BERCESTE VE İZAHI – 63 –
BERCESTE VE İZAHI – 63 –
İktibas 1: Sa’dî-i Şîrâzî
Benî Âdem a’zâ-yı yek-dîgerend
Ki der-âferîneş zî-yek gevherend
Çü uzvî be-derd âvered rûzgâr
Dîger uzvhâ-râ ne-mâned karâr
To kez-mihnet-i dîgerân bî-gamî
Neşâyed ki nâmet nehend âdemî
İzah ve Açıklaması: Bu beyitler, İslâm medeniyetinin ve irfanının temel prensiplerinden olan insanlık vahdetinin en güzel ifadelerinden biridir. Şair, bütün insanların bir vücudun organları gibi olduğunu, yaratılış itibarıyla aynı cevherden olduklarını belirtir. Zira bir uzuv acı çektiğinde, diğer uzuvlar rahat duramaz. Eğer sen başkalarının derdine ve mihnetine alâkasız kalıyorsan, insan ismine lâyık değilsin. Bu beyitler, merhamet, yardımlaşma ve empati gibi insani hasletlerin ehemmiyetini veciz bir şekilde ortaya koymaktadır.
İnsanlık Vücudu ve Cihanşümul Şuur Makalesi
İnsanlık, zamanın ve mekânın dar kalıplarını aşan, müşterek bir mukadderata sahip tek bir vücuttur. Bu hakikat, sadece dini ve ahlaki bir telkin değil, aynı zamanda hayatın bizzat kendisine sirayet eden bir düsturdur. Sa’dî-i Şîrâzî’nin asırlar evvel lisanından dökülen bu beytin muhtevası, günümüzde dahi cihanşümul bir şuur ve vicdan çağrısı olarak kulaklarımızda çınlamaktadır. Yaratılışın aynı cevherden neşet etmesi, tenlerimizdeki renk farklılıklarını, coğrafyamızdaki uzaklıkları ve lisanlarımızdaki ayrılıkları anlamsız kılmaktadır. Zira insan, kalbinin atışı, hissiyatının derinliği ve aklının genişliğiyle her yerde aynıdır.
Bu beytin en çarpıcı cevabı, bir vücudun a’zâları arasındaki o hassas rabıtada gizlidir. Bir el, bir parmak veya bir göz acı çektiğinde, bu acı tüm vücuda yayılır ve huzursuzluk hâsıl eder. Bu, fıtrî bir reaksiyondur ve vücudun ahenk içinde yaşaması için zaruridir. Aynen öyle de, dünyanın herhangi bir bucağında bir insan, açlıktan, zulümden veya sefaletten mustarip olduğunda, bu ıstırabın yankısı, insanlık ailesinin her bir ferdinin kalbinde hissedilmelidir. Eğer bu fıtrî tepki köreldiyse, kalplerimiz katılaşmış, vicdanımız pas tutmuş demektir. O halde insan, isminin muhtevasına yaraşır bir hayat sürmekten uzaklaşır.
İnsanlık tarihi, bu hakikate ya kulak verenlerin inşa ettiği merhamet ve adalet medeniyetleriyle, ya da bu sese sağır kalanların sebep olduğu yıkım ve gözyaşlarıyla doludur. Birlik ve beraberlik, sadece fiziki bir yakınlık değil, aynı zamanda manevi bir bağdır. Bu bağın kuvveti, ancak başkasının derdine ortak olmakla, onun yarasını sarmaya çalışmakla anlaşılır. Zira insan, başkalarıyla kurduğu münasebetle insaniyetini kemâle erdirir. Sa’dî’nin beyitleri, bizlere bencilliğin ve gafletin, insanlık cevherimize en büyük ihanet olduğunu hatırlatır. Zira başkasının derdine derman olamayan bir kalp, kendi hayatının da muhtevasını idrak edemez. Bu, sadece bir şairin sesi değil, insanlığın ortak vicdanının ezelden ebede uzanan beyanıdır.
