BERCESTE VE İZAHI – 53 –
BERCESTE VE İZAHI – 53 –
Tüm beyitler, Türk-İslam medeniyetinin derinlikli düşünce ve hissiyat dünyasından süzülüp gelen hikmet incileridir. Her biri, insan hayatının farklı bir veçhesine ışık tutarak, günümüz insanına da yol gösteren evrensel mesajlar vermektedir.
1. : Kader, Tevekkül ve Gerçek Zenginlik Üzerine (Beliğ)
İktibas
Osmanlıca Metin:
بلميهن سر قضايى درگه پاشايه دوشر
قسمته قانع اولان درگه مولايه دوشر
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Bilmeyen sırr-ı kazâyı der-i pâşâya düşer
Kısmete kânî’ olan dergeh-i Mevlâ’ya düşer
Beliğ
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Kader sırrını bilmeyenler makam-mevki sahiplerinin kapısından ayrılmazlar. Oysa kendisine ezelde takdir edilmiş olan rızka kanaat edenler Allah’ın kapısından hiçbir zaman ayrılmazlar.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, insanın hayattaki duruşunu ve yönelişini belirleyen temel bir ayrımı ortaya koyar: Kadere iman ve tevekkül ile dünyevi hırslar arasındaki fark. Şair Beliğ, kaderin sırrına, yani her şeyin Allah’ın takdiri ile gerçekleştiği gerçeğine vakıf olamayanların, rızıklarını ve geleceklerini makam ve mevki sahibi insanların (pâşâların) elinde gördüklerini söyler. Bu yüzden, onlara yaranmak, onların lütfuna nail olmak için kapılarında bekler, onlardan medet umarlar. Bu, bir nevi modern tabirle “kula kulluk etme” halidir.
Buna karşılık, “kısmetine kani olanlar”, yani Allah’ın kendisi için takdir ettiğine razı olan ve O’na tevekkül edenler ise yüzlerini ve kalplerini yalnızca “dergeh-i Mevlâ’ya”, yani Allah’ın kapısına çevirirler. Onlar bilirler ki, rızkın gerçek sahibi Allah’tır ve O’nun kapısı, en büyük ve en cömert kapıdır. Paşaların, yani dünyevi otoritelerin lütfu geçici ve minnetlidir; Allah’ın lütfu ise sonsuz ve karşılıksızdır. Beyit, gerçek özgürlüğün ve onurun, beklentileri insanlardan kesip yalnızca Allah’a yönelmekte olduğunu vurgular.
Makale: Paşa Kapısından Mevlâ Dergâhına Bir Tevekkül Yolculuğu
İnsanoğlu, varoluşundan bu yana güvenlik ve gelecek kaygısıyla yaşamıştır. Karnını doyurma, barınma ve saygınlık görme ihtiyacı, onun eylemlerinin temel motivasyonunu oluşturur. Bu ihtiyaçları karşılama yolunda ise önünde her zaman iki kapı belirmiştir: Biri fânilerin, gücü ve serveti elinde tutanların kapısı; diğeri ise kâinatın tek sahibi olan, ebedi güç ve kudret sahibi Yaratıcı’nın kapısı. Divan şairi Beliğ, bu iki kapı arasındaki tercihin, aslında bir iman ve idrak meselesi olduğunu veciz bir şekilde ifade eder: “Bilmeyen sırr-ı kazâyı der-i pâşâya düşer / Kısmete kânî’ olan dergeh-i Mevlâ’ya düşer.”
