BERCESTE VE İZAHI – 56 –

BERCESTE VE İZAHI – 56 –

1. Mehmet Âkif Ersoy ve Birlik Ruhu
İktibas
Osmanlıca Metin:
كيرمه‌دن تفرقه بر ملته دوشمان كيره‌مز
طوپلو اوردقجه يوركلر اونی طوپ سينديره‌مز
Latin Harfleriyle:
Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün
Girmeden tefrika bir millete düşmân giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez
Mehmet Âkif Ersoy
Açıklama:
Bir milletin içine nifak girmedikçe, düşman onun içine giremez.
Gönüller birlikte attıkça topun tüfeğin dahi etkisi olmaz.
Beyitin İzah ve Açıklaması
İstiklal Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, bu veciz beyitinde bir milletin bekasının ve gücünün temel şartını ortaya koymaktadır.
• “Girmeden tefrika bir millete düşmân giremez”: “Tefrika”, ayrılık, bölünme, fitne ve nifak demektir. Âkif, bir toplumu dışarıdan yıkmak isteyen bir düşmanın, o toplumun içine fiziki olarak girmeden önce, manevi olarak girmesi gerektiğini vurgular. Bu manevi giriş, tefrika tohumları ekmekle olur. Kardeşi kardeşe düşman eden, fikir ayrılıklarını derin uçurumlara dönüştüren, güveni ve sadakati yok eden bir fitne, bir milletin surlarındaki en büyük gediktir. Düşman, bu gedik açılmadan içeri sızamaz. Kaleler içten fethedilir; bir milletin kalesi ise onun birliğidir.
• “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez”: İkinci mısra, birliğin sağladığı o muazzam gücü tasvir eder. “Yüreklerin toplu vurması”, sadece fiziki bir beraberlik değil, aynı zamanda ortak bir ideal, ortak bir sevinç, ortak bir keder ve ortak bir hedef etrafında kenetlenmiş manevi bir bütünlüktür. Bu öyle bir güçtür ki, dönemin en korkutucu silahı olan “top” dahi bu birliği “sindiremez”, yani ezemez, yıldıramaz, yok edemez. Maddi güç, manevi bütünlük karşısında aciz kalır. Bu mısra, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda en modern silahlara karşı iman ve vatan sevgisiyle kenetlenmiş bir milletin zaferinin de adeta şiirsel bir özetidir.
Makale: Toplu Vuran Yürekler: Bir Milletin Sarsılmaz Kalesi
Tarihin her döneminde milletleri ayakta tutan harç, ne ordularının çokluğu ne de silahlarının üstünlüğü olmuştur. Bir milleti millet yapan ve onu sarsılmaz bir kale kılan asıl kudret, fertlerinin aynı ülkü etrafında birleşen ve “toplu vuran” yürekleridir. İstiklal Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un yukarıda iktibas ettiğimiz ölümsüz mısraları, bu tarihi ve sosyolojik gerçeğin en beliğ ifadesidir.
Tefrika, bir toplumu içten içe kemiren bir ur gibidir. Dışarıdan en sağlıklı görünen bedenler dahi, bu urun yayılmasıyla bir anda çökebilir. Tarih, tefrika yüzünden yıkılan nice güçlü devletin ve medeniyetin hazin hikâyeleriyle doludur. Endülüs’ün çöküşü, emirlikler arasındaki taht kavgaları ve bitmeyen çekişmelerle hızlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde etnik ve siyasi fitnelerin imparatorluğun temellerini nasıl sarstığı acı bir gerçektir. Düşman, askeri gücüyle yenemeyeceğini anladığı bir toplumu, fitne ve nifak oklarıyla vurmayı hedefler. Güvensizlik, şüphe, ötekileştirme ve kutuplaşma, bir toplumun bağışıklık sistemini çökerten mikroplardır. Bu mikroplar yayıldığında, en küçük bir dış müdahale bile ölümcül sonuçlar doğurabilir. Âkif, “düşman giremez” derken, aslında “düşmana gerek kalmaz, millet kendi kendini yok eder” demektedir.