Özet: Sa’dî-i Şîrâzî’nin beyitleri, insanlığın bir vücut gibi olduğunu, birinin derdinin tüm vücudu etkilediğini vurgular. Eğer bir insan, başkasının acısına alâkasız kalırsa, insanlık vasfını yitirmiş olur. Makale, bu fikirden hareketle, merhamet, empati ve insanlık şuurunun medeniyetlerin inşasındaki ehemmiyetini ve hayatın her veçhesine sirayet eden bu hakikati ele almaktadır.
İktibas 2: Nev’î
Kahr-ı dehr ile olur tûtî guraba hem-nîşîn
Yine şevkâyı gurab eyler garâbet bundadır
İzah ve Açıklaması: Nev’î’nin bu beyti, dünyanın kahredici tecellileri karşısında hayatın ne kadar garip bir hâl alabileceğini izah eder. Papağan (tûtî), güzelliğin, zarafetin ve hoş lisanın; karga (gurab) ise çirkinliğin, uğursuzluğun ve kaba sesin sembolüdür. Normalde bir araya gelemeyecek bu iki varlığın, zamanın kahriyle yan yana gelmesi bir garipliktir. Fakat esas gariplik, bu vaziyete düşen papağanın şikayetlerini kargaya yapmasıdır. Bu, ıstırabın, insanı çareyi umulmadık yerlerde arayacak bir perişanlığa sürüklemesini ve kaderin tuhaflıklarını ihtiva eder.
Kaderin Cilvesi ve Hayatın İronisi Makalesi
Hayatın muhtevası, bazen insanı kendi iradesinin haricinde, akla ve mantığa muhalif durumlara düşürebilir. Kaderin cilveleri, alışılageldik nizamları altüst ederek, güzeli çirkinle, haklıyı haksızla, bilgini cahille aynı kefeye koyabilir. Nev’î’nin bu beyti, bu garip ve trajik manzarayı, papağan ile karga sembolizmi üzerinden hikmetli bir şekilde ortaya koymaktadır. Papağan, lisanı ve zarafetiyle hayranlık uyandıran bir varlık iken, karga uğursuz ve kaba bir imgedir. Bu iki zıt unsurun, feleğin kahrı neticesinde aynı mecliste bulunması, hayatın bazen ne kadar garip görünebileceğinin bir göstergesidir.
Ancak beytin asıl derinliği, papağanın şikayetini kargaya yapmasında saklıdır. Bu durum, ıstırabın insanı, derdini anlayamayacak, hatta derdinden zevk alabilecek birine açma mecburiyetine sevk edişini ihtiva eder. Bu bir nevi, çaresizliğin en son mertebesidir. Bu, hayatın acı bir ironisidir. Zira insan, dermanı dertte, teselliyi kederde bulmaya çalışabilir. Bu, aynı zamanda, insanın en zorlu anlarda bile fıtratından tamamen kopmadığını ve içindeki şikayet etme arzusunun kime karşı olursa olsun tezahür ettiğini gösterir.
Tarihî süreçte pek çok edebi ve felsefi metin, bu türden “garabetleri” konu edinmiştir. Ehl-i kemâlin, ehliyetsiz kişilerce idare edildiği, hakikatin lisanının gürültüye boğulduğu dönemler, bu beytin muhtevasına en güzel misallerdendir. Asıl olan, bu türden garabetler karşısında insanın kendi özünden, duruşundan ve şahsiyetinden taviz vermemesidir. Zira papağan, ne kadar kargaya şikayet etse de, onun lisanı ve zarafeti değişmez. Hayatın zorlukları, karakterin ve asaletın mihenk taşıdır. Bu durumda insan, fıtratına sığınarak, dertlerini dertten anlamayanlara değil, bizzat Hakk’a arz etmeli, iç huzurunu korumaya gayret etmelidir.
