BERCESTE VE İZAHI – 57 –
BERCESTE VE İZAHI – 57 –
1. : Evhadüddin-i Kirmanî ve Tevhidin Ateşi
İktibas:
Farsça Aslı:
ateş nzened der dil-i mâ illâ hû
kûteh ne-koned menzil-i mâ illâ hû
ger âlemiyân cumle tabîbân bâşend
hallî ne-koned muşkil-i mâ illâ hû
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlün Fâ’
Âteş ne-zened der dil-i mâ illâ Hû
Kûteh ne-koned menzil-i mâ illâ Hû
Ger âlemiyân cumle tabîbân bâşend
Hallî ne-koned muşkil-i mâ illâ Hû
Anlamı:
O’ndan başka kimse gönlümüzde aşk ateşini yakamaz.
O’ndan başka kimse gideceğimiz yerin yolunu kısaltamaz.
Eğer bütün insanlar hekim olsa,
bizim derdimize O’ndan başka kimse derman olamaz.
İzah ve Açıklama
Bu dörtlük, tasavvufun temel taşı olan Tevhid inancının lirik bir ifadesidir. Şair Evhadüddin-i Kirmanî, varlık alemindeki her türlü etkinin, fiilin ve gücün tek bir kaynaktan, yani Allah’tan (Hû) geldiğini vurgular. Gönle düşen aşk ateşi de, varılacak menzile giden yolu kısaltan lütuf da, dertlere şifa verecek olan derman da yalnızca O’dur. Dünyanın bütün hekimleri bir araya gelse, O’nun izni ve iradesi olmadan en küçük bir derde bile çare bulamazlar. Bu beyitler, sebeplere takılıp kalmadan, her şeyin arkasındaki asıl Müsebbib’i, yani Allah’ı görmenin derin bir ifadesidir.
Makale: Aşk, Dert ve Derman Üçgeninde Tevhid Bilinci
İnsanoğlu, varoluş serüveninde kendini sürekli bir neden-sonuç ilişkisi içinde bulur. Gönlüne bir sevda düştüğünde bunun sebebini maşukunda, bir hastalığa yakalandığında çareyi hekimde, uzun bir yola çıktığında ise vasıtalarda arar. Bu, beşeri aklın ve dünyevi yaşamın doğal bir işleyişidir. Ancak tasavvuf, bu perdenin arkasına bakmayı, görünen sebeplerin ötesindeki mutlak ve tek Fail’i idrak etmeyi telkin eder. Evhadüddin-i Kirmanî’nin bu meşhur rubaisi, tam da bu idrakin, yani Tevhid şuurunun sanatlı bir zirvesidir.
Şair, ilk mısrada “Gönlümüzde aşk ateşini O’ndan başkası yakamaz” derken, beşeri aşkı dahi ilahi bir tecelliye bağlar. Tasavvuf düşüncesinde aşk, insanı hamlıktan olgunluğa eriştiren, benliğini eritip onu “yokluğa” ve nihayetinde Hakk’a ulaştıran ilahi bir ateştir. Bu ateşin yakıcısı, maşukun gözleri veya sözleri gibi görünse de, hakikatte o ateşi kalbe düşüren bizzat Allah’tır. Çünkü O, “Vedûd” ismiyle tecelli ederek sevgiyi yaratandır. Bu bakış açısı, aşkı dünyevi bir arzu olmaktan çıkarıp, ruhsal bir tekamül yolculuğuna dönüştürür.
İkinci mısra, “Gideceğimiz yerin yolunu O’ndan başkası kısaltamaz” diyerek, hayat yolculuğundaki her türlü kolaylığın ve zorluğun da aynı kaynaktan geldiğini hatırlatır. İnsanın ömür menziline veya manevi bir makama vasıl olması, kendi çabasıyla birlikte ilahi lütfa bağlıdır. Yolların kısalması, engellerin kalkması, hedefe kolayca varılması, hep O’nun iradesi ve yardımıyladır. Bu, tasavvuftaki “seyr-i sülûk” yani manevi yolculuk anlayışının bir özetidir. Mürşit bir rehber, ibadet bir vasıta olsa da, müridi menzile ulaştıran nihai güç Allah’tır.
