BERCESTE VE İZAHI – 59 –

BERCESTE VE İZAHI – 59 –

​Şeyh Galib Hazretlerinin Beyti
​İktibas
​Bırakmak kayd-ı sûdu hoş-nîşîn-i sâhil olmakdır
Hevâ-yı nefs-i şûmun çâresi deryâ-dil olmakdır
​İzah ve Açıklama
​Şeyh Galib Hazretleri bu beyitte, nefsin kötü arzularına karşı verilecek mücadeleyi, deniz kenarında rahatça oturmak ile geminin fırtınalı denizde yol almasına benzetiyor. İlk mısrada, kâr ve zararın hesabını yapmayı bırakmanın, yani dünya menfaatlerine olan bağlılıktan vazgeçmenin, insanı sahilin huzur ve emniyetine ulaştırdığını ifade ediyor. İkinci mısrada ise, uğursuz nefsin heva ve heveslerinin çaresinin, gönlü bir derya gibi genişletmek olduğunu belirtiyor. Bu, nefsin dar ve boğucu isteklerinden kurtulmanın yolunun, gönül deryasını sonsuz merhamet ve ilahi aşkla doldurmaktan geçtiği anlamına gelir.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Nefis Deryasında Gönül Sahili
​İnsan hayatı, bazen sâkin bir deniz kenarı gibi huzurlu, bazen ise fırtınalı bir derya gibi çalkantılıdır. Nefis ise bu deryada bir gemi misalidir ki, dümenini tutan heva ve heveslerdir. Şeyh Galib, bu muazzam beytiyle bizlere nefisle olan mücadelenin sırrını ifşa ediyor. İnsanın fani hayatı boyunca peşinde koştuğu kâr ve zarar hesapları, aslında onu asıl sahilden, yani huzurdan alıkoyan birer prangadır. Bırakmak kayd-ı sûdu, yani dünya telaşını terk etmek, maneviyat denizinin engin sularında serbestçe seyredebilmenin yegane şartıdır.
​Nefsin arzuları, bir girdap gibi insanı içine çeker. Her bir heves, her bir nefsanî istek, gönül gemisini batma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Şeyh Galib, bu uğursuz hevaların çaresini “deryâ-dil olmak” olarak gösterir. Gönlü bir derya gibi genişletmek, nefsaniyetin dar kalıplarından sıyrılarak, ilahi aşkın ve merhametin sonsuzluğuna açılmaktır. Bu genişleme, her türlü kötü duygu ve düşünceyi, tıpkı bir deryanın en kirli suları bile arıtıp temizlemesi gibi, içinde eritir ve yok eder.
​Tarih, derya-dil olmuş nice büyük şahsiyetle doludur. Onlar ki, nefislerinin fısıltılarına kulak asmamış, dünya menfaatlerinin peşinde koşmamışlardır. Onların gönlü, öyle bir deryaya dönüşmüştür ki, nefsanî arzuların fırtınaları bu deryada bir damla bile olamamıştır. Bu makam, sadece tefekkürle değil, aynı zamanda amel-i salihle de elde edilir. Gönlümüzü genişletmek, sadece okumakla değil, aynı zamanda tecrübe etmekle mümkündür.
​Bu beyt, bizlere bir ibret dersi verir. Asıl huzur, dış dünyada değil, iç dünyamızdadır. Nefsin isteklerine teslim olmak yerine, gönlümüzü ilahi sevgilinin muhabbetiyle doldurmalıyız. Ancak o vakit, hayatın fırtınalı deryasında sükûnet bulur ve gönül sahilimizin huzuruna kavuşuruz. Bu, sadece bir şairin sözü değil, aynı zamanda maneviyat yolcuları için bir yol haritasıdır.

​Özet
​Şeyh Galib, kâr ve zarar hesabından vazgeçip dünya kaygılarından kurtulmanın huzura ermekle eşdeğer olduğunu; nefsin kötü heveslerinin çaresinin ise gönlü derya gibi genişletip ilahi aşkla doldurmak olduğunu ifade eder. Makalede bu konu, insan nefsi ve gönlü arasında geçen bir mücadele olarak ele alınmıştır.