Özet: Nev’î’nin beyti, feleğin adaletsizliği sonucu güzellik ve zarafetin, çirkinlik ve kabalıkla aynı seviyeye inmesini ve bu durumun asıl ironisinin, ehl-i kemâlin derdini ehline değil, tam zıddına arz etmesi olduğunu anlatır. Makale, bu beyit üzerinden hayatın ironik yönlerini, kaderin cilvelerini ve insanın zorluklar karşısında kendi özünü korumasının ehemmiyetini ele alır.
İktibas 3: Beliğ Mehmed Emin
Abes değil dil-i mecrûha tünd-hûyî-i yâr
Zarardır etse zahmdâra merhamet cerrâh
İzah ve Açıklaması: Bu beytin izahı, aşkın ve şefkatin zahiri manalarından farklı bir derinliğe işaret eder. Şair, yaralı gönüllü bir aşık için sevgilinin sert mizacının abes olmadığını söyler. Ardından bu durumu, yaralıya merhamet gösteren bir cerrahın hastasına zarar vermesiyle mukayese eder. Bu, bazen acı veren müdahalelerin, nihayetinde iyileşme ve kemale erme için elzem olduğunu ima eder. Hakiki merhamet, sadece yumuşaklık ve tesellide değil, aynı zamanda zaruri acıya katlanma ve onu uygulamada da tecelli edebilir.
Aşkın Cerrahı ve Büyümenin Sancısı Makalesi
Gönül yaraları, çoğu zaman teselli ve yumuşak bir dokunuş arar. Ancak Beliğ Mehmed Emin’in bu beytinin muhtevası, bu beklentinin aksine, yaralı bir gönlün en büyük şifasının, bazen bizzat sevgilinin sert ve müdahale edici tabiatında gizli olabileceğini düşündürür. Bu, bir paradoks gibi görünse de, hayatın ve aşkın en temel hakikatlerinden birine işaret eder: Büyüme ve olgunlaşma, çoğunlukla sancılı bir süreçtir.
Bu beytin en can alıcı noktası, sevgilinin tutumunu bir cerrahın ameliyatına benzetmesidir. Bir cerrah, hastasının yarasını temizlemek ve onu iyileştirmek için, o yaraya dokunmak ve neşter vurmak zorundadır. Bu işlem, hastaya acı verir. Fakat bu acı, merhametsizlikten değil, bilakis şifaya kavuşturma gayretinden kaynaklanır. Cerrahın en büyük merhameti, yarayı görmezden gelmek değil, onu tedavi etme cesaretini göstermesidir. Eğer cerrah, hastanın acısına dayanamayıp ona merhamet gösterseydi, yara kapanmaz, iltihaplanır ve daha büyük bir zarara yol açardı.
Tasavvufî ve edebi eserlerde sıkça rastlanan bu düşünce, aşkın sadece lütuf ve ihsandan ibaret olmadığını, aynı zamanda bir terbiye ve tezkiye vasıtası olduğunu ihtiva eder. Hakiki sevgili, maşukun kusurlarını örterek değil, onu eksikliklerinden arındırarak kemale erdirir. Bu süreçte yaşanan her çile, her kahır ve her sert muamele, aslında ruhun cilalanması ve kalp aynasının parlatılması için bir vesiledir. Aşkın cerrahı, neşterini vuran sevgili, ruhumuzu arındıran ilahi takdirin bir tecellisi olabilir. Bu, âşığın yarasının, aslında bir terakki ve manevi yükseliş yolculuğunun başlangıcı olduğunu idrak etmesini sağlar. Zira kalbimizdeki yaralar, bizi dünya hayatının fani hazlarından uzaklaştırıp, ebedi olana yöneltir.
Özet: Beliğ Mehmed Emin’in beyti, yaralı bir gönül için sevgilinin sert mizaçlı olmasının lüzumsuz olmadığını, zira cerrahın yaralıya merhamet göstermesinin ona zarar vereceğini söyler. Makale, bu analoji üzerinden, hayat ve aşkta bazen yaşanan acı ve zorlukların, aslında manevi büyüme ve olgunlaşma için gerekli olduğunu, zira hakiki merhametin daima zahiren hoş görünmediğini anlatmaktadır.