Buna mukabil, “toplu vuran yürekler”in karşısında durabilecek hiçbir maddi güç tasavvur edilemez. Bu ifade, sadece bir slogan veya hamasi bir söylem değildir; bizzat tarihin şahitlik ettiği bir hakikattir. Çanakkale’de bir metrekareye altı bin merminin düştüğü siperlerde, farklı coğrafyalardan gelmiş vatan evlatlarını birbirine kenetleyen ruh, işte bu “toplu vuran yürekler”in gücüydü. Onları ayakta tutan, ellerindeki silahların gücünden ziyade, kalplerindeki ortak iman ve vatan sevgisiydi. Kurtuluş Savaşı’nda, yokluk ve imkânsızlıklar içinde bir milletin küllerinden yeniden doğuşu, yine bu birlik ruhunun bir tezahürüdür. O yürekler birlikte attığı için, en modern ordular, en gelişmiş toplar ve tüfekler o manevi duvarı aşamamıştır.
Günümüzde tefrikanın şekli değişmiş olabilir. Sosyal medya üzerinden yayılan dezenformasyon, toplumu kutuplaştıran siyasi söylemler, kültürel farklılıkları düşmanlık vesilesi yapan art niyetli çabalar, modern zamanın fitne araçlarıdır. Ancak Âkif’in reçetesi dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Bir milletin fertleri, küçük farklılıkları bir kenara bırakıp ortak değerlerde, ortak bir gelecekte ve ortak bir kaderde birleşebildiği sürece, hiçbir dış güç o milleti sindiremez. Birliğin olduğu yerde dirlik, sevginin olduğu yerde güç vardır. Yürekler bir attığında, en zayıf anında bile bir millet, en güçlü ordulardan daha kudretli olur.
Özet
Mehmet Âkif Ersoy’un bu beyti, bir millet için en büyük tehlikenin dış düşmanlardan önce içteki ayrılık ve fitne olduğunu vurgular. Tefrika bir topluma sızmadan, hiçbir düşman o toplumu mağlup edemez. Buna karşılık, fertlerin ortak bir idealde birleşerek kalplerinin birlikte atması, en güçlü silahlara bile karşı koyabilecek manevi bir güç oluşturur. Birliğin olduğu yerde hiçbir maddi güç galip gelemez.

2. Ziya Paşa ve Asalet Meselesi
İktibas
Osmanlıca Metin:
بد اصلا نجابت مي ويرر هيچ اونیفورمه
زردوز پالان اورسه‌ك اشك يينه اشكدر
Latin Harfleriyle:
Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün
Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma
Zer-dûz palan ursan eşek yine eşekdir
Ziyâ Paşa
Açıklama:
Aslı kötü olan kişiye, giydiği üniforma soyluluk kazandırmaz.
Sırmalı palan da vursan, eşek yine eşektir.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Tanzimat döneminin en önemli şair ve düşünürlerinden Ziya Paşa, bu meşhur beytinde, insanın özü ile dış görünüşü arasındaki ilişkiyi keskin bir dille ele alır.
• “Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma”: “Bed-asl”, aslı kötü, soyu bozuk, karaktersiz kimse demektir. “Necâbet” ise soyluluk, asalet anlamına gelir. “Üniforma” burada sadece bir askeri kıyafeti değil, aynı zamanda bir makamı, rütbeyi, unvanı ve dış görünüşü temsil eden genel bir semboldür. Paşa, bu mısrada retorik bir soru sorar: Kötü bir karaktere sahip olan kişiye, giydiği kıyafet veya taşıdığı unvan soyluluk kazandırabilir mi? Cevabı elbette “hayır”dır. Asalet, giyilen bir elbise değil, ruha ve karaktere sinmiş bir haslettir.