​Salih Baba Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​“Kûntü kenz”in mebde‘inden aşk u sevdâ hû çeker
“Lâ”yı iskat eyleyenler dâ’im “illâ hû” çeker

​İzah ve Açıklama
​Salih Baba Hazretleri, meşhur bir hadis-i kudsiden hareketle bu beytini inşa etmiştir. İlk mısra, “Küntü kenz” yani “Ben gizli bir hazine idim” hadis-i kudsîsine atıfta bulunur. Yaratılışın başlangıcından beri aşk ve sevdanın “O”nu, yani Allah’ı çağırdığını ifade eder. Yaratılışın asıl gayesi, o gizli hazinenin, yani Cenâb-ı Hakk’ın bilinmek istenmesidir. İkinci mısra ise, “lâ” (yoktur) kelimesini ortadan kaldıranların, yani nefiy ve ispatın sırrına vâkıf olanların, daima “illâ Hû” (Ancak O vardır) diye O’nu zikrettiklerini belirtir. Bu, tasavvufi bir hakikati dile getirir: “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidindeki “lâ” (yoktur) makamını aşanlar, yani Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığını idrak edenler, sadece O’nun varlığını görür ve daima O’nun adını zikrederler.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale

​Varlığın Sırrı: “Lâ”dan “İllâ Hû”ya
​Âlemin varoluşu, hadis-i kudsîde işaret olunan bir sırra dayanır: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve mahlukatı yarattım.” Bu kutlu kelâm, her şeyin aşk ve sevda ile var olduğunu ve bu varlığın gayesinin, Yaratıcının bilinmesi olduğunu bize anlatır. Salih Baba Hazretlerinin beyti, bu sırrı tasavvufi bir derinlikle açar. Her bir zerrenin ve her bir varlığın, yaratılışın başlangıcından beri sonsuz bir aşkla “Hû” diye feryad ettiğini dile getirir.
​Tasavvufun en temel prensibi olan tevhid, bir nefy (olumsuzlama) ve bir isbat (olumlama) ile tahakkuk eder. “Lâ ilâhe” (hiçbir ilah yoktur) diyerek bütün sahte ilahları, nefsanî istekleri ve dünya putlarını reddederiz. Bu, nefsin ve egonun prangalarından kurtuluştur. Salih Baba’nın beyitindeki “Lâ’yı iskat eyleyenler” ifadesi, işte bu manayı ihtiva eder. Kim ki, dünya ve nefsine dair her şeyi “yok” sayar, o kimse için sadece “illâ Hû” (ancak O vardır) gerçeği kalır. Bu mertebeye ulaşanlar, zâhirî âlemde gördükleri her şeyde, ancak ve ancak Hâlık’ın tecellilerini müşahede ederler.
​Bu beyit, bizlere iki aşamalı bir maneviyat yolculuğunu işaret eder. Birinci aşama, “lâ” makamıdır ki, bu, nefsin ve dünyanın faniyetini idrak edip onlardan yüz çevirmektir. İkinci aşama ise “illâ Hû” makamıdır ki, bu, bütün varlığın perde arkasında sadece Hak Teâlâ’nın varlığını hissetmek ve daima O’nunla meşgul olmaktır. Sâlih Baba, bu hakikati nefsine hakim olan ve dünya zevklerinden el çeken âriflerin dilinden beyan eder. Bu yolculuk, kolay bir seyahat değildir; kalbin daimi bir arınma ve terbiye hâlinde olmasını gerektirir.
​Tarihte, bu yolda yürüyen nice veli zatlar, dervişler ve âşıklar, “lâ”nın imtihanlarından geçerek “illâ Hû”nun vuslatına erişmişlerdir. Onlar, dünya hayatının gelip geçici olduğunu bilmiş, bütün varlıklarını feda ederek Rablerinin rızasını talep etmişlerdir. Bu makale, bizlere hatırlatır ki, gerçek hayat, ancak nefsi ve fani olan her şeyi terk ederek, ebedi olana yönelmekle mümkündür.

​Özet
​Salih Baba, “Küntü kenz” hadis-i kudsisi ile yaratılışın gayesini ve aşkın kökünü işaret eder. “Lâ”yı yok sayanların “illâ Hû”ya ulaştığını, yani nefsanî ve fani olan her şeyi terk edenlerin sadece Allah’ın varlığını idrak ettiğini belirtir. Makalede bu, manevi bir yolculuk olarak izah edilir.

