin mütevazı bir edayla, kendi devrinin son şairlerinden biri olmasını yadırgamaması gerektiğini ifade etmektedir. Beytin ana fikri, asil ve kıymetli kişilerin, yani “ekâbirin”, bir meclise veya bir devre en son katılanlar olmasının bir âdet, bir gelenek olduğu yönündedir. Nev’î bu beyitle, kendi şiirinin kıymetine ve edebiyat tarihindeki yerine dair zarif bir gönderme yapmaktadır.
Zamanın Sonunda Gelenler: Edeb ve İrfanın Zirvesi
Nev’î’nin bu beyti, yalnızca şahsî bir hissiyatı değil, aynı zamanda edep ve irfan meclislerine dair derin bir hakikati de ihtiva etmektedir. Şiir meclisleri, divan edebiyatının kalbidir. Bu meclislerde, şairler hünerlerini sergiler, birbiriyle yarışır ve birbirine ilham verirlerdi. Nev’î’nin kendi devrinin sonlarında gelmesi, onu diğer şairlerden aşağı kılmaz, bilakis, bu durumu bir edeb kaidesine bağlayarak bir üstünlük alâmetine dönüştürür.
”Âdet budur âhirde gelir bezme ekâbir.” cümlesi, bir nevi “son gülen iyi güler” kabilinden bir sözün edebî bir karşılığıdır. Asil ve kıymetli şahsiyetler, kalabalıkların ve aceleci tavırların dışında, bir sükûn ve ihtişamla meclise teşrif ederler. Onlar, meclisin sonunu taçlandıran birer mücevher gibidirler. Bu, aynı zamanda hayatın genel bir hakikatidir: Çok aceleci davrananlar çoğu zaman sığ ve yüzeysel kalırken, sabırla ve kemalâtla ilerleyenler, en sonunda en yüksek mertebelere erişirler.
Bu beyitteki “ekâbir” kelimesi, yalnızca rütbece yüksek olanları değil, aynı zamanda ilimde, irfanda ve ahlâkta kemâle ermiş olanları da işaret eder. Onlar, meclisin en kıymetli şahsiyetleri olarak kabul edilir ve bu kıymet, acelecilikle değil, olgunlukla ve zamanla kazanılır. Edebiyat tarihi de bu hakikati teyit eder. Nice şairler, eserlerini olgunlaştırmak için uzun yıllar sarf etmiş ve nihayetinde edebiyatın zirvelerine çıkmışlardır. Nev’î, kendi şiirini de bu olgunlaşmış sanatın bir neticesi olarak görmekte ve bu hâlin bir kusur değil, bir meziyet olduğunu dile getirmektedir.
Bu beytin ibretli tarafı, insana acele etmemesi, sabırlı olması ve bir işin kemâlini hedeflemesi gerektiğini hatırlatmasıdır. Zirveye ulaşmak için koşuşturmak yerine, kendi yolunda sükûnetle ve kemâle erme gayretiyle yürümek, esasında daha garantili bir başarı yoludur.
Özet: Nev’î’nin beyti, bir devrin son şairi olmasının bir eksiklik değil, bir olgunluk alâmeti olduğunu ifade etmektedir. Makale, bu beyitten hareketle, kıymetli ve asil şahsiyetlerin, bir meclise veya bir hayata en son katılanlar olmasının bir edep ve irfan kaidesi olduğunu izah etmektedir. Acelecilik yerine kemal ve olgunluğun tercih edilmesi gerektiği fikri vurgulanmaktadır.
3. Beyit: Râsih
İktibas:
Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürûr
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne.
İzah ve Açıklama:
Şâir Râsih, bu beyitte, gönül hâlinin bir yansımasını dile getirmektedir. O, gönlünün gam ile dolu olduğunu ve bu yüzden sevinç ve neşeden, yani **”sürûr”**dan, şimdilik gelmemesini istemektedir. Bunun sebebini ise çok zarif bir benzetme ile açıklamaktadır: Bir evde misafir, “mihmân”, üzerine bir başka misafirin gelmesi uygun değildir. Bu beyit, insan gönlünün bir anda zıt hisleri bir arada barındıramayacağı hakikatini dile getirmektedir.