• “Zer-dûz palan ursan eşek yine eşekdir”: İkinci mısra, bu fikri somutlaştıran ve atasözü niteliği kazanmış güçlü bir teşbih (benzetme) ihtiva eder. “Zer-dûz palan”, üzeri altın sırmalarla işlenmiş, çok değerli ve gösterişli eyer demektir. Ziya Paşa, “Bir eşeğin üzerine en kıymetli, sırmalı eyeri de vursan, bu durum onun eşek olduğu gerçeğini değiştirmez” der. Dışarıdan bakıldığında parıltılı ve asil görünebilir, ancak özünde, tabiatında bir değişiklik olmaz. Bu benzetme ile makam ve mevki sahibi olmuş liyakatsiz, karaktersiz ve cahil kimseleri eleştirir. Onların sahip oldukları unvanlar, tıpkı eşeğin üzerindeki sırmalı palan gibi, sadece bir maskedir ve özlerindeki hamlığı, bayağılığı gizleyemez.
Makale: Asl’olan Cevherdir: Görüntü ve Hakikat Üzerine
İnsanoğlunun en kadim yanılgılarından biri, dış görünüşü ve unvanları, karakterin ve hakikatin kendisi zannetmesidir. Oysa tarih ve tecrübe, defalarca göstermiştir ki, asıl olan kabuk değil, içindeki cevherdir. Tanzimat aydını Ziya Paşa’nın kaleminden dökülen ve bir darb-ı mesel haline gelen bu beyit, makamın ve üniformanın insana şeref katmadığını, bilakis insanın liyakatiyle makama şeref kattığını anlatan ölümsüz bir hikmettir.
Ziya Paşa’nın yaşadığı 19. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nde büyük değişimlerin yaşandığı, eski ve yeninin çatıştığı, liyakatin yerini çoğu zaman sadakatin veya Batı taklitçiliğinin aldığı bir dönemdi. Paşa, “Terkîb-i Bend” ve “Zafernâme” gibi eserlerinde, bu toplumsal yozlaşmayı, liyakatsiz insanların sırf dış görünüşleri veya Batılılaşma hevesleriyle yüksek makamlara gelmelerini sert bir dille eleştirmiştir. “Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma” mısraı, bu eleştirinin özüdür. Üzerine giydiği paşa üniformasıyla ya da öğrendiği birkaç Fransızca kelimeyle kendini asilzade sanan, ancak karakteri ve bilgisi zayıf olan “sonradan görme” tiplere bir iğnelemedir.
Bu hikmet, sadece Ziya Paşa’nın dönemine özel değildir; evrensel ve zamansızdır. Günümüzde de insanlar, pahalı elbiseler, lüks arabalar, sosyal medya unvanları veya yüksek mevkilerle kendilerine bir “asalet” ambalajı oluşturma çabasındadır. Ancak sırmalı palan eşeği nasıl at yapmazsa, bu dış unsurlar da karaktersiz bir insanı onurlu, cahil birini âlim, korkak birini cesur yapmaz. Gerçek necâbet (soyluluk); bilgelikte, adalette, merhamette, dürüstlükte ve tevazuda gizlidir. Bu hasletlere sahip olmayan bir müdür, bir yönetici, bir siyasetçi; ne kadar yüksek bir koltukta oturursa otursun, o koltuğun ağırlığı altında ezilmeye ve özündeki “eşekliği” er ya da geç ifşa etmeye mahkûmdur.
Tarih, bu gerçeğin örnekleriyle doludur. Nice çoban, krallara ders verecek bilgeliğe sahip olmuş; nice kral ise en adi bir insandan daha zalim ve karaktersiz çıkmıştır. Mevlana’nın dediği gibi, “Testinin içinde ne varsa, dışına o sızar.” Üniforma, palan, makam; testinin dışını süsleyen birer etikettir. Ama eninde sonunda içindeki acı su, bir yerden sızacak ve kendini belli edecektir. Bu sebeple, insanları değerlendirirken giydikleri üniformaya, oturdukları koltuğa değil; zor zamanlardaki duruşlarına, adalete olan bağlılıklarına, bilgiye olan saygılarına ve en önemlisi, kendilerinden daha zayıf olanlara karşı muamelelerine bakmak gerekir. Çünkü sırmalı palan eskir, üniforma çıkarılır, makam elden gider; ama karakter, mezara kadar insanın yoldaşıdır.