Rubainin en can alıcı kısmı ise son iki mısradır. Şair, bir an için farazi bir durum hayal eder: “Eğer bütün alemler, bütün insanlar hekim kesilse…” Bu, beşeri gücün ve bilginin toplanabileceği en üst sınırdır. Ancak bu muazzam güç dahi, “bizim derdimize” derman olamaz. Buradaki “dert”, sadece bedensel bir hastalık değil, aynı zamanda varoluş bir sancı, ruhi bir ızdırap, Hakk’tan ayrı düşmüş olmanın getirdiği derin bir hasrettir. Bu derdin tabibi de, dermanı da yine derdi verenin kendisidir. Bu anlayış, mümini hem derin bir teslimiyete hem de sarsılmaz bir ümide kavuşturur. Derdi bir imtihan, şifayı ise bir lütuf olarak görmesini sağlar. Hekime gitmek, ilaca sarılmak gibi sebeplere başvurmak bir kulluk görevidir; fakat şifayı hekimden veya ilaçtan değil, doğrudan Allah’tan beklemek ise Tevhid’in gereğidir.
Kirmanî, bu dört mısra ile hayatın temel dinamiklerini (aşk, yolculuk, dert ve derman) tek bir potada eriterek hepsini Tevhid ilkesine bağlamıştır. Bu, olaylara ve oluşlara parçacı bir gözle değil, bütün bir iman nazarıyla bakmaktır. Bu nazar, insanı kederde isyandan, sevinçte şımarmaktan korur; onu her durumda dengede tutan manevi bir çıpa görevi görür.
Özet
Evhadüddin-i Kirmanî’nin rubaisi, tasavvuftaki Tevhid inancının güçlü bir ifadesidir. Aşk ateşini yakanın, hayat yolunu kısaltanın, derdi verenin ve dermanı gönderenin yalnızca Allah olduğunu vurgular. İnsan aklının ve gücünün sınırlılığını, bütün hekimler bir araya gelse bile ilahi irade olmadan hiçbir derde çare bulamayacakları örneğiyle anlatır. Şiir, mümini sebeplere takılmaktan kurtarıp, her olayın ardındaki tek ve mutlak güç olan Allah’a teslim olmaya davet eder.
2. : Şeyh Gâlib ve Peygamber’e Sarsılmaz Bağlılık
İktibas:
Osmanlıca Aslı:
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Ser-mâye-i imânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyârı penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Ser-mâye-i imânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyârı penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Anlamı:
Biz ümit makamındayız, ümitsizliğe düşüp âh etmeyiz.1
İman sermayesini harap edip mahvetmeyiz.2
Senin kapını bırakıp da başkalarının kapısına gidip sığınmayız.3
Biz senin sayende başka hiç kimseye bakmayız.4
Ey Efendim! Sen Ahmed (sav), Mah5mûd (sav) ve Muhammed’sin (sav).
Sen, Hak tarafından bize gönderilmiş, kuvvetlendirilmiş ve doğrulanmış bir sultansın Efendim (sav).
İzah ve Açıklama
Divan edebiyatının son büyük ustası Şeyh Gâlib’in bu na’tı, Hz. Peygamber’e olan derin sevgi, sarsılmaz bir bağlılık ve teslimiyeti ifade eder. Şair, müminlerin asla ümitsizliğe düşmeyeceğini, çünkü en büyük dayanakları olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) manevi himayesinde olduklarını belirtir. Peygamber’in kapısını (sünnetini, şefaatini, manevi rehberliğini) bırakıp “ağyâr”a, yani O’nun dışındaki fani ve geçici sığınaklara yönelmek, iman sermayesini yok etmekle eşdeğerdir. Şiirin ikinci bölümünde ise bu bağlılığın sebebi açıklanır: Çünkü O, övülmüş anlamlarına gelen Ahmed, Mahmûd ve Muhammed isimleriyle anılan, Allah tarafından teyit edilmiş ve desteklenmiş manevi bir sultandır.