“Sırr-ı kazâ”, yani kaderin sırrı, kâinattaki her hadisenin, en küçük zerrelerin hareketinden en büyük galaksilerin dönüşüne, bir yaprağın düşüşünden insanın alacağı nefese kadar her şeyin ilahi bir plan ve takdir dâhilinde olduğu bilgisidir. Bu sırra ermemiş bir zihin, olayların ve gücün kaynağını fâni varlıklarda arar. Rızkını patronunun iki dudağı arasında, terfisini müdürünün bir imzasında, şifasını doktorun reçetesinde mutlaklaştırır. Elbette bunlar birer sebeptir ve sebeplere sarılmak meşrudur. Ancak bu sebepleri yegâne güç kaynağı olarak görmek, “paşa kapısına düşmektir”. Tarih, nice sultanların, kralların, paşaların kapılarında bir lütuf beklerken ömrünü tüketen, onurlarını yitiren, sonunda ise elleri boş kalan insanların hüsran dolu hikâyeleriyle doludur. Çünkü fâninin lütfu da kendi faniliğiyle sınırlıdır; bugün var olan paşa, yarın yerinde olmayabilir. Onun vaadi, kendi acizliğiyle maluldür.
Diğer yanda ise “dergeh-i Mevlâ” vardır. Bu kapı, kısmetine kani olanların, yani Allah’ın takdirine teslimiyet gösterenlerin sığınağıdır. Kanaat, yokluğa boyun eğmek değil, elinden geleni yaptıktan sonra neticeyi Allah’tan bilmek ve O’nun verdiğine rıza göstermektir. Bu, muazzam bir iç özgürlük ve onur kaynağıdır. Kısmetine razı olan kişi, rızkının garantisinin herhangi bir “paşa” olmadığını, doğrudan Rızkın Sahibi (er-Rezzâk) olan Allah olduğunu bilir. Bu bilgi, onu insanların önünde eğilmekten, onlara yaltaklanmaktan, minnet altında kalmaktan kurtarır. O, bilir ki bütün kapılar kapansa da Mevlâ’nın dergâhı her zaman açıktır.
Tarihte bunun en güzel örneklerinden biri, büyük İslam âlimi İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin hayatında görülür. Dönemin halifesi, onu başkadı yapmak isteyerek kendi “paşa kapısına” bağlamak istemiş, fakat o, bu dünyevi makamı ve onun getireceği minneti reddetmiştir. Bu uğurda zindanlara atılmayı, işkence görmeyi göze almıştır. Çünkü o, rızkın ve izzetin yalnızca Allah katında olduğuna inanıyordu. O, tercihini “dergeh-i Mevlâ”dan yana kullanmıştı ve bu duruşuyla tarihe onurlu bir âlim olarak geçti.
Sonuç olarak, Beliğ’in beyti, modern insanın anksiyete ve gelecek kaygılarıyla dolu dünyasına da bir reçete sunmaktadır. Kariyer planları, finansal hedefler, sosyal statü arayışları içinde kaybolan insan, gücün ve rızkın kaynağını nerede aradığını sorgulamalıdır. Yöneldiği kapılar, onu daha mı özgür kılıyor, yoksa modern “paşaların” görünmez kölesi mi yapıyor? Gerçek huzur ve tükenmez zenginlik, paşaların fâni kapılarında değil, Mevlâ’nın ebedi dergâhında tevekkül ve kanaatle bekleyenlerindir.
Özet
Şair Beliğ, bu beytinde, kaderin sırrını ve her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğunu idrak edemeyenlerin, güç ve mevki sahibi insanların kapılarında medet umarak onurlarını yitireceklerini ifade eder. Buna karşılık, Allah’ın takdirine razı olup kanaat gösterenlerin ise yalnızca Allah’ın kapısına (dergâhına) yöneleceklerini, böylece gerçek onur ve özgürlüğe kavuşacaklarını belirtir. Makale, bu temel ayrımı tarihi ve güncel örneklerle ele alarak, insanın dünyevi güçlere esir olması ile ilahi kudrete sığınarak özgürleşmesi arasındaki derin farkı inceler ve gerçek zenginliğin tevekkül ve kanaatte olduğunu vurgular.