Özet
Ziya Paşa, bu beytinde, dış görünüşün ve unvanların insanın özünü değiştiremeyeceğini ifade eder. Aslı ve karakteri kötü olan bir kişiye, giydiği üniforma veya sahip olduğu makam soyluluk kazandırmaz. Tıpkı altın sırmalı bir eyerin, bir eşeği at yapamayacağı gibi, dış süsler de kişinin temel karakterini ve cehaletini gizleyemez. Değer, şekilde değil, özde ve liyakattedir.

3. Nâbi ve Merhamet Pınarı
İktibas
Osmanlıca Metin:
تشنه‌كانك چاك چاك اولمـش لب خواهشكرى
چشمه‌سار مرحمتده بر ایچم صو قالمامش
Latin Harfleriyle:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Teşnegânın çâk çâk olmuş leb-i hâhişgeri
Çeşmesâr-ı merhametde bir içim su kalmamış
Nâbi
Açıklama:
Suya hasret insanların kurumuş dudaklarında susuzluktan dolayı yarıklar oluşmuş.
Merhamet pınarında maalesef bir içim su bile kalmamış.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Hikemî (didaktik) şiirin ustası Nâbi, bu dokunaklı beytinde, toplumsal bir çürümeyi ve manevi bir kuraklığı, son derece canlı ve etkileyici bir imgeyle anlatır.
• “Teşnegânın çâk çâk olmuş leb-i hâhişgeri”: “Teşnegân”, susamışlar, susuzluk çekenler demektir. “Leb-i hâhişger” ise isteyen, yalvaran dudak anlamına gelir. “Çâk çâk olmak”, susuzluktan veya kuruluktan yarık yarık olmaktır. Nâbi, ilk mısrada gözümüzün önüne bir tablo çizer: Öyle bir susuzluk var ki, insanların bir şey isteyen, medet uman dudakları kuruluktan paramparça olmuştur. Bu susuzluk, sadece fiziki bir su ihtiyacı değil, aynı zamanda şefkate, yardıma, adalete ve en önemlisi merhamete olan derin hasreti simgeler.
• “Çeşmesâr-ı merhametde bir içim su kalmamış”: İkinci mısra, bu trajedinin sebebini açıklar. “Çeşmesâr”, pınar başı, suyun kaynağı, çeşmelerin bol olduğu yer demektir. Şair, merhameti bir su kaynağına, bir pınara benzetir. Toplumdaki bu derin susuzluğun, bu acının ve yalvarışın sebebi, aslında suyun olmaması değildir; “merhamet pınarının” kendisinin kurumuş olmasıdır. Kaynakta, yani insanların kalbinde, yöneticilerin vicdanında, toplumun ruhunda bir yudum dahi merhamet kalmamıştır. Pınar kuruduğu için, dudaklar çatlamıştır. Sorun sonuçta değil, sebeptedir.
Makale: Merhamet Pınarı Kuruduğunda: Bir Medeniyetin Çöküşü
Bir toplumu ayakta tutan ve onu medeniyet seviyesine çıkaran şey, ne binalarının yüksekliği ne de teknolojisinin ileriliğidir. Bir medeniyetin can damarı, bireylerinin kalbinde akan “merhamet pınarı”dır. Bu pınar kuruduğunda, dudaklar çatlamaya, ruhlar çöle dönmeye ve toplum içten içe çürümeye başlar. 17. yüzyılın büyük hikmet şairi Nâbi, yukarıdaki beytiyle, sadece kendi çağının değil, tüm zamanların en büyük toplumsal problemlerden birine, merhametsizliğe ve onun yol açtığı manevi kuraklığa parmak basar.
