BERCESTE VE İZAHI – 49 –
BERCESTE VE İZAHI – 49 –
1. Makale: Fani Makamlar ve Baki Hakikatler Üzerine
İktibas
Tâlib-i mansıb-ı fânî ne-koned sâhib-i akl
Âkil anest ki endîşe koned pâyân-râ
Sa’di-i Şirâzî
Modern Türkçe ile:
Akıllı insan gelip geçici olan bir makama talip olmaz. Akıllı, sonunu düşünen kişidir.
İzah ve Açıklama
Büyük bilge ve şair Sa’di-i Şirâzî’nin bu beyiti, akıl ve hikmetin en temel ölçülerinden birini ortaya koyar. Beyitin ilk mısrası, “akıl sahibi” (sâhib-i akl) bir kimsenin, “geçici, sonlu bir makamın” (mansıb-ı fânî) peşine düşmeyeceğini (ne-koned) ifade eder. Buradaki “makam” sadece siyasi veya idari bir mevkii değil, aynı zamanda servet, şöhret, güzellik gibi dünyanın gelip geçici tüm cazibelerini kapsar. İkinci mısra ise aklın gerçek tanımını yapar: “Akıllı” (âkil), “sonu” (pâyân) düşünen, sonun endişesini (endîşe) taşıyan kişidir. Sa’di, aklı anlık heveslerden ziyade, nihai sonucu, yani her şeyin varacağı sonu idrak etme yeteneği olarak tanımlar.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
İnsanoğlu, varoluşu gereği bir arayış içindedir. Bu arayış, çoğu zaman kendini dünyevi kazanımlarla tatmin etme eğilimi gösterir. Makamlar, mevkiler, unvanlar ve servet, modern insanın mutluluk ve güvenlik arayışının somut hedefleri haline gelmiştir. Ancak Şeyh Sa’di, asırlar öncesinden bugüne seslenerek, bu hedeflerin “fani” yani aldatıcı ve geçici doğasına dikkat çeker. O, aklı, bu geçiciliğin farkına varan bir basiret olarak yüceltir.
Tarih, nice sultanların, nice zenginlerin ve nice şöhret sahiplerinin tahtlarını, servetlerini ve isimlerini geride bırakıp bir hiçlik perdesi arkasına çekildiğine şahittir. Piramitleri inşa ettiren firavunlar, dünyayı fetheden komutanlar, adlarına anıtlar dikilen imparatorlar… Hepsinin ortak kaderi, sahip oldukları her şeyin ellerinden kayıp gitmesi olmuştur. İşte akıllı insan, bu tarihi ve varoluş gerçeği görebilen kişidir. O, enerjisini ve ömrünü, bir gün mutlaka terk edeceği fani değerler üzerine değil, kendisiyle birlikte kalacak olan baki değerler üzerine inşa eder.
Bu beyit, bize “sonunu düşünme” eyleminin basit bir karamsarlık veya dünyadan el etek çekme çağrısı olmadığını öğretir. Aksine, bu, hayatı en doğru ve en anlamlı şekilde yaşama sanatıdır. Sonunu düşünen insan, eylemlerinin hesabını verir, adaletli olur, kibre kapılmaz ve alçakgönüllülüğü bir zırh gibi kuşanır. Çünkü bilir ki, en yüksek makam da en alçak mezar da topraktandır. Bu düşünce, insanı daha erdemli, daha merhametli ve daha bilge kılar. Fani olanın peşinde koşanlar, ellerindekini kaybetme korkusuyla yaşarken; akıllı insan, kalıcı olanın huzuruyla yaşar.
Özet
Sa’di-i Şirâzî bu beyitinde, gerçek aklın, dünyanın gelip geçici makamlarına ve cazibelerine aldanmamak olduğunu vurgular. Akıllı insanı, anlık heveslerin değil, her şeyin nihai sonunu ve eylemlerinin neticesini düşünen kişi olarak tanımlar. Bu düşünce, insanı dünyevi hırsların köleliğinden kurtararak erdemli, anlamlı ve bilgece bir yaşama yönelten bir kılavuzdur.