Gönül Hâli ve Zıt Duyguların İmtizâcı
İnsan gönlü, fâni dünyanın en girift muhteviyâtını barındıran bir âlemdir. Sevinç ve hüzün, keder ve neşe, umut ve yeis gibi zıt duygular, zaman zaman bu gönül evine misafir olurlar. Râsih’in bu beyti, bu duygusal karmaşıklığın bir resmidir. Şair, gamın gönlünde misafir olduğunu ve bu misafirin varlığı sebebiyle sevinci geri çevirdiğini söyler. Bu, sevinci istemediği için değil, gönül evinin gam ile meşgul olmasından dolayıdır. Zira bir eve iki misafirin üst üste gelmesi, ne misafirlere ne de ev sahibine rahatlık verir. Bu durum, duygusal bir sükûnet arayışının ve iç bir tertibin ifadesidir.
Bu beyit, aynı zamanda bir ibret dersi de ihtiva eder. Hayat, her zaman sevinç ve neşe dolu değildir. Gam ve keder de hayatın bir parçasıdır. Önemli olan, bu duygularla nasıl başa çıktığımızdır. Şair, gamı bir misafir gibi kabul etmekte ve ona hakkını vermektedir. O, gamdan kaçmamakta, aksine onunla yüzleşmektedir. Bu hâl, duygusal olgunluğun bir göstergesidir. Zira hayat, yalnızca neşeden ibaret değildir ve keder anlarında dahi bir edeb, bir sükûn ve bir sabır muhafaza etmek gerekir.
Râsih’in bu beyitte kullandığı “misafir” benzetmesi, duyguların geçiciliğine de işaret eder. Gam da, sevinç de, insan gönlünde kalıcı değildir. Onlar, gelip geçen misafirler gibidirler. Mühim olan, bu misafirleri ağırlarken asalet ve edebten ayrılmamaktır.
Özet: Râsih’in beyti, insan gönlünün bir anda iki zıt duyguyu barındıramayacağını, özellikle gam varken sevincin yer bulamayacağını ifade etmektedir. Makale, bu beyitten hareketle, duygusal hâllerin geçiciliği ve insanın gam ve kederle yüzleşme biçimi üzerine bir izah sunmaktadır.
4. Beyit: Alvarlı Muhammed Lütfi
İktibas:
Âşık der inci denden
İncinme incidenden
Kemâlde noksân imiş
İncinen incidenden.
İzah ve Açıklama:
Alvarlı Efe’nin bu beyti, tasavvufî bir muhteviyât taşımaktadır ve insan ilişkilerindeki incinme ve affetme meselelerine dair hikmetli bir nasihattir. Şair, aşık olanın, yani kemal mertebesine ulaşmış bir insanın, incitenlerden incinmemesi gerektiğini buyurmaktadır. Zira incinenlerin, yani başkasının sözünden veya fiilinden incinenlerin, “kemâlde noksân”, yani olgunluk noktasında eksik olduğunu ifade etmektedir.
Kemâle Ermek ve Gönül Genişliği
İnsan ilişkileri, karşılıklı incinme ve incitme ihtivâ eden karmaşık bir ağdır. Alvarlı Muhammed Lütfi, bu beytiyle bu tekrarı kırmanın yolunu göstermektedir. O, bir “âşık”ın, yani kalbi aşk ile, muhabbet ile dolu olanın, her türlü incitmeye karşı mukavemet göstermesi gerektiğini dile getirir. Bu, pasif bir kabulleniş değil, aksine, yüksek bir manevî olgunluğun bir neticesidir. Gerçek kemal, başkasının kusurunu affedebilmekte ve o kusurdan incinmemekte tecellî eder.
”Kemâlde noksân imiş incinen incidenden.” cümlesi, düşündürücü ve ibretli bir hüküm ihtiva etmektedir. Bu, bir nevi “sen inciniyorsan, kemâl yolunda henüz merhaleler katetmen gerekiyor” demektir. Zira bir insanı inciten, kendi noksanlığı ve kusuru sebebiyle bu eylemi yapmaktadır. Onu affetmek, o noksanlığı görmezden gelmek, esasında o eylemi gerçekleştirenin değil, incinenin manevî üstünlüğünü gösterir. Tasavvufta bu hâl, ahlâk-ı hamîde, yani güzel ahlâkın bir nişanıdır. Hz. Mevlânâ’nın “Kimseye incinme, kimseyi de incitme” düsturu, bu beytin ruhuna tercüman olmaktadır.
