BERCESTE VE İZAHI – 60 –

BERCESTE VE İZAHI – 60 –

​Göçtü Kervan Kaldık Dağlar Başında
​Yunus Emre
​İktibas:
​Göçdü kervan kaldık dağlar başında
​Kerivan göçtü gitti, yükünü tuttu. Biz dağ başında yapayalnız kalakaldık.

​Makale: İnsan Hayatında Yalnızlık ve Vuslat Hasreti
​Yunus Emre, Türk-İslam tasavvuf hayatının en mühim şahsiyetlerinden biridir. Onun eserleri, sadece edebi birer metin olmaktan öte, asırlar boyunca insanlara manevi bir rehberlik vazifesi görmüştür. “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” mısrası da onun bu derin irfanının ve yalnızlık temasının en veciz ifadelerinden biridir.
​Bu beyit, zahiren bir seyyahın veya tüccarın, yoldaşlarından geri kalmasını anlatır gibi görünse de, Yunus’un lisanında bu durum, insanın fani hayatta manevi yoldaşlarından, yani Hak dostlarından geri kalmasının, yahut bu hayattan göçenleri seyredip kendi fâniliğiyle yüzleşmesinin bir remzidir. Kervan, aslında Hak’ka doğru yol alan müminlerin cemaatini, bu hayattan Hakk’a yürüyen ruhları yahut mürşidlerin arkasından giden talebeleri sembolize eder. Bu kervan, menzile yani vuslata doğru ilerlerken, “dağlar başında kalmak” ise bu manevi yolculuğa iştirak edemeyen, fani dünyanın gurbetinde tek başına kalmış, gönlü vuslat hasretiyle yanan insanın halidir.
​Bu mısrada işlenen yalnızlık, sadece beşerî bir yalnızlık değil, daha ziyade manevi bir gurbet hissini, yani Hak’tan uzak kalmanın getirdiği hicranı ifade eder. Yunus, bu mısrasıyla, insanın ne denli varlık içerisinde dahi yalnız olabileceğini, şayet kalbi Hak’la vuslat arayışında değilse, o kervandan geri kalacağını ve bu gurbetin en ıssız “dağlar başında” yaşanacağını idrak ettirir. Bu, aynı zamanda insanın hayatının bir anlık gafletle heba olabileceği, ebedi hayata hazırlıksız yakalanabileceği hakikatine bir tenbihtir. Kervan yükünü tutmuş, yani azığını almış ve yoluna devam etmiştir; biz ise fani dünyanın aldatıcı meşgaleleriyle oyalanıp, ebedi hayatın azığından mahrum bir halde geride kalmışızdır.
​Yunus’un bu irfanı, bize şu ibreti sunar: Ebedi hayata giden yolda, yani manevi kervanda yer almak için gafletten uyanmak ve daima hazırlıklı olmak gerekir. Aksi halde, bu dünyadaki en büyük azap, ebedi yolculuğun kervanından geri kalmak ve dağlar başında yapayalnız bir gönülle hayıflanmaktır. Bu beyit, her bir mü’min için bir vicdan muhasebesi, bir uyanış çağrısı ve fani hayatın imtihanlarına karşı bir hatırlatmadır.
​Özet: Bu makalede, Yunus Emre’nin “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” mısrası, insanın manevi yolculukta geride kalmasının remzi olarak izah edilmiştir. Kervan, Hakk’a yürüyen müminleri ve Hak dostlarını; dağlar başında kalmak ise fani dünyanın aldatıcı meşgaleleriyle oyalanıp ebedi hayata hazırlıksız yakalanan insanın gurbet ve yalnızlığını sembolize eder. Bu mısra, gafletten uyanışa, ebedi hayata hazırlığa ve manevi yoldaşlarla beraber yürümenin ehemmiyetine bir tenbih niteliğindedir.

​Temâşâ-yı Cemâl-i Lutfunla Mest Olup Hayrân

​Hüseyin Vassâf
​İktibas:
​Temâşâ-yı cemâl-i lutfunla mest olup hayrân
Gidersem dâr-ı ukbâya ne devlet yâ Resûlallâh
​Ey Allah’ın Resûlü! Çok latîf olan güzelliğini seyrederek mest ve hayran olmuş bir vaziyette ahirete gidersem benim için bundan daha büyük bir devlet olmaz.

