BERCESTE VE İZAHI – 66 –
BERCESTE VE İZAHI – 66 –
1. Makale: Ebna-yı Asrın Meşgalesi ve Sünnetin Terki
İktibas:
“Ebna-yı asr meşgale-i dünyeviyyeden / İcrâ-yı sünnet etmeyerek terk olundu farz” – Beliğ Mehmed Emin
Bu beyt, çağımızın insanının fani ve geçici dünya meşgaleleriyle ne kadar derinden meşgul olduğunu, bu meşguliyetin bir neticesi olarak da Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek sünnetlerini terk etmeye başladığını ve bu terkin en nihayetinde farzların dahi terkine sebep olduğunu pek veciz bir şekilde dile getiriyor. Beliğ Mehmed Emin, asr-ı hazırın derdine parmak basarak, sünnet-i seniyyenin ehemmiyetini ve onun hayatın merkezinden uzaklaşmasının manevi bir çöküşe yol açacağını ihtar ediyor.
Tarihî ve edebî bir perspektiften baktığımızda, İslam medeniyeti her zaman sünnetin ihyası ve tatbiki üzerine bina edilmiştir. Ne zaman ki fertler ve cemiyetler sünnet-i seniyyeyi hayatın her safhasına tatbik etmekten gafil oldular, o zaman manevi buhranlar ve maddî çöküşler zuhur etmiştir. Sünnet sadece Peygamber’e olan sevginin bir nişanesi değil, aynı zamanda hayatı tanzim eden, insanı kemale erdiren ve cemiyeti ıslah eden bir mihenk taşıdır. Bir müslüman için sünnet, farzlara giden yolu aydınlatan bir meşale, farzları muhafaza eden bir surdur. Sünnetin ihmali, farzlara karşı duyarsızlığın başlangıcıdır. Günümüzde “sünneti terk etmek” deyimi, sadece nafile ibadetlerin değil, aynı zamanda ahlaki, içtimai ve ekonomik alandaki Nebevi düsturların da göz ardı edilmesini ihtiva eder. Bu durum, Müslüman toplumların hem kalbî hem de harici hayatlarında bir boşluk ve huzursuzluk oluşturmuştur. Bu makalenin muhtevası, bu boşluğu doldurmak için sünnete yeniden sarılmanın elzemiyetini vurgulamaktadır.
Özet: Bu makale, Beliğ Mehmed Emin’in beytinden hareketle, çağımızın insanının dünya meşgaleleri sebebiyle sünneti terk etmesinin, farzların da terkine yol açtığını ele almaktadır. Tarihî misallerle sünnetin İslam medeniyetindeki ehemmiyetine vurgu yaparak, onun terk edilmesinin manevi ve maddî çöküşlere sebep olduğunu anlatmaktadır. Netice olarak sünnet-i seniyyenin sadece bir ibadet değil, hayatın her safhasını kuşatan bir nizam olduğunu ve ona yeniden sarılmanın manevi bir zaruret olduğunu ifade eder.
2. Makale: Gönül Divanesinin Kavgası
İktibas: “Anı hoş tut garîbindir efendim işte biz gitdik / Gönül derler ser-i kûyında bir dîvânemiz kaldı” – Hayâlî
Bu beyt, Hayâlî’nin derin ve lirik bir anlatımıyla, fani hayatın geçiciliğini ve geride kalan yegâne hakikatin gönül olduğunu ele almaktadır. “Biz gittik” derken şair, maddi varlığının, bedeninin faniliğini ve bu dünyadan ayrılışını sembolize eder. Lakin geride kalan, sevgilinin semtinde bıraktığı “garip âşık” olan gönül divanesidir. Bu, hem dünyadan ayrılışın hüznünü hem de gönlün ebedî bir aşkla bakî kalışının müjdesini taşır.
Edebî açıdan bu beyt, tasavvufî şiirde sıkça rastlanan bir motifin, yani “gönül”ün bir “garip âşık” olarak resmedilişinin en güzel örneklerinden biridir. Gönül, dünyanın gürültüsünden, dünya meşgalesinden uzakta, sadece maşukuna adanmış bir divane, bir mecnundur. Bu makalede, bu divane gönlün nefs ve dünya ile olan kavgası, çetin imtihanları ve en nihayetinde maşukuna vuslat arzusu ele alınmıştır. Şair, okuyucuya bir nasihat misali, “Ey efendi! Sen bu dünyada ne kadar meşgul olursan ol, fanisin. Asıl bakî kalacak olan, o garip divane gönüldür. O gönlü hoş tut ki, o seni hakikate ulaştırsın” der gibidir. Hayâlî’nin bu beyti, fani hayatın geçiciliği karşısında asıl gayenin gönül hayatını abad etmek olduğunu ve bu uğurda her türlü meşakkatten kaçınmamak gerektiğini öğreten ibretli bir ders mahiyetindedir.