Makale: Ümit ve Sadakat Ekseni: Hz. Peygamber’in Manevi Sultanlığı
İnsanın manevi yolculuğu, ümit (recâ) ve korku (havf) kanatları arasında dengede durma sanatıdır. Ancak bu denge, zaman zaman hayatın zorlukları, nefsin desiseleri ve dünyanın aldatıcılığı karşısında sarsılabilir. İşte bu noktada, müminin tutunacağı en sağlam dal, sığınacağı en güvenli liman, Hz. Peygamber’e olan imanı ve muhabbetidir. Şeyh Gâlib, bu şiirinde, bu limana sığınan bir ruhun nasıl bir özgüven ve kararlılık içinde olduğunu muhteşem bir belagatle dile getirir.
“Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz” mısrası, bir tespitten çok bir manifestodur. “Ye’s” yani ümitsizlik, Kur’an’da kâfirlere atfedilen bir sıfattır (“…kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” – Yusuf, 87). Gâlib, Hz. Peygamber’e tâbi olanların bu çukura düşmeyeceğini, onların daima “ümit makamında” olduklarını ilan eder. Bu ümidin kaynağı, Allah’ın rahmetinin en büyük tecellisi olan Hz. Peygamber’in varlığı ve şefaat vaadidir. Dolayısıyla mümin için “âh etmek”, O’nun getirdiği müjdeye ve manevi himayeye güvensizlik anlamına geleceğinden, imanın özüne aykırıdır.
Şair, bu bağlılığı “ser-mâye-i imân” yani iman sermayesi olarak tanımlar. Ticarette sermaye ne kadar hayati ise, manevi hayatta da bu bağlılık o kadar hayatidir. Bu sermayeyi “tebâh etmek”, yani mahvetmek ise, “Bâbın koyup ağyârı penâh eylemek” ile mümkündür. Buradaki “bâb” (kapı), Hz. Peygamber’in maneviyatına, sünnetine, ahlakına ve şefaatine açılan bir geçittir. “Ağyâr” (başkaları, yabancılar) ise, Allah ve Resûlü dışındaki her türlü fani güç, makam, ideoloji veya kişidir. O’nun kapısını terk edip başkalarından medet ummak, en değerli sermayeyi, yani imanı tehlikeye atmaktır. “Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz” mısrası ise bu sadakatin doruk noktasıdır. O’nun manevi gölgesi (sâyesi) altındayken, başka hiçbir güce, makama veya kurtarıcıya göz ucuyla bile bakmayız, onlara teveccüh etmeyiz. Bu, tevhidin bir başka boyutudur: Nasıl ki ibadette Allah’a ortak koşulmazsa, rehberlik ve önderlikte de Hz. Peygamber’e ortak tanınmaz.
Şiirin ikinci bendi, bu sarsılmaz sadakatin gerekçesini sunar. Neden O’nun kapısı terk edilmez? Çünkü “Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim”. Bu üç isim de “hamd” kökünden gelir ve “en çok övülen, övülmüş” anlamlarını taşır. Bu, O’nun hem Allah katındaki hem de mahlukat nezdindeki yüce makamına bir işarettir. Ve en önemlisi, O, “Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin”. Yani O’nun sultanlığı, gücünü dünyevi ordulardan veya fani otoritelerden değil, doğrudan doğruya Hakk’ın kendisinden alan, O’nun tarafından desteklenmiş ve teyit edilmiş (mü’eyyed) bir sultanlıktır. Bu öyle bir saltanattır ki, zaman ve mekânla sınırlı değildir; gönüller üzerinde kurulmuştur ve ebedidir. Şeyh Gâlib, bu ifadesiyle, Hz. Peygamber’i sadece bir postacı veya tarihi bir şahsiyet olarak değil, kainatın ve müminlerin gönlünün ebedi, manevi sultanı olarak gördüğünü ilan eder.