2. : Kötülüğün Doğası ve İyiliğin Sınırları Üzerine (Nâbi)
İktibas
Osmanlıca Metin:
لطف ايله حاسد بدخواهـه ندامت كلمز
تلخ اولان ميوهيه سكرله حلاوت كلمز
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Lutf ile hâsid-i bed-hâha nedâmet gelmez
Telh olan meyveye sükkerle halâvet gelmez
Nâbi
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Acı bir meyveye şeker dökmekle nasıl tatlılık gelmezse, kötü niyetli olan ve hasetlik yapan bir insana, lütuf ve merhamet ederek onu yaptığı bu işten dolayı pişman bir hâle getiremezsiniz.
İzah ve Açıklama
Hikemî şiirin ustası Nâbi, bu beytinde insan doğasına dair keskin bir gözlemini dile getirir. Beyit, iki mısra arasında mükemmel bir analoji kurar. İlk mısrada, kötü niyetli ve kıskanç bir kişiye (hâsid-i bed-hâh) iyilik ve lütufla yaklaşmanın, onda bir pişmanlık (nedâmet) oluşturmayacağını söyler. İkinci mısrada ise bu tezi somut bir örnekle kanıtlar: Doğası gereği acı (telh) olan bir meyvenin üzerine ne kadar şeker (sükker) dökerseniz dökün, ona bir tatlılık (halâvet) katamazsınız. Şeker, meyvenin sadece yüzeyini kaplar ama acılığını, yani özünü değiştirmez.
Nâbi’ye göre, haset ve kötü niyet de bazı insanların karakterinin ayrılmaz bir parçası, adeta “acı meyvenin özü” gibidir. Bu tür insanlara yapılan iyilikler, gösterilen merhamet ve lütuflar, onlarda bir minnet veya pişmanlık duygusu uyandırmaz. Aksine, bu iyiliği bir zafiyet olarak anlaşılabilir, hatta iyilik yapan kişiyi küçümseyebilirler. Şair burada, iyiliğin her zaman karşılık bulmayacağını ve bazı karakterlerin iyilikle ıslah edilemeyeceğini, acı bir gerçekçilikle ortaya koymaktadır. Bu, saflığa karşı bir uyarı, insan ilişkilerinde kime nasıl davranılması gerektiğine dair hikmetli bir derstir.
Makale: Acı Meyveye Dökülen Şeker: İyiliğin Haset Karşısındaki Çaresizliği
İnsanlık tarihi, iyilik ve kötülüğün bitmeyen mücadelesinin bir sahnesidir. Bu sahnede iyiliğin en büyük silahı merhamet, lütuf ve affedicilik olmuştur. İyilik düşüncelerinin temelinde, “kötülüğe iyilikle karşılık ver, ki o aradaki düşmanlık erisin ve sıcak bir dosta dönüşsün” anlayışı yatar. Ancak bu idealist yaklaşım, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde her zaman karşılık bulur mu? İşte bu sorunun en gerçekçi ve sarsıcı cevaplarından birini 17. yüzyılın büyük şairi Nâbi verir: “Lutf ile hâsid-i bed-hâha nedâmet gelmez / Telh olan meyveye sükkerle halâvet gelmez.”
Nâbi, bu beytiyle bizi pembe hayallerden uyandırıp insan doğasının çıplak gerçekliğiyle yüzleştirir. O, “haset” ve “kötü niyet”in (bed-hâhlık), bazı insanlar için sonradan edinilmiş bir alışkanlık değil, karakterlerinin temel bir unsuru, adeta fıtratlarının bir parçası olduğunu söyler. Tıpkı bazı meyvelerin doğasının acı (telh) olması gibi. Siz, acı bir zakkum meyvesini alıp üzerine kilolarca şeker (sükker) dökseniz, onu şerbete bulasanız, özündeki acılığı yok edebilir misiniz? Hayır. Belki dilinize ilk değdiğinde bir anlık tatlılık hissedersiniz, ama çiğnediğiniz anda meyvenin genlerinden gelen o keskin acılık kendini belli edecektir. Şeker, sadece bir kamuflajdır, özü değiştiren bir iksir değil.