Nâbi’nin çizdiği tablo, son derece trajiktir. Bir yanda yardım isteyen, yalvaran ve bu hasretle dudakları yarılmış “teşnegân” (susamışlar) vardır. Bunlar, toplumun yoksulları, mazlumları, adalet arayanları, bir tebessüme, bir tatlı söze muhtaç olanlarıdır. Onların susuzluğu, karınlarını doyuracak bir lokma ekmekten veya içecek bir bardak sudan çok daha derindir. Bu, insan onuruna saygının, şefkatin ve empatinin susuzluğudur. Bir toplumda “isteyen dudaklar” çoğalmışsa, orada bir dengesizlik, bir adaletsizlik ve bir vicdan sorunu var demektir.
Diğer yanda ise bu susuzluğu giderebilecek tek kaynak olan “çeşmesâr-ı merhamet”, yani merhamet pınarı bulunmaktadır. Ancak Nâbi’nin tespiti acıdır: Pınarda “bir içim su bile kalmamış.” Bu, merhametin azalmasından değil, tamamen yok oluşundan bahseder. Kalpler katılaşmış, vicdanlar körelmiş, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı hâkim olmuştur. Zengin, fakirin halinden anlamaz; güçlü, zayıfın feryadını duymaz; yönetici, halkının derdine derman olmaz hale gelmiştir. Merhamet pınarı, toplumun ortak vicdanıdır. O kuruduğunda, adalet mekanizması işlemez, sosyal yardımlaşma durur, komşuluk ilişkileri biter ve toplum, her bir ferdin kendi çıkarı için diğerini ezdiği bir orman kanunuyla yönetilmeye başlar.
Bu beyit, günümüz dünyası için de derin bir uyarı taşımaktadır. Modern hayatın getirdiği bireycilik, tüketim çılgınlığı ve hız tutkusu, ne yazık ki merhamet pınarlarımızı kurutmaktadır. Sosyal medyada başkalarının acılarını izleyip duyarsızlaşan, komşusunun derdinden bihaber yaşayan, yolda gördüğü bir muhtaca el uzatmaktan çekinen nesiller yetişmektedir. Oysa unutulmamalıdır ki, merhamet tek taraflı bir eylem değil, toplumu bir arada tutan karşılıklı bir bağdır. Bugün başkasının susuzluğuna duyarsız kalan, yarın kendi dudakları çatladığında içecek bir yudum merhamet bulamayabilir. Bir medeniyeti inşa etmek, merhamet pınarlarını canlı tutmakla, o pınardan herkese ayrım gözetmeksizin su vermekle mümkündür.
Özet
Nâbi, bu beytinde, toplumdaki manevi bir çöküşü anlatır. İnsanların dudakları, sadece suya değil, şefkat ve yardıma olan hasretlerinden dolayı çatlamıştır. Bu trajedinin asıl sebebi ise, merhametin kaynağı olan kalplerde ve vicdanlarda bir yudumluk bile merhamet suyunun kalmamış olmasıdır. Merhamet pınarı kuruduğunda, toplumun tamamı manevi bir kuraklığa ve acıya mahkûm olur.

4. Nef’î ve Hakiki Bilginin Önündeki Tevazu
İktibas
Osmanlıca Metin:
عقله مغرور اولمـا افلاطون وقت اولسه‌ك اكر
بر اديب كاملی كوردكده طفل مكتب اول
Latin Harfleriyle:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Akla mağrûr olma Eflâtûn-ı vakt olsan eğer
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol
Nef’î
Açıklama:
Eflatun gibi zamanının en ileri fikirlisi, en akıllısı olsan bile aklının yüceliğinden dolayı gururlanma.