2. Makale: Aşkın Vadisinde Çekilen Çilelerin Anlamı
İktibas
Geh tegâfül geh sitem gâhî gazab gâhî itâb
Zahmsiz dönmek nasîb olmadı kûyundan senin
Nâbi
Modern Türkçe ile:
Bazen anlamazlıktan, bilmezlikten gelme; bazen sitem, zulüm; bazen öfke, kızgınlık; bazen de azarlama, paylama. Ey sevgili! Senin mahallinden yara almadan dönmek nasip olmadı.
İzah ve Açıklama
Hikemî şiirin büyük ustası Nâbi, bu beyitinde beşerî aşktan ilahi aşka uzanan geniş bir yelpazede, âşığın sevgilinin kapısında karşılaştığı halleri resmeder. Beyit, sevgilinin tavırlarının bir dökümüdür: Bazen “anlamazlıktan gelme” (tegâfül), bazen “eziyet ve zulüm” (sitem), bazen “öfke” (gazab) ve bazen de “azarlama” (itâb). Bu değişken tavırlar karşısında âşığın durumu ise nettir: Sevgilinin bulunduğu yerden, mahallesinden (“kûyundan”) yara almadan (“zahmsiz”) dönmek mümkün olmamıştır. “Yara”, burada sadece fiziksel bir acıyı değil, daha çok ruhta açılan derin izleri, kırgınlıkları ve ıstırapları ifade eder.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Aşk, doğası gereği bir imtihanlar silsilesidir. Nâbi’nin tasvir ettiği sevgili, âşığını sürekli bir sınava tabi tutar. Bu sınavlar, âşığın sadakatini, sabrını ve sevgisinin derinliğini ölçmek içindir. Sevgilinin tegâfülü, âşığın varlığının ne denli farkında olduğunu; sitemi, ne kadar fedakârlık yapabileceğini; gazabı, öfke anında bile sevgiye tutunup tutunamayacağını; itâbı ise en ağır sözler karşısında bile bağlılığının sarsılıp sarsılmayacağını test eder.
Bu beyit, tasavvufi bir perspektiften okunduğunda daha derin bir anlam kazanır. “Sevgili”, Cenâb-ı Hak; “âşık”, O’na ulaşmaya çalışan kul (salik); “sevgilinin mahallesi” (kûy) ise hakikat yoludur. Bu yolda ilerleyen derviş, çeşitli çileler ve imtihanlarla karşılaşır. Bazen Allah’ın tecellilerini hissetmekte zorlanır (tegâfül), bazen başına gelen musibetlerle sınanır (sitem), bazen nefsini terbiye etmekte zorlanır (gazab ve itâb). Ancak bu yola baş koyan bilir ki, manevi olgunluğa erişmek, hamlıktan kurtulup pişmek, bu yaraları almadan mümkün değildir. Çekilen her çile, ruhta bir pencere açar ve âşığı sevgiliye bir adım daha yaklaştırır. Yara, bir zayıflık değil, hakikat yolunda ilerlediğinin bir nişanı, bir madalyası haline gelir.
Tarihte Mecnun’un Leyla için çöllere düşmesi, Kerem’in Aslı için yanması, Ferhat’ın Şirin için dağları delmesi… Bütün bu hikayeler, aşkın yarasız olmayacağının edebi isbatıdır. Seven, sevilenden gelen her şeyi, lütfu da kahrı da bir kabul etmek durumundadır. Çünkü bilir ki, sitem de, gazap da sevgidendir ve âşığı olgunlaştıran bir ateştir.
Özet
Nâbi, bu beytinde, aşk yolunun çileli ve meşakkatli doğasını anlatır. Sevgilinin kayıtsızlık, sitem, öfke ve azarlama gibi çeşitli tavırları karşısında âşığın mutlaka yara alacağını ifade eder. Bu “yaralar”, aslında âşığın sadakatini ve sevgisini ispatlayan, onu manevi olarak olgunlaştıran ve sevgiliye yakınlaştıran kıymetli nişanlardır. Beyit, aşkın ancak fedakârlık ve sabırla tecrübe edilebilecek yüce bir hal olduğunu öğretir.