İşte kötü niyetli ve kıskanç insan da böyledir. Ona gösterdiğiniz lütuf, merhamet ve iyilik, onun için bir “şeker” kaplamasından ibarettir. Sizin bu cömertliğiniz, onun ruhunda bir pişmanlık (nedâmet) veya bir dönüşüm başlatmaz. Tam aksine, bu durumu farklı yorumlayabilir:
• Zafiyet Olarak Görme: Sizin iyiliğinizi, bir güçsüzlük, bir saflık veya kendisinden korktuğunuzun bir işareti olarak algılayabilir. Bu da onu daha da cüretkâr yapabilir.
• Kıskançlığın Artması: Sizin iyilik yapabilecek bir konumda olmanız bile, onun hasedini daha da alevlendirebilir. “Hem güçlü, hem de iyi, bu nasıl olur?” diyerek size karşı olan kinini bileyebilir.
• Hak Görme: Yapılan iyiliği bir lütuf olarak değil, zaten kendi hakkı olan bir şey olarak görebilir ve hiçbir minnet duygusu hissetmez.
Tarihte Hz. Yusuf kıssası, bu durumun trajik bir örneğidir. Kardeşleri ona haset ettiler, kuyuya attılar, köle olarak satılmasına sebep oldular. Yıllar sonra Hz. Yusuf Mısır’a yönetici olduğunda onlarla karşılaştı ve onlara lütufta bulundu, onları affetti. Ancak Kur’an-ı Kerim’in anlattığına göre, bu iyilik karşısında bile bazı kardeşlerinin kalbindeki haset tam olarak sönmemişti. Nitekim haset, şeytanın Hz. Âdem’e secde etmemesine sebep olan ilk ve en temel günahtır. Özünde kibir ve başkasının sahip olduğu nimeti çekememe yatan bu duygu, iyilik şekeriyle tatlanmayacak kadar acı bir meyvedir.
Nâbi’nin bu beyti, bizi “iyilik yapmaktan vazgeçin” sonucuna götürmez. Bu, bir karamsarlık manifestosu değil, bir “farkındalık” çağrısıdır. İyilik yapmaya devam etmeli, ancak kime, ne zaman ve nasıl yapılacağını bilme bilgeliğine erişmeliyiz. İyiliğimizi, bizi suistimal edecek, enerjimizi tüketecek ve ruhumuzu zehirleyecek “hâsid-i bed-hâh”lar için israf etmemeliyiz. Bazen en büyük iyilik, bu tür insanlarla aramıza sağlıklı bir mesafe koymak ve onların şerlerinden korunmaktır. Çünkü bazı meyvelerin acılığı, ancak onlardan uzak durarak hissedilmez.
Özet
Usta şair Nâbi, bu beytinde, kötü niyetli ve hasetçi bir insana iyilik yapmanın, onu pişman etmeyeceğini vurgular. Bu durumu, doğası gereği acı olan bir meyveye şeker dökmenin ona tatlılık katmayacağı gerçeğiyle örneklendirir. Makale, bu beyitten yola çıkarak, haset duygusunun insanın karakterindeki derin köklerini, iyiliğin her zaman bir ıslah aracı olamayacağını ve bazen iyiliğin sınırlarını bilmenin bir bilgelik olduğunu ele alır. Hz. Yusuf kıssası gibi tarihi örneklerle, Nâbi’nin bu gerçekçi uyarısının insan ilişkilerindeki önemini ve “kime iyilik yapılacağını bilme” sanatını inceler.
