BERCESTE VE İZAHI – 67 –

BERCESTE VE İZAHI – 67 –

​Görsel 1: Niyâzî-i Mısrî Beyiti
​İktibas:
​Geç ak ile karadan halkı bırak aradan
​Niyâzî dön buradan durma sana gel oldu

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin mânevî yolculuğunda ulaştığı bir merhaleyi ve bu merhalede aldığı bir ilahî daveti ifade eder. “Ak ile kara” hak ile bâtıl, iyi ile kötü, zahir ile batın gibi zıtlıkları temsil eder. Ancak sûfînin kemâl mertebesinde bu zıtlıkların ötesine geçmesi, onları aşması esastır. Bu, fani olanın, halkın ve masivanın ötesine geçerek Hakk’a yönelişin bir işaretidir. “Halkı bırak aradan” ifadesi, insanların takdir ve kınamalarından, dünya meşgalelerinden ve nefsin isteklerinden yüz çevirme emridir. Nihayetinde “Sana gel oldu” cümlesi, kulun Rabb’ine kavuşmak için vuslat çağrısını alması ve bu davete icabet etmesi gerektiğini vurgular. Bu bir uyarı ve aynı zamanda bir müjdedir.

​Görsel 2: Mu‘allim Cûdî Beyiti
​İktibas:
​Hidayet senden olmazsa dirâyet n’eylesin yâ Rab
​Arabca bilse de Bû Cehl’e âyet n’eylesin yâ Rab

​İzah ve Açıklama:
​Mu‘allim Cûdî, bu beyitte hidayetin ancak Allah’tan gelebileceği hakikatini dile getirir. “Dirâyet”, yani akıl, kavrayış ve yetenek, ilahi hidayet olmadan bir fayda vermez. Şair, bu durumu Ebu Cehil örneği ile kuvvetlendirir. Ebu Cehil, Arapça’yı ve Kur’an’ın nazil olduğu dili en iyi bilenlerden olmasına rağmen, kalbinde hidayet olmadığı için ayetler ona tesir etmemiştir. Bu beyit, bilginin, zekanın ve maddi donanımın, manevi bir uyanış olmadan tek başına hiçbir kıymeti olmadığını, asıl olanın ilahi feyiz ve irfan olduğunu anlatır.

​Görsel 3: Fuzûlî Beyiti
​İktibas:
​Ger ben ben isem nesin sen ey yâr
​V’er sen sen isen neyim ben-i zâr

​İzah ve Açıklama:
​Fuzûlî’nin bu dizesi, tasavvufî aşkın zirvesini ve fenâ fî’llâh makamını anlatır. Aşık ile Maşuk arasındaki varlık-yokluk, benlik-senlik muammasını dile getirir. “Ger ben ben isem nesin sen ey yâr?” cümlesi, eğer ben kendi benliğimde kalırsam, senin varlığın neye delalet eder, seninle nasıl birleşirim sorusunu sorar. Bu, benlik davasının ilahi aşkla birleşmeye mâni olduğunu vurgular. “V’er sen sen isen neyim ben-i zâr?” cümlesi ise, eğer sen (Maşuk) kendi varlığında kâmil isen, fâni ve zavallı olan ben (aşık) senin karşında neyim, benim varlığım ne ifade eder sorusunu sorar. Bu, kulun mutlak varlık karşısındaki mutlak yokluğunu, acziyetini ve teslimiyetini ifade eder.

​Görsel 4: Şeyh Gâlib Beyiti
​İktibas:
​Bir şü’lesi var ki şem’-i cânın
​Fânûsuna sığmaz âsûmânın

​İzah ve Açıklama:
​Şeyh Gâlib’in bu mısrası, insan ruhunun (cân) ilahi bir nur taşıdığını ve bu nurun, sonsuz ve sınırsız olduğunu anlatır. “Şem’-i cân”, yani can mumu, ilahi bir nurla tutuşmuştur. “Fânûsına sığmaz âsûmânın” ifadesi, bu ilahi nurun, gök kubbenin bile fanusuna sığmayacak kadar yüce, geniş ve kudretli olduğunu ifade eder. Bu beyit, insanın mahiyetinde saklı olan ilahi sırrı, onun kâinatı aşan ruhani potansiyelini ve âlemlerin üzerinde bir kıymete sahip olduğunu vurgular.