Özet
Şeyh Gâlib, bu na’tında Hz. Peygamber’e olan bağlılığın, mümini ümitsizlikten koruyan en temel dayanak olduğunu anlatır. Peygamber’in manevi kapısını terk edip başka sığınaklar aramanın, “iman sermayesini” yok etmekle eşdeğer olduğunu belirtir. Bu sarsılmaz sadakatin temelinde, Hz. Peygamber’in Allah tarafından desteklenmiş ve teyit edilmiş, gönüllerin ebedi sultanı (“sultân-ı mü’eyyed”) olduğu inancı yatar. Şiir, ümit, sadakat ve teslimiyetin kaynağının Hz. Peygamber sevgisi olduğunu vurgulayan güçlü bir manifestodur.
3. : Hâzik ve Gerçek Zenginlik Olarak Kanaat
İktibas:
Arapça-Osmanlıca Aslı:
Fakîrün küllü zî-hırsın ganiyyün küllü men yakna’
Hudâ ayırmasın bir kimseyi hergiz kanâ’atden
Okunuşu:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Fakîrün küllü zî-hırsın ganiyyün küllü men yakna’
Hudâ ayırmasın bir kimseyi hergiz kanâ’atden
Anlamı:
Hırs sahibi herkes fakir, kanaatkâr olanlar ise zengindir.
Allah bir kimseyi asla kanaatten ayırmasın.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, insanlık tarihi kadar eski bir hikmeti, Doğu irfanının en temel derslerinden birini veciz bir şekilde ifade etmektedir. Şair Hâzik, ilk mısrada Arapça bir ifade kullanarak evrensel bir gerçeği tespit eder: Zenginlik ve fakirlik, malın çokluğu veya azlığıyla ilgili değil, kalbin durumuyla ilgilidir. “Zî-hırs” yani hırs sahibi olan herkes, ne kadar malı mülkü olursa olsun, daima daha fazlasını isteyeceği için özünde bir “fakir”dir. Buna karşılık, “men yakna'” yani kanaat eden kimse, elindekine şükredip fazlasında gözü olmadığı için gerçek bir “gani” yani zengindir. İkinci mısra, bu tespiti bir duaya dönüştürür: Allah’tan istenebilecek en büyük lütuflardan biri, kanaat duygusundan mahrum kalmamaktır.
Makale: Hırsın Fakirliği ve Kanaatin Saltanatı
Modern dünya, mutluluğu ve başarıyı neredeyse tamamen “daha fazlasına sahip olmak” üzerine kurmuştur. Daha fazla para, daha fazla mal, daha fazla statü, daha fazla deneyim… Bu bitmek bilmeyen “daha” arayışı, bireyi sürekli bir tatminsizlik ve doyumsuzluk tekrarına hapseder. İnsan, sahip olduklarının tadını çıkaramadan, sahip olamadıklarının peşinde koşarken ömrünü tüketir. Şair Hâzik’in asırlar önce dile getirdiği bu beyit, modern insanın bu trajedisine tutulmuş bir ayna gibidir.
“Fakîrün küllü zî-hırsın” (Hırs sahibi herkes fakirdir). Bu mısra, fiziki bir durumdan çok, psikolojik ve ruhsal bir hâlin teşhisidir. Hırs, bir arzu değil, bir hastalıktır. Elindekini yetersiz, başkasının elindekini ise ulaşılması gereken bir hedef olarak gören bir bakış açısıdır. Milyonları olan bir hırslı, milyarları olana imrenirken kendini fakir hisseder. Sarayda oturan, daha görkemli bir sarayın hayalini kurarken bulunduğu yeri bir zindan gibi görür. Hırsın ateşi, ne kadar mal mülk odunu atılırsa atılsın sönmez, aksine daha da alevlenir. Bu, ruhun hiç bitmeyen bir açlığı, manevi bir iflastır. Bu yüzden hırslı insan, dünyanın bütün hazinelerine sahip olsa bile, kalbi ve ruhu itibarıyla en yoksul insandır.