3: Sessizliğin Feryadı ve Söylenemeyen Dertler Üzerine (Ali Emîrî)
İktibas
Osmanlıca Metin:
لسان درد درونه ترجمان اولمقده عاجزدر
سكوتندن تحمل اهلنك فرياد اولور پيدا
Latin Harfleriyle:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Lisân derd-i derûna tercümân olmakda âcizdir
Sükûtundan tahammül ehlinin feryâd olur peydâ
Ali Emîrî
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Dil, gönül derdine tercüman olmaktan, onu anlatmaktan acizdir. Tahammül ehli olan sabırlı insanların sessizliğinden aslında büyük bir feryat ortaya çıkar.
İzah ve Açıklama
Ali Emîrî, bu beyitte, insan ruhunun en derin acılarının kelimelerle ifade edilemeyeceği gerçeğini ve sabrın ardındaki büyük haykırışı dile getirir. Beyit, iki temel fikir üzerine kuruludur:
• Dilin Acizliği: İlk mısrada şair, “lisân”ın yani dilin, “derd-i derûn”a yani insanın içindeki, gönlündeki derin derde “tercüman” olmaktan aciz olduğunu söyler. Bazı acılar, kederler, hayal kırıklıkları o kadar derindir ki, onları anlatacak kelime yoktur. Kelimeler, bu derin duyguların yüzeyinde kalır, özünü yansıtamaz. Dert ne kadar büyükse, dil o kadar yetersizleşir.
• Sessizliğin Gücü: İkinci mısra, bu acizliğin sonucunu ve “tahammül ehli”nin, yani sabırlı, metanetli insanların durumunu açıklar. Bu insanlar, dertlerini dile dökemedikleri için veya metanetleri gereği şikâyet etmedikleri için “sükût” ederler, yani sessiz kalırlar. Ancak şaire göre bu sessizlik, boş bir sessizlik değildir. Bu, öyle bir sessizliktir ki, içinden “feryad” doğar. Anlayabilen kulaklar için, sabreden bir insanın sükûtu, en avaz avaz bağıran bir insanın çığlığından daha etkili, daha manalı bir feryattır.
Beyit, acının en yoğun halinin sessizlikte gizli olduğunu, ve gerçek empatinin kelimeleri değil, sessizlikleri duyabilmek olduğunu vurgular.
Makale: Sabreden Gönlün Sessiz Feryadı
Söz, insanın en güçlü iletişim aracıdır. Düşüncelerimizi, sevinçlerimizi, öfkemizi ve kederimizi kelimelere döker, başkalarıyla paylaşırız. Peki, ya keder, kelimelerin taşıyamayacağı kadar ağırlaşırsa? Ya acı, dilin sınırlarını aşıp ruhun en derin katmanlarına inerse? İşte o zaman söz biter, sükût başlar. Ancak bu sükût, bir teslimiyet veya hissizlik değil, çoğu zaman en büyük feryadın ta kendisidir. Şair Ali Emîrî, bu hali iki mısralık bir manifesto ile özetler: “Lisân derd-i derûna tercümân olmakda âcizdir / Sükûtundan tahammül ehlinin feryâd olur peydâ.”
“Derd-i derûn”, yani iç derdi, insanın mahremidir. O, dışarıdan görülen yaralara benzemez. Kimi zaman bir evlat kaybı, kimi zaman büyük bir hayal kırıklığı, kimi zaman ilahi bir aşkın verdiği ızdırap, kimi zaman da varoluş bir sancıdır. Bu dertler, ruhun coğrafyasında öyle derin vadiler açar ki, “lisân” yani dil, o vadilerin bir haritasını çıkarmaktan, bir tercümanı olmaktan aciz kalır. “Çok üzgünüm”, “içim yanıyor”, “kalbim kırık” gibi ifadeler, okyanusun derinliğini bir kova su ile anlatmaya çalışmak gibi kalır. Bu yüzden, en büyük acıları yaşayanlar genellikle en az konuşanlardır. Onlar, kelimelerin ihanetini, duygularını basitleştireceğini, anlaşılamayacağını bilirler.