​Vâsıf Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​Dil harâb-ı aşkınım sensin sebeb berbâdıma
Bir tesellî ver gelip bâri dil-i nâ-şâdıma
​İzah ve Açıklama
​Vâsıf Hazretleri, bu beytinde ilahi aşkın acısını ve bu aşkın gönülde açtığı harabiyeti dile getirir. “Dil harâb-ı aşkınım” ifadesi, gönlünün aşkın etkisiyle harabeye döndüğünü, perişan olduğunu belirtir. “Sensin sebeb berbâdıma” diyerek bu perişanlığın ve harabiyetin sebebinin sevgili olduğunu ifade eder. İkinci mısrada ise, bu perişan haldeki mutsuz gönlüne gelip bir teselli vermesi için sevgiliye yalvarır. Bu beyit, zâhirde beşeri bir aşkı ifade eder gibi görünse de, tasavvufî bir muhtevaya sahiptir ve ilahi aşka duyulan hasreti ve özlemi dile getirir. Aşkın yıpratıcı gücünün verdiği acıyı ve bu acının ancak sevgilinin iltifatı ile hafifleyeceğini anlatır.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Harap Gönülden Teselli Nâğmesi
​Vâsıf’ın bu nağmesi, insan gönlünün en derinlerinde yankılanan bir feryattır. Aşk, insanın iç dünyasını bir harabeye çevirirken, aynı zamanda o harabeyi yeniden inşa etme gücünü de barındırır. “Dil harâb-ı aşkınım” sözü, bir şikayet değil, bir şükür makamıdır. Zira gönül, dünyevî dertlerin ve nefsanî arzuların kalabalığından temizlenerek, ilahi aşkın ateşiyle harap olur ve ancak bu harabiyetle manevî bir dirilişe erer.
​Bu beyit, ilahi aşka susamış bir kalbin halini tasvir eder. Aşığın gönlü, mâşukun nazarlarıyla harap olur, zira o nazarlar, dünyevî olan her şeyi silip süpürür. Bu haraplık, fânî olanın silinip bâkî olanın ortaya çıkmasıdır. Bu yüzden aşık, bu haraplığın sebebini sevgilide bulur ve bu halinden memnundur. Ancak bu harabiyet, beraberinde büyük bir hasreti ve özlemi de getirir. Aşığın perişan gönlü, ancak sevgilinin tesellisiyle huzura erebilir. O teselli, mâşukun cemâlini görme arzusudur.
​Vâsıf’ın bu mısraları, tarihte nice âşıkın hissiyatına tercüman olmuştur. Leyla için Mecnun’un, Şirin için Ferhat’ın, Mevlânâ için Şems’in aşkı, gönülleri harabeye çevirmiş ama aynı zamanda onları ebedî olana ulaştıran bir köprü olmuştur. Bu beyit, bize aşkın sadece tatlı bir his olmadığını, aynı zamanda yıpratıcı ve arındırıcı bir güç olduğunu da gösterir. Aşkın ateşiyle yanan gönüller, dünyevî kirlerden temizlenir ve teselliyi sadece sevgilinin yakınlığında bulur.
​İnsan hayatı, bu türden haraplıklar ve yeniden inşa süreçlerinden ibarettir. Her birimiz, gönlümüzde Vâsıf’ın teselli aradığı o mutsuz gönlü taşırız. Gönlümüzü harap eden şey, bazen bir dünya meşgalesi, bazen bir hata, bazen ise bir kayıp olabilir. Ancak asıl teselli, fani olanın değil, bâkî olanın dergâhında bulunur. Unutmamalıyız ki, her harap gönlün bir teselliye ihtiyacı vardır ve bu teselliyi bulacağımız yer, ancak Yaradan’ın muhabbet denizidir.

​Özet
​Vâsıf, ilahi aşkın gönlü nasıl harap ettiğini ve bu harabiyetin sebebinin sevgili olduğunu ifade eder. Mutsuz ve harap gönlüne teselli vermesi için sevgiliye yalvarır. Makalede bu durum, aşkın arındırıcı ve yıpratıcı gücü üzerinden izah edilerek, gerçek tesellinin ilahi aşkta bulunduğu vurgulanır.