​Görsel 5: Taşlıcalı Yahyâ Beyiti
​İktibas:
​Ten gözü Hakkı görmeğe hergiz ehak değil
​Görüp işiden anı bu göz bu kulak değil

​İzah ve Açıklama:
​Taşlıcalı Yahyâ, bu beyitte zahirî duyuların, yani ten gözünün ve kulağının, mutlak hakikat olan Hakk’ı idrak etmeye kâfi olmadığını dile getirir. Görülen ve işitilen şey, maddi âleme ait olandır. “Hakkı görmeğe hergiz ehak değil” ifadesi, Hakk’ın fiziksel ve zahirî bir varlık olarak görülemeyeceğini, O’nun ancak kalp gözüyle, basiret ile idrak edilebileceğini vurgular. “Görüp işiden anı bu göz bu kulak değil” cümlesi, hakiki görmenin ve işitmenin, manevî bir idrakle gerçekleştiğini, bu idrakin ise tenin değil, kalbin ve ruhun hasleti olduğunu belirtir.

​Makale
​Sevgi, Hidayet ve Varlık Muamması: Sûfî Şairlerin Dilinden Hikmet İncileri
​Edebiyatın ve irfanın derin sularında seyreden bir gemi misâli, asırlar öncesinden yankılanan sesler, beyitlerin kanatlarında bu demimize ulaşmakta ve ruhumuzu muhtelif manevi ufuklara sevk etmektedir. Niyâzî-i Mısrî’den Mu‘allim Cûdî’ye, Fuzûlî’den Şeyh Gâlib’e ve Taşlıcalı Yahyâ’ya uzanan bu mübarek silsile, hakikatin izini süren âriflerin gönül hâllerini ve bu yolculukta edindikleri hikmetleri ifade eder. Bu beyitler, sadece estetik birer manzume değil, aynı zamanda hayatın ve varoluşun en temel suallerine cevap arayan derin felsefi ve manevi muhtevaları ihtiva etmektedir.
​Sûfînin yolu, evvela kendinden ve masivadan geçme yoludur. Niyâzî-i Mısrî, bu hâli veciz bir şekilde dile getirir: “Geç ak ile karadan halkı bırak aradan / Niyâzî dön buradan durma sana gel oldu.” Bu beyit, ârifin, zıtlıkların ötesine geçerek fâni olan her şeyden yüz çevirmesi gerektiğini anlatır. Dünya hayatının cazibesi ve halkın nazarının esaretinden kurtulmak, ilahi vuslat için atılması gereken ilk ve en çetin adımdır. Bu, aynı zamanda bir davet-i ilâhiyedir; “sana gel” fermanı, kulun gönlünde yankılanan ilahi bir nefestir. Bu nefs, dünya meşgaleleri içinde bunalan insana bir nefes, bir çıkış kapısı gösterir ve aslına, vatan-ı aslisine dönmeye davet eder. Tarih boyunca bu davete icabet edenler, zâhirin dar kalıplarından kurtulup mananın sonsuz semâlarında seyr u seyahate çıkmışlardır.
​Ancak bu seyahatte, akıl ve ilim tek başına kâfi gelmez. Mu‘allim Cûdî, bu hakikati Ebu Cehil misâliyle dile getirir: “Hidayet senden olmazsa dirâyet n’eylesin yâ Rab / Arabca bilse de Bû Cehl’e âyet n’eylesin yâ Rab.” Bu beyit, hidayetin, yani doğru yolu bulmanın sadece ilahi bir lütuf olduğunu vurgular. Tarih, bu hakikati defaatle ispat etmiştir. Bilgi ve akıl, insanı yüceltebildiği gibi, hidayetten yoksun ise dalâlete de sürükleyebilir. Ebu Cehil’in ilmi, onun kalbindeki kibri gidermeye kâfi gelmemiştir. Bu, her birimiz için ibretlik bir ders olup, maddi ilmin ve yeteneğin, manevi bir rehberlik ve ilahi bir nur olmadan faydasız kalacağını gösterir. Gerçek ilim, Allah’a yaklaştıran, kalbi aydınlatan ilimdir.