İşte bu noktada sahneye “tahammül ehli” çıkar. Onlar, sabrı bir zırh gibi kuşanan, metanet sahibi insanlardır. Başlarına gelen musibetler karşısında isyan etmez, şikâyetlerini uluorta dile getirmezler. Dışarıdan bakıldığında sakin, hatta belki de umursamaz görünebilirler. Ancak Ali Emîrî, bizi bu yanıltıcı görüntünün ardına bakmaya davet eder. Onların “sükûtundan”, yani sessizliğinden bir “feryad”ın doğduğunu söyler.
Bu ne muazzam bir tespittir. Sessizliğin feryadı… Bu feryat, ses telleriyle değil, ruhla atılır. Onu duymak için kulak değil, kalp gerekir. Sabreden bir babanın, kaybettiği evladının ardından tek bir kelime etmeden, ufka dalıp giden bakışlarındaki feryadı hangi ağıt anlatabilir? Vefasızlığa uğramış bir âşığın, geceler boyu süren sessiz gözyaşlarındaki haykırışı hangi şiir tercüme edebilir? Hz. Meryem’in, kucağındaki bebekle ilgili iftiralara karşı “sükût orucuna” girmesi, aslında en büyük ve en anlamlı cevaptı. O, konuşarak kendini savunmak yerine, sessizliğiyle aslında bir feryat ediyor ve “Cevabı ben değil, bu mucizenin kendisi verecek” diyordu.
Tarih boyunca büyük acılara maruz kalmış bilgeler, peygamberler ve arifler, çareyi hep sabır ve sükûtta bulmuşlardır. Çünkü onlar bilirler ki, fâniye şikâyet, acıyı hafifletmez, aksine onu basitleştirir ve değersizleştirir. Gerçek şikâyet makamı, her şeyi duyan ve gören Yaratıcı’dır. O’na yapılan sessiz bir dua, en gürültülü isyanlardan daha makbuldür.
Ali Emîrî’nin beyti, bize modern dünyanın gürültüsü içinde unuttuğumuz bir şeyi hatırlatır: İnsanları anlamak için sadece ne söylediklerine değil, ne söyleyemediklerine de kulak vermek. Bazen en büyük yardım çağrısı, bir insanın içine gömüldüğü derin sessizliktir. O sessizliği duyabilen, o feryadı işitebilen kalp, insanı anlamanın en yüce mertebesine ulaşmış demektir.
Özet
Ali Emîrî’nin bu beyti, dilin, insanın derin gönül yaralarını ve kederlerini ifade etmekte yetersiz kaldığını anlatır. Bu yetersizlik sonucunda, özellikle sabırlı ve metanetli insanlar (tahammül ehli) acılarını sessizlikle karşılarlar. Ancak şaire göre bu sessizlik, aslında içten içe yükselen ve ancak kalp gözüyle anlaşılabilecek büyük bir feryattır. Makale, bu fikirden hareketle, kelimelerin ifade edemediği derin acıları, sabrın ve sükûtun ardındaki manayı ve bir insanın sessizliğinin en gürültülü çığlıktan daha anlamlı olabileceği gerçeğini, tarihi ve manevi örneklerle inceler. Gerçek empatinin, konuşulanları değil, konuşulamayanları duymakla mümkün olduğu vurgulanır.
4.: Mâsivâdan Vazgeçiş ve Allah ile Yetinme Üzerine (Lâedrî)
İktibas
Osmanlıca Metin:
ماسوادن ال چكوب مخلوقدن اميدی كس
وردك اولسون هر نفس الله بس باقى هوس
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Mâsivâdan el çekip mahlûkdan ümmîdi kes
Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves
Lâedrî
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Allah’tan başka her şeyden el çekip bütün mahlukattan ümidini kes. Onlardan bir şey bekleme. “İnsana Allah yeter, gerisi bir hevesten ibarettir.” sözü her nefesinde virdin olsun.