​Mevlânâ Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​Ez-to hem beched to dil ber-vey me-nih
Pîş ez-ân gû bechet ez-vey to becih
​İzah ve Açıklama
​Mevlânâ Hazretlerinin bu beyiti, dünyaya karşı bir ikaz ve tavsiye niteliğindedir. “Ez-to hem beched to dil ber-vey me-nih” Farsça bir ifade olup, “O (dünya) sana vefalı olmaz, sen de ona gönül verme” anlamına gelir. Dünya hayatının faniliğine ve geçiciliğine dikkat çeker. İkinci mısra, “Pîş ez-ân gû bechet ez-vey to becih” ise “O (dünya) senden vazgeçmeden, sen ondan vazgeçmeye çalış” demektir. Bu mısra, insanın dünya hayatına bağlanmadan, fani olan her şeyden yüz çevirerek, manevi bir uyanıklık içinde olması gerektiğini vurgular.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Dünya Gönlünden Vuslat Diyarına
​Mevlânâ Hazretlerinin bu veciz beyiti, bize, dünya hayatına karşı nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini öğütler. Dünya, bir konaklama yeri, bir menzil, bir geçit durağıdır. Bu durakta kalmaya çalışan, dünya malına, makamına ve zevklerine gönül veren kimse, sonunda hüsrana uğrar. “O sana vefalı olmaz” diyerek, dünyanın aldatıcı ve vefasız yüzünü ortaya koyar. Nice krallar, sultanlar, zenginler gelip geçmiştir; hiçbirisi dünya malını beraberinde götürememiştir. Bu, dünyanın vefasızlığının en açık delilidir.
​İnsanoğlu, fıtratı gereği bir şeye bağlanma ihtiyacı hisseder. Mevlânâ, bu beyitte gönlümüzü kime ve neye vereceğimizi gösterir. Fani olana gönül bağlamak, gelip geçici bir gölgeye sarılmak gibidir. Asıl olan, bâkî olanın peşinden gitmektir. Bu yüzden Mevlânâ, “sen de ona gönül verme” diyerek bizi bu aldatıcı bağlanmadan sakındırır.
​Beytin ikinci mısrası, bu öğüdü daha da derinleştirir. “O senden vazgeçmeden, sen ondan vazgeçmeye çalış.” Bu ifade, sadece dünyanın faniliğini bilmekle yetinmememiz gerektiğini, aynı zamanda aktif bir şekilde ondan yüz çevirmemiz gerektiğini vurgular. Dünya, biz onu terk etmeden bizi terk edecektir; ölümle, hastalıkla, ayrılıkla… Mevlânâ, bu kaçınılmaz sondan önce irademizle dünyadan yüz çevirmemizi, gönlümüzü Allah’a ve ahirete vermemizi öğütler. Bu, bir tür özgürleşme eylemidir. Maddi bağlardan kurtulup, manevi bir hayata yönelmektir.
​Bu beyit, İslâm medeniyetinin ve tasavvufun temel prensiplerinden birini yansıtır: Zühd. Zühd, dünyadan el çekmek değil, dünyaya kalbini vermemektir. Elinde olup, gönlünde olmamaktır. Nitekim, tarihte nice mütefekkir, alim ve veli, dünya malına sahip olsalar bile, ona gönül vermemişlerdir. Onlar, bu beyitin muhteviyatını hayatlarına tatbik etmişlerdir. Bu makale, bize bir kez daha hatırlatır ki, gerçek hayat, ancak dünya meşgalelerinden arınıp, kalbimizi ebedi olana yöneltmekle mümkündür.

​Özet
​Mevlânâ, dünyanın vefasızlığına dikkat çekerek ona gönül verilmemesi gerektiğini öğütler. Asıl hikmetin, dünya bizden vazgeçmeden bizim ondan vazgeçmeye çalışmamız olduğunu belirtir. Makalede bu öğüt, zühd prensibi üzerinden izah edilerek, gerçek hayatın ancak bu şekilde elde edilebileceği vurgulanır.