3. Makale: Kutsal Mekânlarda Edeb Zırhını Kuşanmak
İktibas
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makām-ı Mustafâ’dır bu
Nâbi
Modern Türkçe ile:
Sakın edebi elden bırakma, zira burası Allah’ın sevgilisi olan Hz. Peygamber’in semtidir. Burası Hakk’ın nazarına mazhar olmuş Muhammed Mustafa’nın makamıdır.
İzah ve Açıklama
Nâbi’nin, Medine-i Münevvere’ye yaklaştığı sırada söylediği rivayet edilen bu meşhur naat beyti, edebe dair en derinlikli uyarılardan birini ihtiva eder. İlk mısrada şair, “edebi terk etmekten sakın” diyerek kesin bir ikazda bulunur. Sebebini ise şöyle açıklar: Çünkü burası, “Allah’ın sevgilisinin” (mahbûb-ı Hudâ) yani Hz. Muhammed’in (sav) “mahallesidir” (kûy). İkinci mısra, bu mekânın kutsiyetini daha da pekiştirir: Burası sıradan bir yer değil, “Allah’ın nazar ettiği, baktığı yer” (nazargâh-ı ilâhî) ve “seçilmiş Muhammed’in makamı”dır (makām-ı Mustafâ). Beyit, mekânın değerinin, o mekânda bulunan veya o mekânla anılan zattan geldiğini ve bu değere uygun bir davranış biçimi olan “edebin” mutlak bir gereklilik olduğunu vurgular.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Edeb, İslam medeniyetinin ve irfan geleneğinin temel taşıdır. Sadece belirli davranış kalıplarından ibaret değil, aynı zamanda bir varlık şuurudur; haddini bilmek, her şeye hak ettiği değeri vermek ve hürmet göstermektir. Nâbi’nin beyti, bu şuurun en yüksek seviyede gösterilmesi gereken yeri, Hz. Peygamber’in manevi huzurunu işaret eder.
Rivayete göre Nâbi, hac kafilesiyle Medine’ye yaklaşırken, bir devlet paşasının ayaklarını kıbleye doğru uzatarak yattığını görür ve bu durumdan duyduğu rahatsızlıkla bu beyti irticalen söyler. Bu olay, beytin sadece bir şiir değil, aynı zamanda yaşanmış bir anın içten yankısı olduğunu gösterir. Edeb, sadece fiziki davranışlarda değil, kalpte ve zihinde de başlar. Bir mekânın kutsiyeti, oranın taşından toprağından değil, manevi ikliminden ve temsil ettiği değerden gelir. Hz. Peygamber’in makamı, Allah’ın rahmet nazarıyla baktığı bir yer olduğu için orada bulunan her zerrenin hürmete layık olduğuna inanılır.
Bu beyit, bize daha genel bir ilkeyi hatırlatır: Değerli olanın huzurunda edebli olmak. Bu, bir camide, bir ilim meclisinde, bir âlimin veya bir büyüğün yanında, hatta anne-babanın karşısında takınılması gereken bir tavırdır. Edebini terk eden, aslında kendi değerini yitirir. Çünkü edeb, insanın kendisini ve muhatabını doğru bir yere konumlandırmasını sağlayan manevi bir ölçüdür. Nâbi’nin uyarısı, sadece Ravza-i Mutahhara’ya gidenlere değil, hayatın her anında ve her mekanında ilahi bir nazargâh altında olduğunu idrak etmesi gereken tüm insanlara yapılmış evrensel bir çağrıdır. Hürmet etmeyen, hürmet görmez; edebi olmayanın ilmi ve makamı da kalıcı bir değer taşımaz.
Özet
Nâbi bu beyitinde, Hz. Peygamber’in manevi huzurunda edebi asla elden bırakmamak gerektiğini vurgular. Çünkü bu mekân, Allah’ın sevgilisinin makamı ve ilahi rahmetin tecelli ettiği bir nazargâhtır. Beyit, özelde Medine’ye gösterilmesi gereken hürmeti anlatırken, genelde ise bütün kutsal mekânlara, değerli şahsiyetlere ve ilahi değerlere karşı takınılması gereken edeb tavrının önemini anlatan ölümsüz bir ilkedir.