İzah ve Açıklama
“Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) mahlaslı bu beyit, tasavvuf düşüncesinin temelini oluşturan “tevhid” inancını ve dünyaya yönelik doğru duruşu özetleyen bir manifestodur. Beyit, insana iki aşamalı bir yol haritası çizer:
• Terk ve Kesme (Mâsivâdan el çekip mahlûkdan ümmîdi kes): İlk mısra, bir arınma ve kopuş çağrısıdır. “Mâsivâ”, Allah’ın dışındaki her şey anlamına gelen bir tasavvuf terimidir. Mal, mülk, makam, şöhret, hatta aile ve dostlar gibi fâni ve geçici olan her türlü dünyevi bağ ve sevgi bu kavrama dâhildir. Şair, kurtuluş için önce bu mâsivâdan “el çekmeyi”, yani kalbi onlara olan bağımlılıktan kurtarmayı öğütler. Bunun tamamlayıcısı ise “mahlûkattan ümidi kesmektir”. Yani, yaratılmış olan hiçbir varlıktan (insan, cin, melek vb.) bir beklenti içine girmemek. Çünkü yaratılmış olan her şey, kendisi gibi aciz ve muhtaçtır. Başkasından medet ummak, bir fakirin başka bir fakirden dilenmesi gibidir.
• Yöneliş ve Zikir (Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves): İlk aşamada kalbi fânilerden temizleyen kişiye, ikinci aşamada o boşluğu ne ile dolduracağı söylenir. Bu boşluk, ebedi ve tek gerçek olan Allah’ın zikriyle doldurulmalıdır. “Allah bes, bâkî heves” ifadesi, beytin kilit noktasıdır. Farsça kökenli bu deyiş, “Sadece Allah yeter, gerisi boş bir arzu, geçici bir hevesten ibarettir” anlamına gelir. Şair, bu cümlenin her alınan nefeste tekrar edilen bir “vird”, yani bir zikir, bir hayat parolası haline getirilmesini tavsiye eder.
Bu beyit, insanın mutluluk ve huzuru yanlış yerlerde aramasının önüne geçerek, gerçek ve ebedi mutluluğun kaynağına, yani yalnızca Allah’a yönelmenin gerekliliğini vurgulayan güçlü bir tasavvufi reçetedir.
Makale: Allah Yeter, Gerisi Boş Bir Hevestir
İnsan, doğası gereği bir şeye yaslanma, bir şeyden ümit etme ve bir şeye bağlanma ihtiyacı duyar. Modern dünya, bu ihtiyacı karşılamak için bize sayısız seçenek sunar: Kariyer, para, sosyal statü, aşk, teknoloji, popülerlik… Hayatımızı bu hedeflere ulaşmak için bir koşuşturma içinde geçirir, mutluluğu ve güvenliği bu fâni putlarda ararız. Ancak er ya da geç, her biri ya eskir, ya bizi terk eder ya da ulaştığımızda beklediğimiz tatmini vermez. İşte bu hüsran döngüsünün içindeki insana, asırlar öncesinden bir “Lâedrî”, yani ismi bilinmeyen bir bilge fısıldar: “Mâsivâdan el çekip mahlûkdan ümmîdi kes / Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves.”
Bu beyit, bir şiir olmanın ötesinde, bir hayat felsefesinin ve bir kurtuluş reçetesinin özetidir. İlk adım, radikal bir kopuşu gerektirir: “Mâsivâdan el çekmek.” Mâsivâ, yani Allah’ın dışındaki her şey… Bu, dünyayı tamamen terk etmek, bir mağaraya çekilmek demek değildir. Bu, kalbi dünyanın esaretinden kurtarmaktır. Parayı kazanıp kullanmak, ama kalbi paranın kölesi yapmamak; insanları sevmek, ama mutluluğu mutlak surette onların varlığına bağlamamaktır. Çünkü mâsivâ, doğası gereği geçicidir ve değişime mahkûmdur. Ona yaslanan, eninde sonunda yıkılacak bir duvara yaslanmış gibidir.