Tam manasıyla olgun, edepli bir kimse gördüğünde onun karşısında okul çocuğu gibi ol.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Kasidenin ve hicvin büyük üstadı Nef’î, bu beytinde bilginin kibrine karşı en büyük panzehrin tevazu olduğunu vurgulayarak, ilim yolcusuna ebedi bir ders verir.
• “Akla mağrûr olma Eflâtûn-ı vakt olsan eğer”: “Mağrur olmak”, gururlanmak, kibirlenmek demektir. “Eflâtun-ı vakt” ise “zamanın Eflatun’u (Platon’u)” yani çağının en akıllı, en bilgili, en büyük filozofu anlamına gelen bir ifadedir. Nef’î, muhatabına en üst perdeden seslenir: “Değil sıradan bir bilgili, çağının Platon’u bile olsan, aklına ve bilgine asla güvenip kibirlenme.” Bu, bilginin getirebileceği en büyük tehlikelerden biri olan entelektüel kibre karşı yapılmış net bir uyarıdır.
• “Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol”: İlk mısradaki uyarıdan sonra, ikinci mısrada yapılması gerekeni öğütler. “Edîb-i kâmil”, sadece çok bilen değil, aynı zamanda bildiğiyle amel eden, ilmini edeple, ahlakla ve bilgelikle taçlandırmış, “kâmil insan” mertebesine ulaşmış kişi demektir. “Tıfl-ı mekteb” ise okul çocuğu, yeni öğrenmeye başlamış öğrenci anlamındadır. Nef’î, “Ne kadar bilirsen bil, kendisinden hem ilim hem de edep öğrenebileceğin kâmil bir insanla karşılaştığında, bütün bildiklerini bir kenara bırak ve onun karşısında her şeyi yeniden öğrenmeye hevesli bir okul çocuğu gibi mütevazı ol” der. Gerçek öğrenme, bu alçakgönüllülükle başlar.
Makale: Bilginin Kibri ve Kâmil İnsanın Önünde Çocuk Olmak
İlim, çift ağızlı bir kılıç gibidir. İnsanı yüceltebileceği gibi, kibrin ve cehaletin en derin çukuruna da itebilir. Bilginin en büyük imtihanı, onunla birlikte gelen gurur ve kendini beğenme tehlikesidir. Divan şiirinin en güçlü ve mağrur seslerinden biri olan Nef’î’nin kaleminden çıkan bu beyit, tam da bu tehlikeye işaret ederken, hakiki bilgeliğe giden yolun anahtarını da sunar: Tevazu.
Nef’î’nin “Eflâtun-ı vakt” yani “zamanın Platon’u” benzetmesi son derece manidardır. Platon, Batı felsefesinin temel taşı, aklın ve rasyonel düşüncenin zirve isimlerinden biridir. Şair, aklın ve teorik bilginin ulaşılabileceği en son noktayı temsil eden bu isim üzerinden konuşarak, mesajının evrenselliğini pekiştirir. Demek ister ki, problem bilginin azlığı veya çokluğu değildir; problem, bilginin sahibinde oluşturduğu sahte ilahlık hissidir. Aklına mağrur olan kişi, yeni bir şey öğrenmeye kapılarını kapatmış demektir. Kendi aklını ve bilgisini mutlak doğru kabul ettiği anda, aslında cehaletinin en katısını yaşamaya başlar. Sokrates’in meşhur “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, bu kibrin tam zıddı olan bilgece bir duruşun ifadesidir.
Bu kibrin ilacı ise, Nef’î’nin ikinci mısrada sunduğu reçetedir: “Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol.” Burada anahtar kavram “edîb-i kâmil”dir. Bu, sadece ansiklopedik bilgiye sahip bir entelektüel değildir. O, ilmi irfanla, bilgiyi ahlakla, aklı kalple birleştirmiş, olgun ve bilge bir şahsiyettir. İlim, onun için bir gurur vesilesi değil, bir hizmet aracı ve bir hayranlık kapısıdır. İşte böyle bir zatın karşısında, zamanın Platon’u dahi olsan, yapılması gereken tek şey “okul çocuğu” olmaktır. Bir çocuğun merakıyla sormak, bir çocuğun alçakgönüllülüğüyle dinlemek ve bir çocuğun saflığıyla öğrenmeye açık olmak… Çünkü bilgi kitaplardan öğrenilir, ama irfan ve edep ancak kâmil bir insanın sohbetinde, halinde ve duruşunda tecrübe edilir.