Özet: Bu makale, Hayâlî’nin beytinden yola çıkarak, fani dünya hayatı karşısında asıl bakî kalacak olanın maşukuna adanmış gönül divanesi olduğunu izah etmektedir. Gönlün bir garip âşık olarak tasvir edilmesi, tasavvufî ve manevi bir derinlik kazanmakta ve okuyucuya dünya meşgalesinden sıyrılarak gönül hayatını mamur etme nasihatini vermektedir. Makale, bu beyitteki derin manaları ve öğütleri ele alarak, insana asıl hayatı ve gayesini hatırlatmaktadır.
3. Makale: Hak Binin Gözü Olmayan Tabiat
İktibas: “Tabî’at rûşen olmaz olmayınca dîde-i hak-bîn / Alır mı beyt-i bî-revzen ziyâ hurşîd-i enverden” – Fitnat
Fitnat Hanım’ın bu beyti, maddî ve manevî hayat arasındaki tezatı ve manevî idrakin ehemmiyetini pek güzel bir şekilde izah etmektedir. Beytin birinci mısrası, tabiatın hakikatinin, “hakikati gören göz” (dide-i hak-bîn) olmadan anlaşılamayacağını belirtir. İkinci mısra ise bu hakikati, penceresi olmayan bir evin güneşin en parlak ışığından bile faydalanamayacağı gibi bir misalle teyid eder.
Bu beyitteki ana fikir, insanın evrenin ve hayatın sırlarını çözebilmek için sadece maddî duyulara ve akla itimat etmemesi gerektiğidir. İnsanın tabiatı ve kâinatı tam manasıyla idrak edebilmesi için manevî bir basirete, yani “hakikati gören bir göze” ihtiyacı vardır. Aksi halde, o kişi maddî âlemin perdeleri arkasında hakikatten mahrum kalır.
“O göz, kalb gözüdür. Kalb gözü kör olan, Cenab-ı Hakk’ı müşahede edemez. Çünkü akıl ve his ile maddiyata bakar, mazi ve müstakbelin karanlıklarını aydınlatacak bir nur-u imanîye muhtaçtır. Hem dünya bir aynadır; Cenab-ı Hak, o aynada esma-i hüsnasının cilvelerini tecelli ettirir.”
Bu beyt ve bu muhteva, aynı hakikate işaret etmektedir. İnsanın manevî basireti olmadan, etrafındaki harikulade hâdiseleri ve kâinat kitabını okuyamayacağı ve dolayısıyla hakikatin güneşinden mahrum kalacağı vurgulanmıştır.
Özet: Bu makale, Fitnat Hanım’ın beytini tahlil ederek, kâinatın sırlarının “hakikati gören göz” olmadan idrak edilemeyeceğini anlatmaktadır. Penceresi olmayan evin misaliyle, insanın sadece maddî duyularla yetinmesinin, onu hakikatten mahrum bırakacağını vurgulamıştır. Makale, manevi basiretin ehemmiyetini ve kalb gözünün zaruretini anlatmaktadır.
4. Makale: Dertli Kul Olmadan Sultanlık Arzulamak
İktibas: “Var sen Niyâzî yürü atma okun ileri / Derdiyle kul olmadan sultânı arzûlarsın” – Niyâzî-i Mısrî
Niyâzî-i Mısrî, bu beytinde manevî yolda ilerlemek isteyenlere, adeta bir mürşid gibi, hikmet dolu bir nasihat vermektedir. “Okunu ileri atma” derken, sabırsız davranmamayı, manevî mertebelere acele etmemeyi, tecelli ve keşif peşinde koşmamayı öğütler. Asıl manevi ilerleme, dertli bir kul olmayı gerektirir. “Derdiyle kul olmadan sultanı arzularsın” mısraında ise, ilahi aşkın ve manevi makamların, çekilen sıkıntı ve dertlerin neticesi olduğunu ifade eder.
Bu beyt, tasavvuf yolundaki pek mühim bir ilkeye işaret eder: Dert ve mihnet, Allah’a vuslatın anahtarıdır. Kul, derdini ve sıkıntısını Allah’a arz ettikçe, O’na olan bağlılığı ve kulluğu artar. Bu dert, kulun ham nefsini pişiren bir ateş, ruhunu yücelten bir nurdur. Sultanlık makamı, yani Allah’a yakınlık, bu dertle kul olmanın bir neticesidir. Aceleci ve sabırsız olanlar, bu dertten kaçarak menzile ulaşamazlar. Bu makale, dert ve mihnetin manevi terakkideki ehemmiyetini, sabrın ve tevekkülün kıymetini anlatarak, Niyâzî-i Mısrî’nin bu hikmetli nasihatini geniş bir şekilde ele almaktadır.
Özet: Bu makale, Niyâzî-i Mısrî’nin beytinden hareketle, manevî yolda aceleciliğin yanlışlığını ve ilahi aşka ulaşmak için dertli bir kul olmanın elzemiyetini izah etmektedir. Dert ve mihnetin, insanın manevi derecesini yükselten bir imtihan olduğunu ve asıl sultanlığın, yani Allah’a yakınlığın, ancak bu dertlere sabırla göğüs germekle elde edilebileceğini vurgulamaktadır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025