Buna karşılık, “ganiyyün küllü men yakna'” (Kanaatkâr olan herkes zengindir) ifadesi, gerçek zenginliğin tanımını yapar. Kanaat, tembellik veya azla yetinmeye zorlanma durumu değildir. Aksine, elinden gelen çabayı gösterdikten sonra, Allah’ın takdir ettiğine gönül rızası gösterme, sahip olunan nimetlerin farkına varıp şükretme erdemidir. Kuru bir ekmeği olan kanaatkâr bir insan, o ekmeğin kendisine lütfedildiğini bilerek yediğinde, ziyafet sofralarındaki hırslı bir insandan daha büyük bir lezzet ve huzur duyar. Çünkü zenginlik, banka hesabındaki rakamlar değil, kalpteki huzur ve şükran duygusudur. Kanaat sahibi, başkasının malına göz dikmediği için özgür, elindekinden razı olduğu için huzurlu, beklentilerini sınırladığı için mutludur. Bu, dünyanın geçici metalarına karşı kazanılmış manevi bir zafer, gerçek bir saltanattır.
İkinci mısradaki dua, “Hudâ ayırmasın bir kimseyi hergiz kanâ’atden”, bu erdemin ne kadar değerli ve aynı zamanda ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Kanaat, insanın kendi kendine elde edebileceği bir şeyden çok, ilahi bir lütuftur. Modern tüketim kültürünün, reklamların ve sosyal medyanın sürekli olarak insanlara “eksik” olduklarını ve daha fazlasına ihtiyaç duyduklarını fısıldadığı bir çağda, kanaat ahlakını korumak daha da zorlaşmıştır. Bu nedenle Hâzik’in duası, sadece tarihi bir temenni değil, günümüz insanı için de hayati bir yakarıştır. Allah’tan mal mülk istemeden önce, o malı mülkü doğru kullanmayı sağlayacak olan kanaat kalbini istemek, en hikmetli duadır.
Özet
Hâzik’in beyti, zenginlik ve fakirliğin maddi varlıklara değil, insanın iç dünyasına bağlı olduğunu vurgular. Hırs sahibi bir kimse, ne kadar zengin olursa olsun, daima daha fazlasını arzuladığı için ruhen fakirdir. Buna karşılık, elindekiyle yetinmeyi bilen ve şükreden kanaatkâr bir kişi ise, en az şeye sahip olsa bile dünyanın en zengin insanıdır. Şair, kanaatin Allah’tan istenmesi gereken büyük bir lütuf olduğunu belirterek, bu erdemin önemini bir dua ile taçlandırır.
4. : Fâ’izî ve Geçmiş Mutluluğun Bilinmeyen Değeri
İktibas:
Osmanlıca Aslı:
Dahi ben şimdi bildim rûzgârın n’eydiğin ey dil
Bilinmezmiş safâ-yı vasl-ı yâr ile geçen demler
Okunuşu:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Dahi ben şimdi bildim rûzgârın n’eydiğin ey dil
Bilinmezmiş safâ-yı vasl-ı yâr ile geçen demler
Anlamı:
Ey gönül! Devranın bize ne yaptığını ben şimdi yeni anladım.
Meğer, sevgiliye kavuşmanın mutluluğu ile geçen vakitlerin değeri bilinmezmiş.
İzah ve Açıklama
Şair Fâ’izî’nin bu beyti, insan psikolojisinin evrensel bir gerçeğine dokunur: Mutluluğun değeri, genellikle o mutluluk elden gittikten sonra anlaşılır. Şair, kendi gönlüne (“ey dil”) seslenerek bir itirafta bulunur. Zamanın, feleğin (“rûzgârın”) kendisine ne yaptığını, nasıl bir oyun oynadığını ancak şimdi, yani o güzel günler geçtikten sonra anladığını söyler. Anladığı acı gerçek şudur: Sevgiliyle birlikte olunan, kavuşma (“vasl”) anlarının getirdiği o eşsiz mutluluğun (“safâ”) kıymeti, o anlar yaşanırken bilinmiyormuş.