İronik olan, bu beytin sahibinin, hayatı boyunca mağrur ve sivri dilli olmasıyla tanınan Nef’î olmasıdır. Bu durum, beytin değerini azaltmaz, aksine artırır. Belki de Nef’î, kendi iç mücadelesini, kendi nefsine karşı verdiği bu öğüdü mısralara dökerek ölümsüzleştirmiştir. Bu, onun da kâmil insanın karşısında bir “tıfl-ı mekteb” olma arzusunun bir ifadesi olabilir. Sonuç olarak bu beyit bize şunu öğretir: İlim yolculuğu, bilmekle değil, “bilmediğini bilmekle” ve öğrenme arzusunu bir çocuğun heyecanıyla daima diri tutmakla mümkündür. En büyük âlim, en çok bilen değil, öğrenmeye en açık olandır.
Özet
Nef’î, bu beytinde, bilginin getirebileceği kibre karşı insanı uyarır. Bir kişi, zamanın en büyük filozofu olan Eflatun kadar bilgili ve akıllı olsa bile, bu durumla asla gururlanmamalıdır. Aksine, ilmini edeple bütünleştirmiş kâmil ve olgun bir insanla karşılaştığında, tüm bildiklerini unutup onun önünde yeni öğrenen bir okul çocuğu gibi mütevazı ve öğrenmeye açık olmalıdır. Gerçek bilgelik, tevazu ile başlar.

5. Hâtemî ve Hedefe Ulaşmanın Sırrı
İktibas
Osmanlıca Metin:
ایريشير منزل مقصودينه آهسته كيدن
تیز رفتار اولانك پاینه دامن طولاشير
Latin Harfleriyle:
Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün
Erişir menzil-i maksûduna âheste giden
Tîz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır
Hâtemî
Açıklama:
Amaçladığı hedefe yavaş ve temkinli bir şekilde giden insan ulaşır.
Hızlı giden kişinin ayağına eteği dolaşır.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Şair Hâtemî, bu hikmet dolu beytinde, hayatta başarıya ulaşmanın en temel prensiplerinden birini, sabır ve temkinin aceleciliğe üstünlüğünü, somut ve akılda kalıcı bir imajla dile getirir.
• “Erişir menzil-i maksûduna âheste giden”: “Menzil-i maksûd”, ulaşılmak istenen yer, amaçlanan hedef, gaye demektir. “Âheste” ise yavaş, acele etmeden, sakin ve temkinli bir şekilde anlamına gelir. Şair, hedefe varmanın sırrının hızda değil, sükûnette ve sabırda olduğunu belirtir. Yavaş ama istikrarlı adımlarla ilerleyen kişi, eninde sonunda arzuladığı hedefe ulaşacaktır. Bu mısra, “Ağır giden yol alır” atasözünün şiirsel bir ifadesidir.
• “Tîz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır”: “Tîz-reftâr”, hızlı giden, aceleci davranan demektir. “Pây” ayak, “dâmen” ise etek anlamına gelir. “Ayağına eteği dolaşmak”, günümüzde de kullandığımız bir deyimdir ve aceleyle hareket ederken kişinin kendi kendine engel olması, telaştan dolayı hata yapması, işleri karıştırması demektir. Şair, acele edenin durumunu, koşarken kendi eteğine takılıp düşen bir insana benzetir. Hız, beraberinde dikkatsizliği, plansızlığı ve hataları getirir. Bu hatalar da kişinin ilerlemesine engel olur ve hatta onu başladığı noktadan daha geriye götürebilir.