​Makale: Peygamber Sevgisi ve Ahiret Devleti
​Aşk ve muhabbet, İslâm tasavvufunun temel unsurlarındandır. Bu aşkın zirvesi ise, kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) duyulan muhabbettir. Hüseyin Vassâf’ın bu beyiti, bu derin aşk ve hayranlığın en veciz ifadelerinden birini ihtiva eder. Şair, Peygamber Efendimiz’in latîf cemâlini temâşâ etme lütfunu, ahiret saadetinin dahi üstünde bir “devlet” olarak tavsif etmektedir.
​Bu beyitteki “cemâl-i lutfun” terkibi, sadece fiziki güzelliğe işaret etmez; O’nun ahlâkının, merhametinin, edep ve kemâlinin bütününü ifade eder. Bu güzelliği seyretmekten mest olmak, aklın ve idrâkin ötesinde bir aşk vecdine ermektir. “Hayrân” olmak ise, bu aşkın getirdiği şaşkınlık ve hayranlık hâlidir. Şair, bu vaziyette ahirete, yani “dâr-ı ukbâya” gitme arzusunu beyan ederken, bunun kendisi için en büyük “devlet” olacağını vurgulamaktadır.
​Bu beyit, Peygamber sevgisinin kul için ne denli mühim ve kıymetli olduğunu göstermektedir. Zira şair, ahiretteki cennet ve diğer nimetlerin dahi, Hazret-i Peygamber’i temâşâ ederek huzur-u Hak’ka vasıl olmanın yanında ikinci planda kaldığını ima etmektedir. Bu, bir mümin için Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun Resûlü’ne duyulan aşkın, dünyevi veya uhrevi hiçbir nimete mukabil tutulamayacağını beyan eden yüksek bir edebi ve manevi tavırdır. İslam tarihindeki pek çok büyük şahsiyet, bu nevi aşkın neşvesiyle yaşamış ve eserler vermiştir. O’nun ahlâk ve şahsiyetine hayran olup, O’nun Sünnetine ittiba etmek, bu muhabbetin en mühim alâmetidir.
​Netice-i kelâm, bu beyit, bir Müslümanın gönlünde Hazret-i Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) beslemesi gereken derin sevgi ve hayranlığın bir ifadesidir. O’na olan aşk ve bağlılık, sadece bu hayatta değil, ahiret hayatında da en büyük kazanç ve saadet vesilesi olacaktır. Zira şefaatine nâil olmak, O’nun nuruyla huzur-u İlahi’ye varmak, mümin için her türlü cennet nimetinden daha üstün bir makamdır.
​Özet: Hüseyin Vassâf’ın bu beyiti, Hazret-i Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ahlâkî ve manevî güzelliğine duyulan derin aşkı ve hayranlığı anlatır. Şair, bu güzelliği seyrederek ahirete gitmeyi, yani O’nun huzurunda ebediyete intikali, en büyük devlet ve saadet olarak tasvir eder. Bu beyit, Peygamber sevgisinin bir müminin hayatındaki merkezî rolünü ve bu muhabbetin uhrevi hayattaki kıymetini vurgulamaktadır.

​Ya Dendanın Söker Ya Gasb Eder Zevk-i Dimağından
​Fennî
​İktibas:
​Ya dendanın söker ya gasb eder zevk-i dimağından
Felek nân-pâreyi ehl-i kemâle bî-bedel vermez
​Felek kemâl ehli güzel insanlara dünya nimetini verir; ama bunu bedelsiz yapmaz. Ya dişini söker alır yiyemezsin ya da yesen bile tadını alamazsın.

​Makale: Dünya Nimetlerinin Bedeli ve İmtihanın Hakikati
​Fennî’nin bu beyiti, dünya hayatının çetin imtihanlarına ve nimetlerin bedelsiz olmadığını anlatan derin bir hikmeti ihtiva etmektedir. Şair, feleği (zamanı, kaderi, dünyayı) bir pazarlıkçıya benzetmekte, hatta daha keskin bir ifadeyle, kemâl ehli insanlara dahi hiçbir nimeti bedelsiz vermediğini beyan etmektedir.
​Beyitin ilk mısrası, dünya nimetlerinin, yani “nân-pâre”nin (ekmek parçasının), elde edilmesi için ödenen ağır bedelleri sembolize eder. “Ya dendanın söker” ifadesi, bu nimete ulaşmak için çekilen zorlukları, zahmetleri ve acıları; “ya gasb eder zevk-i dimağından” ifadesi ise, elde edilen nimetin keyfinin, lezzetinin ve tadının kaçması, yani bereketsiz olması veya tadı damakta bırakmaması halini anlatır. Bir insan bir nimete sahip olabilir, lâkin o nimetin tadını alamaz, zira elde etme süreci o kadar zorlu ve meşakkatli olmuştur ki, o lezzeti idrak edecek dimağ kalmamıştır.
​Bu beyit, özellikle “ehl-i kemâl” yani olgun ve faziletli insanlar için bu hakikatin daha keskin olduğunu vurgular. İmtihan-ı İlahi, kâmil insanları daha da yüksek derecelere çıkarmak için, onlara her nimetin bir imtihanla geldiğini öğretir. Bu durum, dünya nimetlerine karşı müstağni bir duruş sergilemeyi, kanaat sahibi olmayı ve her şeye Hak’tan geldiği şuuruyla yaklaşmayı gerektirir. Dünya, ehl-i kemâle cennet olmadığı gibi, onların saadetinin de ölçüsü değildir. Asıl saadet, bu imtihanlar karşısında sabır ve şükür ile mukabelede bulunmaktır.
​Bu beyitteki hikmet, bizlere dünyanın aldatıcı yüzünü, her nimetin ardında gizli bir imtihan olduğunu ve asıl lezzetin ebedi hayatta olduğunu hatırlatır. Fennî, bu veciz ifadesiyle, dünya hayatının cazibesine kapılmamayı, nimetlere esir olmamayı ve daima sabır ve şükürle hareket etmeyi tavsiye etmektedir. Zira felek, yani dünya, nimeti verirken bile bizden bir şeyler alır.
​Özet: Fennî’nin bu beyti, dünya nimetlerinin bedelsiz olmadığını ve feleğin, yani dünyanın, kemâl ehli insanlara dahi her nimeti bir bedel karşılığında verdiğini anlatır. Bu bedel, ya nimete ulaşırken çekilen zorluklar (“diş sökmek”) ya da nimete sahip olunduğunda tadının, lezzetinin kaçması (“dimağdan zevki gasbetmek”) şeklinde tecelli eder. Makale, bu hikmetin dünya nimetlerine karşı müstağni bir duruşu ve imtihanlara karşı sabır ve şükrü gerektirdiğini izah etmektedir.