Bu kopuşun en zorlu kısmı ise “mahlûkattan ümidi kesmektir.” İnsan, sosyal bir varlıktır ve beklentilerle yaşar. Patronundan takdir, eşinden sadakat, dostundan vefa, çocuğundan saygı bekler. Bunlar masum beklentiler gibi görünse de, mutlaklaştırıldığında en büyük hayal kırıklıklarının kaynağı olurlar. Çünkü her mahlûk, acizdir. Bugün sizi seven, yarın sevmeyebilir. Bugün size yardım eden, yarın kendisi yardıma muhtaç olabilir. Mahlûka bel bağlamak, sızıntı yapan bir gemiyle okyanusu geçmeye çalışmaktır. Tasavvufun bize öğrettiği, beklentiyi sıfırlayıp, her türlü hayrın ve lütfun yalnızca Allah’tan geldiğini bilmektir. İnsanlar ise sadece birer vesiledir.
Peki, kalp mâsivâdan ve mahlûkattan arındığında ortaya çıkan o büyük boşluk ne ile dolacaktır? Doğa boşluk kabul etmez. İşte reçetenin ikinci ve en hayatî adımı burada devreye girer: “Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves.” Bu ifade, bir hayat parolasıdır. “Allah yeter, gerisi (bâkî) boş bir arzu, geçici bir hevestir (heves).” Bu zikri her nefese yaymak, hayatın her anında bu gerçeği hatırlamaktır. Sıkıntıya düştüğünde, “Allah bes” diyerek O’nun yardımının yeteceğine inanmak. Bir başarıya ulaştığında, “bâkî heves” diyerek bunun geçici bir lütuf olduğunu bilip kibre kapılmamak. Bir kayıp yaşadığında, “bâkî heves” diyerek gidenin fâni olduğunu hatırlayıp ebedi olana sığınmak.
Bu ilkeyi hayatının merkezine koyan İbrahim Peygamber, ateşe atılırken Cebrail’in yardım teklifine “Hasbunallah ve ni’mel vekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) diyerek cevap vermiştir. O, mahlûkattan ümidini kesmiş ve yönünü yalnızca Allah’a dönmüştü. Sonuç olarak ateş, onu yakmamıştı.
Sonuç olarak, bu beyit, modern insanın anksiyete, depresyon ve tatminsizliklerinin temel nedenine işaret eder: Yönü ve beklentiyi yanlış yere odaklamak. Huzur, daha fazla şeye sahip olmakta değil, kalbi her şeyden arındırıp sadece “bir” olana teslim etmekte gizlidir. Gerçek özgürlük, “Allah bes” diyebilen ve geriye kalan her şeyin geçici bir “heves” olduğunu idrak edebilen ruhların ayrıcalığıdır.
Özet
Söyleyeni bilinmeyen (Lâedrî) bu beyit, tasavvufi bir hayat ilkesini özetler. İnsana, Allah dışındaki her türlü dünyevi bağdan (mâsivâ) kalbini çekmesini ve yaratılmışlardan (mahlûk) beklentisini tamamen kesmesini öğütler. Bu arınmanın ardından ise hayatının merkezine “Allah bes, bâkî heves” yani “Allah yeter, gerisi boş bir hevestir” ilkesini koymasını, bunu her nefeste tekrarlanan bir zikir (vird) haline getirmesini tavsiye eder. Makale, bu beyitten yola çıkarak, modern insanın mutluluğu yanlış yerlerde arayışını, fâni olan şeylere bağlanmanın getirdiği hayal kırıklıklarını ve gerçek huzur ile özgürlüğün, her türlü beklentiyi insanlardan kesip yalnızca Allah’a yönelmekle mümkün olacağını tasavvufi bir bakış açısıyla ve peygamber kıssalarından örneklerle açıklar.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025