Bu beyit, aynı zamanda düşündürücü bir soru da ihtiva eder: Kim daha fazla noksandır, inciten mi, incinen mi? Alvarlı Efe, bu sorunun cevabını vererek, incinenin kendi içinde bir kemâl noksanlığına sahip olduğunu buyurur. Bu, insanı kendi nefsine bakmaya, kendi olgunluğunu sorgulamaya sevk eden bir durumdur. Her incinme anı, esasında bir nefs muhasebesi fırsatıdır.
Özet: Alvarlı Muhammed Lütfi’nin beyti, insanı incitenlere karşı incinmemeyi öğütlemektedir. Makale, bu beyitten hareketle, kemâle ermiş bir insanın gönül genişliğini ve affediciliğini izah etmektedir. Gerçek olgunluğun, başkasının incitici davranışından etkilenmemekle mümkün olduğu ve her incinmenin bir nefs muhasebesi fırsatı olduğu vurgulanmaktadır.
5. Beyit: Hz. Mevlânâ
İktibas:
Ân sepidî mü delîl-i puhtegist
Pîş-i çeşm-i beste kiş kûtehgist.
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, Hz. Mevlânâ’nın Farsça kaleminden çıkmıştır ve manası şöyledir: “Saç ağarması olgunluğa delil midir? Gözü bağlı olanın önünde kış kısadır.” Bu beyit, saçların ağarmasının her zaman olgunluk, bilgelik ve tecrübe alâmeti olmadığını ifade eder. Asıl olgunluk, fiziksel görünüşle değil, manevî ve ahlâkî tekâmülle ilgilidir. Gözü kapalı, yani hakikati görmeyen bir kimse için hayat ve tecrübe kısadır, zira o, hayatın derinliklerini idrâk edemez.
Zâhirî Olgunluk ve Bâtınî Hikmet
Toplumda, yaşlılığın ve beyaz saçların bir bilgelik ve tecrübe göstergesi olduğu yaygın bir kanaattir. Hz. Mevlânâ, bu beyitle bu zâhirî düşünceyi sorgulamaktadır. O, asıl olgunluğun (puhtegî), sadece saçların ağarmasıyla, yani fizyolojik bir süreçle gelmeyeceğini dile getirir. Gerçek olgunluk, hikmet, tefekkür ve manevî bir tekâmül ile elde edilir.
Beytin ikinci mısrası, bu fikri daha da pekiştirmektedir: “Gözü bağlı olanın önünde kış kısadır.” Gözü kapalı olmak, sadece görmemek manasına gelmez; aynı zamanda hakikatlere karşı kör olmak, manevî bir basirete sahip olmamak demektir. Böyle bir kimse için, hayatın en zorlu dönemleri, yani “kış” bile, kısa ve anlamsızdır. O, bu zorluklardan bir ders, bir hikmet çıkaramaz. Hayatın derinliklerini idrak edemeyen bir kimse için, yaşadığı yıllar da, tecrübeler de bir anlam ifade etmez.
Mevlânâ’nın bu beyti, insanı, sadece yaşlanmakla yetinmeyip, aynı zamanda olgunlaşmaya ve kemâle ermeye teşvik etmektedir. Bu, bir nevi “bilgi yaşla değil, başla kazanılır” kabilinden bir nasihattir. Nice gençler vardır ki, yaşlılardan daha olgun ve basiret sahibidir. Nice yaşlılar vardır ki, geçen ömürlerine rağmen hâlâ çocukça tavırlar sergilemektedirler. Asıl mesele, yaşlanmak değil, tekâmül etmektir.
Özet: Hz. Mevlânâ’nın beyti, saç ağarmasının tek başına olgunluk alâmeti olmadığını, asıl olgunluğun manevî bir basiret ve tekâmülle elde edildiğini izah etmektedir. Makale, bu beyitten hareketle, fiziksel yaşlanma ile manevî olgunlaşma arasındaki farkı ve hayatın derinliklerini idrak etmenin önemini vurgulamaktadır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025