​Biz İlahî Bir Nefesden Mest Olan Rindân-ız
​Veysel Öksüz
​İktibas:
​Biz ilâhî bir nefesden mest olan rindân-ız
Gönlümüz ma’mûre lâkin zâhiren vîrâneyiz
​Ey Rabbim! Biz bir nefesten sarhoş olan rintleriz. Her ne kadar dış görünüş itibariyle virane olsak da gönlümüz mamurdur.

​Makale: Rindlik, Gönül Zenginliği ve Dış Görünüşün Aldatıcılığı
​Veysel Öksüz’ün bu beyiti, tasavvufî rindlik mefhumunu en veciz biçimde ifade etmektedir. Rind, zahirde dünyevî kaidelere uymayan, belki de umursamaz gibi görünen, lâkin bâtınında ilahî aşka ve irfana gark olmuş kişidir. Bu beyitte şair, kendisini ve yoldaşlarını tam da bu vasıflarla tavsif etmektedir.
​”Biz ilahî bir nefesden mest olan rindân-ız” mısrası, bu kimselerin sarhoşluğunun şarapla değil, ilahî bir nefesle, yani Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi, rahmeti veya manevi bir feyziyle olduğunu belirtir. Bu “mestlik”, aklî idrakin ötesinde bir vecd hâli, bir manevi sarhoşluktur. Onlar, zahirde dünya ehli gibi yaşamazlar, zira onların kalpleri ilahî bir neşve ile doludur.
​Beyitin ikinci mısrası, bu durumun en mühim tezatını ortaya koyar: “Gönlümüz ma’mûre lâkin zâhiren vîrâneyiz.” Bu ifade, bir insanın dış görünüşünün aldatıcı olabileceği hakikatini idrak ettirir. “Zâhiren vîrâne” olmak, dünyaya ehemmiyet vermemek, belki de fakir ve bakımsız görünmek, dünyanın süsüne aldırış etmemektir. Fakat bu dış görünüşün tam aksine, bu kişilerin “gönlü ma’mûr”, yani abadân, ilim, irfan, hikmet ve muhabbetle doludur. Onlar, dışarıdan bakıldığında hiçbir kıymeti yokmuş gibi görülebilirler, ama içlerinde Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı olan bir gönül, bir hazine barındırırlar.
​Bu beyit, insanlara bir ders niteliğindedir. Dış görünüşe aldanmamayı, insanları kıyafetleri veya maddi durumlarına göre yargılamamayı telkin eder. Asıl zenginlik, mal ve mülk ile değil, gönül ile, ilahî aşk ve muhabbetle elde edilen manevi zenginliktir. Gönlü ma’mur olan kişi, dışarıdan virane de görünse, Hak katında en değerli olanlardan biridir. Zira kalplerin ma’muriyeti, ilahî iltifatın en mühim alâmetidir.
​Özet: Veysel Öksüz’ün bu beyiti, rintlerin dünyevi görünüşlerine aldırış etmeyen, ancak gönülleri ilahî aşk ve feyz ile dolmuş kimseler olduğunu izah eder. “İlahî bir nefesden mest olmak”, manevi bir sarhoşluğu; “zâhiren virane” olmak ise dış görünüşe ehemmiyet vermemeyi, dünyadan el etek çekmeyi ifade eder. Beyit, asıl zenginliğin gönül zenginliği olduğunu ve dış görünüşün aldatıcı olabileceğini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 16th, 2025