​Aşk ise bu yolculuğun nihai menzilidir. Fuzûlî, bu aşkın getirdiği benlik muammasını dile getirir: “Ger ben ben isem nesin sen ey yâr / V’er sen sen isen neyim ben-i zâr.” Bu beytin muhtevası, tasavvufun en derin meselelerinden biri olan fenâ halini izah eder. Âşık, Maşuk’a vuslat için kendi benliğinden, nefsinden ve varlık davasından vazgeçmek zorundadır. Aşk, bir yok oluş ve yeniden varoluş halidir. Âşık, kendi benliğini ilahi varlıkta eriterek hakiki varlığa ulaşır. Bu, sadece bir şairin hissi değil, aynı zamanda manevi bir tecrübedir. Aşkın ateşiyle yanan kalp, fâni olan her şeyi yakar ve geriye sadece sonsuz ve mutlak varlığa duyulan bir bağlılık kalır.
​Bu sonsuzluk hissi, Şeyh Gâlib’in beytinde de yankılanır: “Bir şü’lesi var ki şem’-i cânın / Fânûsuna sığmaz âsûmânın.” Bu beyit, insan ruhunun, fani beden fanusunda tutuşan, ancak âlemleri dahi aşan bir nur taşıdığını anlatır. Bu, insanın ilahi bir emaneti taşıdığının, kâinatın en şerefli mahluku olduğunun bir ilanıdır. İnsan, kendi içinde barındırdığı bu ilahi sır ile âlemin sırrını çözebilir. Bu hakikat, insanın sadece bir et ve kemikten ibaret olmadığını, bilakis ruhunun sonsuz bir potansiyel taşıdığını, bu potansiyelin doğru yöne çevrilmesi halinde en yüce makamlara ulaşabileceğini gösterir.
​Nihayet, bu manevi seyahatin en önemli şartı, doğru idrak kabiliyetine sahip olmaktır. Taşlıcalı Yahyâ, bu hususu şu veciz sözlerle özetler: “Ten gözü Hakkı görmeğe hergiz ehak değil / Görüp işiden anı bu göz bu kulak değil.” Bu beyit, Hakikat’in ten gözüyle görülemeyeceğini, maddi âlemin duyularıyla anlaşılamayacağını belirtir. Gerçek idrak, kalp gözüyle, basiret ile gerçekleşir. Bu, zahirden batına, maddeden manaya doğru bir yolculuktur. İnsanoğlu, bu hakikati idrak etmeden, sadece gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inanırsa, Hakikat’e perde çekmiş olur. Bu beyit, bizi zahirî duygunun ötesine geçmeye, kalbimizin ve ruhumuzun sesine kulak vermeye davet eder.
​Özet:
​Bu beyitler, insan-ı kâmilin manevi sergüzeştini ve bu yoldaki en temel kaideleri anlatır. Niyâzî-i Mısrî, halktan ve dünyadan geçerek Hak’ka dönme davetini, Mu‘allim Cûdî hidayetin ancak ilahi bir lütuf olduğunu ve ilmin tek başına kâfi olmadığını, Fuzûlî aşkın benlikten geçme ve Maşuk’ta fânî olma halini, Şeyh Gâlib insan ruhunun âlemleri aşan ilahi bir nur taşıdığını, Taşlıcalı Yahyâ ise Hakikat’in zahirî duyularla değil, ancak kalp gözüyle idrak edilebileceğini izah eder. Her bir beyit, kendi içinde derin bir hikmet barındırmakla birlikte, hepsi bir araya geldiğinde, insanın hakiki bir varoluş arayışında izlemesi gereken manevi yol haritasını ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 17th, 2025