​Avnî (Fatih Sultan Mehmed) Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​Cevr-i dilber ta’n-ı düşmen sûz-ı firkat za’f-ı dil
Türlü türlü derd için yaratmış Allâh’ım beni
​İzah ve Açıklama
​Avnî mahlasını kullanan Fatih Sultan Mehmed Hazretlerinin bu beyiti, ilahi aşkın getirdiği çileleri ve gönül dertlerini samimi bir şekilde dile getirir. Beyitin ilk mısrası, “Cevr-i dilber ta’n-ı düşmen sûz-ı firkat za’f-ı dil” yani “Sevgilinin eziyeti, düşmanın kınaması, ayrılığın yakıcı ateşi ve gönlün zayıflığı” gibi dertleri sayar. İkinci mısrada ise “Türlü türlü derd için yaratmış Allâh’ım beni” diyerek, bu dertlerin hepsinin ilahi bir takdirin neticesi olduğunu, sanki Allah’ın kendisini bu dertleri çekmek için yarattığını ifade eder. Bu beyit, padişahlık makamının ihtişamına rağmen, ilahi aşkın getirdiği çilelerin ne kadar derin olduğunu gösterir.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Sultanın Gönül Mihneti: Aşk ve Derdin Sırrı
​Tarihin en büyük hakanlarından Fatih Sultan Mehmed’in, bir cihan padişahı olmanın ötesinde, içli bir gönül ehli olduğunu bu beyitlerden anlarız. Fatih, sadece kılıcıyla değil, kalemi ve kalbiyle de bir fatihti. Bu beyit, onun gönlünün derinliklerinde yatan bir hasretin ve ıstırabın nâğmesidir. Bir padişahın bile, sevdiğinin eziyetine, düşmanın kınamasına, ayrılığın yakıcı ateşine ve gönlün zayıflığına mâruz kalması, insanlık halinin evrenselliğini gösterir.
​Bu beyit, ilahi aşkın, makam ve mevki tanımadığını, herkesi kendi potasında erittiğini ispatlar. Fatih Sultan Mehmed, bu dertleri bir şikayet olarak değil, bir “imtihan” olarak görür. “Türlü türlü dert için yaratmış Allah’ım beni” sözü, bir acizlik ifadesi değil, bir teslimiyet ve tevekkül beyanıdır. O, bu dertlerin rastgele olmadığını, bilakis ilahi bir iradenin eseri olduğunu bilir. Zira dert, insanın manevî olarak yücelmesine vesile olan bir lütuftur. Dertler, kalbi dünyaya bağlayan zincirleri kıran birer balyozdur.
​Bu dertlerin her biri, insanı asıl yurduna, Hak Teâlâ’ya yaklaştırır. Sevgilinin eziyeti, ilahi aşkın cilvesidir. Düşmanın kınaması, insanın nefsine boyun eğmek yerine Hak yolunda sebat etmesini sağlar. Ayrılığın ateşi, vuslatın ne kadar değerli olduğunu hatırlatır. Gönlün zayıflığı ise, insanın ancak Allah’a dayanarak güç bulabileceğini idrak ettirir.
​Bu makale, Fatih Sultan Mehmed’in sadece bir kumandan ve fatih olmadığını, aynı zamanda derin bir maneviyata sahip bir mümin olduğunu gösterir. O, bu beyitiyle, bize, hayatın sadece zaferlerden ve başarılardan ibaret olmadığını, asıl manevî zaferin, dertleri bir imtihan olarak kabul edip, onlara karşı sabır ve tevekkülle durabilmek olduğunu öğretir. Gerçek büyüklük, fethettiği topraklarda değil, fethettiği gönüllerde ve çektiği çilelere karşı gösterdiği sabırda yatar.

​Özet
​Fatih Sultan Mehmed, çektiği dertleri saydıktan sonra, Allah’ın kendisini bu dertleri çekmek için yarattığını dile getirir. Makalede bu beyit, ilahi aşkın getirdiği çilelerin bir imtihan ve manevi bir terbiye vesilesi olduğu üzerinden izah edilerek, Fatih’in bu dertlere karşı teslimiyet ve tevekkül içinde olduğu vurgulanır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 16th, 2025