İktibas 4: Sâlih Baba
Ezelden âşıkız aşkın belâsın inkıyâd etdik
Ki biz abdâl-ı aşkız derd gibi dermânımız vardır
İzah ve Açıklaması: Bu beyit, tasavvufî aşkın, sıradan bir duygunun ötesinde, ilahi bir makama ve vazifeye işaret ettiğini ortaya koyar. Şair, aşıkların ezel âleminden beri var olduklarını, aşkın getirdiği tüm belalara teslim olduklarını ifade eder. Kendilerini “aşkın abdalları” olarak tanımlar ve dertlerinin aynı zamanda dermanları olduğunu belirtir. “Abdâl,” manevi yolculukta belli bir dereceye ulaşmış, kendisinden dünya kaygısını atmış, Allah’ın iradesine tam teslim olmuş kişilere verilen bir isimdir. Aşkın bu mertebesi, acının bizzat şifaya dönüştüğü bir makamı ihtiva eder.
Derdin Derman Olduğu Aşkın Abdalları Makalesi
Aşk, beşeri lisanla anlatılması zor bir kavramdır. Ancak tasavvufi irfanda aşk, fani varlıklara duyulan geçici bir duygu olmaktan öte, kâinatı var eden ilahi sırra ulaşmanın yegane vasıtası olarak kabul edilir. Sâlih Baba’nın bu beytinin muhtevası, bu aşkın kaynağını ezelî ve ebedî bir hakikate bağlar. Aşkın getirdiği belâlara inkıyâd etmek, yani onlara gönülden teslim olmak, âşığın bu yoldaki en büyük imtihanı ve aynı zamanda en büyük yükselişidir. Zira bu teslimiyet, insanın kendi benliğinden sıyrılıp, mutlak olana yönelmesini temin eder.
”Biz abdâl-ı aşkız” ifadesi, bu teslimiyetin en yüce mertebesini ifade eder. Abdal, dünya hayatının kaygılarından arınmış, manevi bir özgürlüğe kavuşmuş, ilahi aşkın sırrına vâkıf olmuş kâmil bir insandır. Bu şahsiyetler için aşkın derdi, bir hastalık değil, bizzat ruhun gıdası ve kemâle erdiricisi olur. Bu, derdin derman, dermanın ise dertten neşet ettiği bir paradokstur. Bu aşkın ıstırabı, fani bir ayrılığın getirdiği acı değil, aksine ilahi hakikate daha yakın olma iştiyakının verdiği bir tatlı sızıdır. Bu sızı, âşığı uyanık tutar, onu daima vuslat yolunda seyr ü sefere sevk eder.
Bu makamda, âşık için dünya hayatının mihnetleri, zahirî acıları, adeta bir derman faaliyeti görür. Zira her bir meşakkat, onu daha derinden düşünmeye, hayatın manasını sorgulamaya ve nihayetinde Yaradan’a daha sıkı sarılmaya iter. Derdin derman olduğu bu aşk mertebesi, insanın fıtratındaki en derin yaraların, yine o aşkın kendisiyle iyileştirilebileceğini ihtiva eder. Sâlih Baba, bu beyit ile fani aşklarda derman arayan gönüllere, hakiki dermanın bizzat aşkın kendi içerisinde saklı olduğunu fısıldar. Bu, sadece bir şairin cevabı değil, aynı zamanda manevi hayatın en büyük hikmetlerinden biridir.
Özet: Sâlih Baba’nın beyti, ilahi aşka ezelden beri aşık olunduğunu ve bu aşkın belalarına teslimiyetin, âşıkı “aşkın abdalı” makamına ulaştırdığını anlatır. Makale, bu fikir üzerinden tasavvufi aşkın paradoksal muhtevasını, yani acının ve derdin bizzat derman olduğu manevi hâli ele almaktadır.