4. Makale: Mutlak Teslimiyet ve Aşkın Zahmetsiz Fedakârlığı
İktibas
Urmasın el hançer-i bürrâna zahmet olmasın
Cânı teslîm eyleriz cânâna zahmet olmasın
Neylî
Modern Türkçe ile:
Sevgili, keskin hançerine elini uzatıp kendisini yormasın. Biz sevdiğimize canımızı kendimiz teslim ederiz, ona zahmet olmasın.
İzah ve Açıklama
Divan şiirinin zarif şairlerinden Neylî, bu beyitinde aşkın en üst mertebelerinden birini, “mutlak teslimiyeti” dile getirir. Beytin ilk mısrası, sevgiliye yönelik bir ridadır: Sevgili, “keskin hançerine” (hançer-i bürrân) elini vurmasın, bu iş için yorulmasın, ona “zahmet olmasın.” İkinci mısra, bu ricanın ardındaki derin teslimiyeti açıklar: Âşık, canını “sevgiliye” (cânâna) bizzat kendisi teslim etmeye zaten hazırdır. Öyle ki, sevgilinin kendisini öldürmek için en ufak bir çaba sarf etmesine bile gönlü razı değildir. Bu, sevgilinin iradesine kayıtsız şartsız boyun eğmenin ve onun rahatını kendi varlığından üstün tutmanın en şiirsel ifadesidir.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Bu beyit, fedakârlık kavramını alışılmışın ötesine taşıyan bir incelik ve derinlik barındırır. Aşk, genellikle âşığın sevgili uğruna çektiği çilelerle, katlandığı zorluklarla anlatılır. Ancak Neylî, bu zorlukları dahi sevgiliye yük etmeme arzusunu dile getirir. Âşığın tek derdi, canını vermek değil, bu eylem sırasında sevgiliye en ufak bir “zahmet” vermemektir. Bu, “ben”liğin tamamen ortadan kalktığı, âşığın iradesinin sevgilinin iradesinde eridiği bir fena halidir.
Tarihteki büyük aşk hikayeleri ve tasavvuftaki “fena fi’l-aşk” (aşkta yok olma) mertebesi bu beytin arkasındaki ruhu anlamamıza yardımcı olur. Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” derken kastettiği, kendi benliğinin ilahi varlıkta yok oluşuydu. O, canını cellada değil, hakikate teslim etmişti. Benzer şekilde, Neylî’nin âşığı da sevgilinin arzusunu kendi varlığının önüne koyar. Sevgilinin bir işareti, hançerini çekmesine gerek kalmadan canın teslim edilmesi için yeterlidir.
Bu beyit, insan ilişkilerinde de derin bir ibret taşır. Gerçek sevgi, sevdiğinin yükünü almak, onun omuzlarındaki ağırlığı hafifletmektir. Onu yormamak, incitmemek, ona zahmet vermemek için çaba göstermektir. Neylî’nin bu dizesi, sevgiyi bir talep etme aracı değil, mutlak bir adanmışlık ve sunuş olarak tanımlar. Bu, “Senin için ölürüm” demenin çok ötesinde, “Sen beni öldürmek için yorulma, ben zaten hazırım” diyen bir ruhun inceliğidir. Bu, aşkın en saf, en karşılıksız ve en fedakâr halidir. Sevgiliye sunulabilecek en büyük hediye, ona zahmet vermeden teslim edilen bir candır.
Özet
Neylî, bu beytiyle aşkta mutlak teslimiyet ve fedakârlığın zirvesini ifade eder. Âşık, canını vermeye o denli hazırdır ki, sevgilinin bu iş için keskin hançerine elini uzatıp yorulmasına bile razı değildir. Kendi canını, sevgiliye hiçbir zahmet vermeden bizzat teslim etmeyi arzular. Bu, benliğin aşk içinde tamamen eridiği ve sevginin karşılıksız adanmışlığının en zarif ve derinlikli anlatımıdır.