Makale: Hafızanın Aynasında Mutluluk: Vasl Anının Yitirilişi
Zaman, ileriye doğru akan, geri döndürülemez bir nehirdir. İnsan bu nehrin içinde sürüklenirken, anın büyüsüne kapılıp, yaşadığı anların ne kadar değerli olduğunu çoğu zaman fark etmez. Özellikle mutluluk, saadet ve huzur anları, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bir rehavetle yaşanır. Ancak nehir akmaya devam eder ve o anlar geride kalıp birer anıya dönüştüğünde, insan hafızasının aynasında onların gerçek parlaklığını ve paha biçilmezliğini görür. Fâ’izî’nin bu melankolik ve bilge beyti, tam da bu yitirilişin ve sonradan gelen bu acı farkındalığın şiiridir.
Şair, “Ey gönül!” nidasıyla söze başlayarak, bu keşfin akli bir çıkarım değil, kalbi bir tecrübe olduğunu ima eder. Bu, aklın hesaplarıyla değil, gönlün sızılarıyla anlaşılan bir derstir. “Rûzgârın n’eydiğini şimdi bildim” ifadesi, bir tür aydınlanma anını anlatır. “Rûzgâr” (rüzgâr) veya “devran”, klasik şiirde zamanın, feleğin ve kaderin değişken yapısını temsil eden bir metafordur. Şair, geçmişe baktığında, rüzgârın en güzel çiçekleri nasıl savurup götürdüğünü, yani zamanın en mutlu anları nasıl alıp yok ettiğini şimdi idrak etmiştir.
Bu idrakin özü ikinci mısrada gizlidir: “Bilinmezmiş safâ-yı vasl-ı yâr ile geçen demler”. Divan şiirinin merkezinde iki temel kavram vardır: “Vasl” (kavuşma) ve “hicran” (ayrılık). Vasl, âşığın en büyük hayali, bütün ızdıraplarının son bulduğu, mutluluğun zirveye ulaştığı andır. Hicran ise o andan mahrum kalmanın getirdiği sonsuz bir acıdır. Fâ’izî, bu beyitte, âşıkların en çok arzuladığı “vasl” anlarının bile, yaşandığı sırada hakkıyla idrak edilemediğini söyler. O anların “safâ”sı, yani arılığı, katıksız mutluluğu, ancak yokluğunda, hicranın karanlığında tam olarak anlaşılır. Bu, bir balığın suyun kıymetini sudan çıkınca anlamasına benzer. İnsan, mutluluk okyanusunda yüzerken, o okyanusun ne kadar hayati olduğunu fark etmeyebilir.
Bu beyit, sadece beşeri bir aşkın hikayesi olarak okunmamalıdır. Aynı zamanda kayıp giden gençliğin, sağlığın, sevdiklerimizle birlikte geçirilen zamanların, huzurlu günlerin de bir ağıtıdır. İnsan, sahip olduğu her nimetin bir “vasl” hali olduğunu ve her an bir “hicran” ile elinden alınabileceğini unutur. Fâ’izî, bu beytiyle bize bir “carpe diem” (anı yaşa) felsefesi sunar, ancak bunu geleceğe yönelik bir coşkuyla değil, geçmişten alınan bir dersin hüznüyle yapar. Bize, elimizdeki nimetlerin, sevdiklerimizle geçirdiğimiz anların kıymetini, onlar birer anıya dönüşmeden önce bilmemiz gerektiğini fısıldar. Çünkü zamanın rüzgârı, bir kez savurduğunu bir daha geri getirmez ve geriye sadece “keşke o anların değerini bilseydim” pişmanlığı kalır.
Özet
Fâ’izî’nin beyti, mutluluğun ve değerli anların kıymetinin genellikle kaybedildikten sonra anlaşıldığı gerçeğini dile getirir. Şair, gönlüne seslenerek, zamanın ve kaderin kendisine ne yaptığını ancak şimdi anladığını söyler. Bu acı tecrübe ona şunu öğretmiştir: Sevgiliyle birlikte olunan o eşsiz mutluluk anlarının (“vasl-ı yâr”) değeri, o anlar yaşanırken tam olarak bilinemiyormuş. Şiir, yitirilen güzelliklerin ardından duyulan hüzünlü bir farkındalığı ve pişmanlığı ifade eder.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025