Makale: Kaplumbağanın Bilgeliği: Sabırla Gidilen Yolun Zaferi
Modern dünya, bize sürekli olarak hızı dayatır: daha hızlı internet, daha hızlı yemek, daha hızlı sonuçlar. Bu hız kültü, başarının da ancak acele ve hırslı bir koşuyla elde edilebileceği yanılmasını beraberinde getirir. Oysa kadim bilgelik, bize tam tersini fısıldar. Şair Hâtemî’nin asırlar öncesinden gelen bu beyti, hedefe ulaşmanın sırrının süratte değil, sabır ve sebattaki istikrardadır olduğunu hatırlatır. Bu, meşhur fabldaki tavşanın hırsına karşı kaplumbağanın bilgeliğinin bir zaferidir.
“Âheste giden”, yani yavaş ve temkinli ilerleyen kişi, yol üzerindeki engelleri daha net görür. Adımını nereye atacağını hesaplar, enerjisini doğru kullanır ve en önemlisi, yolculuğun kendisinden de dersler çıkarır. Sabır, bir zayıflık veya yavaşlık değil, aksine bir strateji ve güç göstergesidir. Büyük imparatorluklar bir günde kurulmamış, büyük sanat eserleri bir anda ortaya çıkmamış, büyük keşifler bir anlık ilhamla yapılmamıştır. Hepsinin arkasında sabırla ve istikrarla atılan, “âheste” adımlar vardır. Menzile varmayı garantileyen şey, adımların büyüklüğü değil, sürekliliğidir. Damlaya damlaya göl olması gibi, sabırla atılan her adım, hedefe doğru atılmış sağlam bir temeldir.
Buna karşın, “tîz-reftâr olan”, yani aceleci davranan kişi, genellikle büyük bir hırs ve panik içindedir. Gözü menzilden başka bir şey görmediği için, ayağının altındaki çukurları, yolun üzerindeki tehlikeleri fark etmez. Nefes nefese yaptığı bu koşu, onu yorar, dikkatini dağıtır ve en nihayetinde kendi kendine engel olmasına yol açar. “Ayağına eteğinin dolaşması” imgesi, bu durumu mükemmel bir şekilde özetler. Kişinin en büyük engeli, dış faktörler değil, kendi aceleciliği ve telaşıdır. Hızla verilen kararlar, eksik yapılan planlar, gözden kaçırılan detaylar, eninde sonunda kişinin ayağına takılır ve onu tökezletir. Tarih, aceleyle girilen savaşlarda kaybeden komutanların, hızlı zengin olma hayaliyle iflas eden tüccarların ve plansızca başlanıp yarım kalan projelerin ibretlik hikâyeleriyle doludur.
Hâtemî’nin bu dersi, hayatın her alanı için geçerlidir. Bir öğrencinin ilim tahsilinden bir zanaatkârın eserini ortaya çıkarmasına, bir projenin yönetiminden kişisel gelişime kadar her süreçte, başarıya giden yol sabır, metanet ve istikrarlı bir çabadan geçer. Hızlı olmak yerine doğru adımlar atmak, bir an önce bitirmek yerine sağlam bir temel kurmak, hedefe giden en emin yoldur. Unutmamak gerekir ki, en hızlı koşan tavşan uyuya kalabilir, ama yavaş ve istikrarlı adımlarla yürüyen kaplumbağa, mutlaka varış çizgisine ulaşır.
Özet
Hâtemî’ye göre, hayattaki hedeflere ulaşmanın yolu acelecilikten değil, sabır ve temkinden geçer. Yavaş ama istikrarlı bir şekilde ilerleyen kişi, eninde sonunda amacına ulaşır. Buna karşılık, acele eden ve hızlı davranan kişi ise telaşı yüzünden hatalar yapar ve kendi kendine engel olur; tıpkı koşarken ayağına eteği takılıp düşen bir insan gibi. Başarının anahtarı hız değil, sabırlı bir seyahattir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 15th, 2025