İktibas 5: Abdurrahman Şeref
İntisâbı feleğin cehle midir
Dâr-ı dünyâ yüzü nâ-ehle midir
İzah ve Açıklaması: Bu beyit, tarihin her döneminde akıl ve hikmet ehli insanların zihinlerini meşgul eden suallere cevap aramaktadır. Şair, feleğin (kaderin) cahillere intisap edip etmediğini, yani dünyanın gidişatının neden cahillerin ve bilgisizlerin lehine olduğunu sorgular. İkinci mısrada ise dünya hayatının (dâr-ı dünyâ) ehline, yani layık olanlara değil de, ehliyetsiz ve liyakatsiz olanlara yüzünü dönüp dönmediğini sorar. Bu beyit, dünyevi adaletsizlikler, ehliyet ve liyakatin bazen göz ardı edilmesi ve cahillerin meşru olmayan yollarla yükselmesi gibi konulara işaret eder.
Hayatın İmtihanı ve Varlığın Sırrı Makalesi
İnsanlık tarihi, daima birbiriyle çatışan iki kuvvetin hikayesini anlatır: Hak ile Bâtıl, Adalet ile Zulüm, Hikmet ile Cehalet. Abdurrahman Şeref’in bu beyti, bu ebedi çatışmanın en sancılı suallerini dile getirir. “Feleğin intisâbı cehle midir?” suali, tarihin pek çok döneminde hikmet erbabının dilinden düşmeyen bir serzeniş olmuştur. Hak edenin değil, bilakis hak etmeyenin mevki ve makama geldiği, liyakatin değil, menfaatin esas alındığı zamanlarda bu soru daha bir ehemmiyet kazanır.
Bu suale cevabımız, dünyayı bir imtihan sahası olarak görme perspektifimizle doğrudan bağlantılıdır. Şayet dünya, nihai bir adalet ve mükâfat yeri olsaydı, bu türden adaletsizlikler yaşanmazdı. Ancak dünya hayatı, asıl olan ahiret hayatının bir mukaddimesidir. Bu yüzden dünya, iyiler için bir imtihan, kötüler için ise bir fırsat ve aynı zamanda bir aldanış yeridir. Nâ-ehle yüzünü dönen dünya, aslında onların faniliğini ve geçiciliğini tebarüz ettirir. Zira cehaletle elde edilen her başarı, temelden yoksun bir bina gibidir; bir rüzgârda yıkılmaya mahkûmdur.
Bu beyit, bir yandan dünyevi hayatın zahiri adaletsizliklerine dair bir sızlanış ihtiva ederken, diğer yandan da sabır ve hikmetle bu vaziyete karşı durmanın lüzumuna işaret eder. Hakiki liyakat, dışarıdan gelen bir tasdikle değil, içten bir olgunlukla ve hakikate olan bağlılıkla ölçülür. Ehil olanın, dünya hayatının geçici nimetlerine aldanmaması, aksine kendi nefsini ve ilmini terbiye etmeye devam etmesi gerekir. Zira bu dünya, sadece maddiyatla değil, maneviyatla da ayakta durur. Ehil olanın vazifesi, cehaletin karanlığında bir kandil gibi parlamak ve hakikatin yolunu aydınlatmaktır. Nihayetinde feleğin adil tecellisi, dünya hayatının değil, ebedi hayatın muhtevası içinde tecelli edecektir. Bu hakikat, mümin bir kalbe sonsuz bir sükûn ve hayat neşvesi bahşeder.
Özet: Abdurrahman Şeref’in beyti, dünyanın neden cahillere ve ehliyetsiz kişilere yüzünü döndüğünü, neden adaletsizliğin yaygın olduğunu sorgular. Makale, bu sorulara cevaben, dünya hayatının bir imtihan yeri olduğu fikrini ele alır ve gerçek liyakatin, sabrın ve hikmetin ehemmiyetini vurgular. Ehil olanların, dünya hayatının geçici nimetlerine aldanmaması gerektiği ifade edilir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025