Bu ilahi sevgiyle kıyaslanmaktadır.
5. Makale: Kâinatla Hemhâl Olmak ve Bulutlara Sırrını Açmak
İktibas
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın
Yunus Emre
Modern Türkçe ile:
Ey karlı dağların başında salkım salkım olan bulut! Yoksa benim için saçını çözüp gizli gizli, için için ağlıyor musun?
İzah ve Açıklama
Büyük Türk mutasavvıfı ve halk şairi Yunus Emre, bu eşsiz beytinde doğa ile insan ruhu arasındaki derin ve gizemli bağı işler. Şair, heybetli ve yalnız “karlı dağların başındaki” buluta seslenir. Bulutun “salkım salkım” olması, onun yoğunluğunu, doluluğunu ve her an yağmaya hazır halini tasvir eder. İkinci mısra, bu doğa tasvirini şairin iç dünyasına bağlar. Yunus, buluta “Benim için saçını çözüp gizli gizli, için için ağlar mısın?” diye sorar. “Saçın çözüp ağlamak”, eski Türk kültüründe büyük bir yası, derin bir kederi ifade eden bir imgedir. Şair, bulutun yağmur olup yağmasını, kendi derdine ortak olup onun için gözyaşı dökmesi olarak hayal eder.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Yunus Emre’nin şiirinde kâinat, Allah’ın tecellileriyle dolu canlı bir varlıktır. Dağlar, taşlar, kuşlar ve bulutlar, anlayan bir gönül için sırdaş ve yoldaştır. Bu beyit, modern insanın doğaya yabancılaşmasının tam zıddı bir bakış açısını yansıtır. Yunus, karlı dağların başındaki o yalnız bulutta kendi yalnızlığını, kendi kederini ve kendi içindeki fırtınaları görür. O, buluta sadece bir su buharı yığını olarak bakmaz; ona bir şahsiyet, bir duygu ve bir ruh atfeder.
Bu, “vahdet-i vücut” (varlığın birliği) inancının şiire yansımasıdır. Bu inanca göre, tüm varlıklar aynı kaynaktan geldiği için aralarında gizli bir bağ vardır. İnsanın derdi, dağın da derdidir; insanın gözyaşı, bulutun yağmurudur. Yunus, kendi derdini o kadar büyük ve evrensel görür ki, tabiatın en görkemli unsurlarından birinin bile bu derde ortak olmasını bekler. Bu, bir çaresizlikten ziyade, derin bir empatidir; kâinatla bir olma, onunla aynı dili konuşma arzusudur.
Tarih boyunca şairler, âşıklar ve arifler, dertlerini dağlara, rüzgârlara, yıldızlara anlatmışlardır. Bu, insanın kendi içindeki sıkışmışlığı aşma ve derdini paylaşarak hafifletme çabasının en saf halidir. Yunus’un buluta seslenişi, aynı zamanda bir duadır. Kendi acısına şahitlik edecek, onun için gözyaşı dökecek bir dost arayışıdır. Ve bu dostu, insanların gelip geçici ve vefasız dünyasında değil, dağların başındaki saf, yüce ve sessiz bulutta bulur. Bu beyit, bize, etrafımızdaki dünyaya baktığımızda sadece maddeyi değil, manayı da görmemiz gerektiğini, kâinatın sessizliğinde kendi ruhumuzun sesini duyabileceğimizi öğretir.
Özet
Yunus Emre bu beytinde, kendi derin kederini ve yalnızlığını, karlı dağların başındaki bir bulutun şahsında somutlaştırır. Buluta, kendi derdine ortak olup onun için yas tutarak ağlaması ricasında bulunur. Bu dizeler, insanın doğayla kurduğu derin empatik bağı, kâinattaki her şeyin birbiriyle gizli bir dille konuştuğunu ve varlığın birliği fikrini yansıtan, Yunus’un arı ve duru üslubunun en güzel örneklerinden biridir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025