BERCESTE VE İZAHI – 46 –

BERCESTE VE İZAHI – 46 –

1. Beyit: Zâtî’den Aşk, Rakip ve Değersizlik Üzerine Bir Feryat
İktibas
Osmanlıca Metin:
رقيبﻪ صدر كوسترﻙ ددڭ اول فتنه‌يه اولو
بنم بر ايت قدر وه وه قاپڭده اعتبارم يوق
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Rakîbe sadr gösterdin dedin ol fitneye ulu
Benim bir it kadar veh veh kapında i’tibârım yok
Şair:
Zâtî
Açıklama:
O fitneci rakibe şerefli bir insan diyerek baş köşeyi gösterdin. (O fitneci rakibe baş köşeyi gösterdin ve ona ulumasını söyledin.) Vah vah! Ne yazık ki senin kapında benim bir it kadar bile değerim yok.
İzah ve Makale
Divan şiiri, beşerî aşktan ilahi aşka uzanan yolda insan ruhunun en çalkantılı, en hassas ve en derin hislerine tercüman olmuş bir edebiyat geleneğidir. Bu geleneğin en temel sacayaklarından biri “âşık-maşuk-rakip” (seven-sevilen-rakip) üçgenidir. Zâtî’nin bu feryat dolu beyti, bu üçgenin en acı verici köşesinde duran âşığın, sevdiği tarafından hiçe sayılmasının ve rakibinin baş tacı edilmesinin trajedisini dile getirir.
Aşk Arenasında Değerler Çatışması
Beytin ilk mısrası, âşığın gözünden yaşanan acı bir sahneyi tasvir eder: “Rakîbe sadr gösterdin dedin ol fitneye ulu”. Sevgili, âşığın can düşmanı olan rakibe “sadr”, yani en şerefli yeri, baş köşeyi göstermiştir. Bu, sadece fiziki bir yer gösterme eylemi değildir; bu, rakibe değer, önem ve üstünlük atfetmektir. Sevgili, bununla da kalmaz, o rakibe “ulu” diye hitap eder. Âşığın gözünde bir “fitne”, yani bir ara bozucu, bir kargaşa unsuru olan rakip, sevgilinin nazarında “ulu” yani yüce bir varlığa dönüşmüştür. Bu durum, âşığın değer yargılarının ve dünyasının altüst olması demektir. Kendi sadakatini, sevgisini ve fedakârlığını hiçe sayan sevgilinin, bir “fitneciyi” yüceltmesi, âşığın kalbine saplanmış bir hançerdir. Bu, sadece bir tercih değil, aynı zamanda bir ihanettir.

Vefanın Değersizliği ve “İt” Metaforu

İkinci mısra, bu trajedinin âşığın iç dünyasındaki yansımasını ve ulaştığı son noktayı gösterir: “Benim bir it kadar veh veh kapında i’tibârım yok”. Divan şiirinde “it” (köpek) metaforu, genellikle sadakatin ve kapıdan ayrılmamanın sembolü olarak kullanılır. Köpek, ne kadar hor görülse de sahibinin kapısını bekler, ona sadakatle bağlıdır. Âşık da kendini bu sadık bekleyici olarak görür. Ancak bu beyitte durum daha da vahimdir. Âşık, bu en sadık varlık olan köpek kadar bile itibarının kalmadığını “veh veh” (vah vah, eyvahlar olsun) nidalarıyla haykırır. Sevgilinin kapısı, âşık için bir Kâbe kutsallığındadır; o kapıdan ayrılmamak en büyük erdemdir. Fakat şimdi o kapıda, bir köpeğe gösterilen asgari değer bile ona gösterilmemektedir. Sadakati, vefası ve bitmek bilmeyen sevgisi, “fitneci” bir rakibin yüceltilmesi karşısında tamamen anlamsızlaşmış ve görünmez kılınmıştır.

Tarihi ve Edebi Derinlik
Zâtî, 16. yüzyılın en önemli şairlerinden biridir ve Bâkî gibi sultan şairlere hocalık yapmıştır. Onun şiiri, samimi, lirik ve halk söyleyişlerine yakın bir üslup barındırır. Bu beyit, Zâtî’nin bu samimi üslubunun ve insan psikolojisini anlama konusundaki ustalığının bir isbatıdır. Aşk acısını, kıskançlığı ve değersizlik hissini bu kadar yalın ve aynı zamanda bu kadar güçlü imgelerle anlatmak büyük bir sanatkârlıktır. Bu feryat, sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda liyakatin ve sadakatin göz ardı edildiği, değersiz olanın baş tacı edildiği her türlü sosyal ve insani duruma dair ibretlik bir tenkittir. İnsan, hak ettiğine inandığı değeri göremediğinde ve kendi yerini bir başkasının, özellikle de hak etmediğini düşündüğü birinin aldığını gördüğünde, Zâtî’nin yüzlerce yıl önce döktüğü bu mısralardaki acıyı derinden hisseder.
Özet
Zâtî’nin bu beyti, aşk üçgenindeki âşığın çektiği derin ıstırabı konu alır. Sevgilinin, âşığın gözünde bir “fitneci” olan rakibe en değerli yeri verip onu yüceltmesi karşısında, âşık kendi sadakatinin ve varlığının ne kadar değersizleştirildiğini fark eder. Kendisini, sevgilinin kapısındaki en sadık varlık olan bir köpekten bile daha itibarsız gördüğünü acı bir feryatla dile getirir. Beyit, sadece bir aşk acısını değil, aynı zamanda vefanın ve liyakatin hiçe sayıldığı durumlarda insanın hissettiği evrensel hayal kırıklığını ve değersizlik duygusunu etkileyici bir dille anlatır.

2. Beyit: Süleyman Çelebi’den Zikir ve Teslimiyetin Hikmeti
İktibas
Osmanlıca Metin:
هر نفسده الله آدڭ دی مدام
الله آدیله اولور هر ایش تمام
Aruz Vezni:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Her nefesde Allâh adın de müdâm
Allâh adıyla olur her iş tamâm
Şair:
Süleyman Çelebi
Açıklama:
Her nefes alışında sürekli Allah’ı zikret. Bütün işler Allah’ın adını anınca tamam olur.
İzah ve Makale
İnsan, hayat yolculuğunda sayısız işe başlar, hedefler koyar ve bu hedeflere ulaşmak için çabalar. Ancak bu çabanın ortasında unuttuğu en temel hakikat, kendi gücünün ve iradesinin sınırlı olduğudur. Mevlid-i Şerif’in yazarı olarak gönüllerde taht kuran Süleyman Çelebi, bu ölümsüz beytinde insana bu temel hakikati hatırlatır: gerçek kudretin kaynağına bağlanmadan hiçbir işin tamama ermeyeceği gerçeği.
“Her Nefesde Allâh Adın De Müdâm”: Zikrin Hayata Yayılması
Beytin ilk mısrası, bir tavsiye ve bir yaşam biçimi önerisidir. “Her nefesde Allâh adın de müdâm” yani “Sürekli olarak, her nefes alışverişinde Allah’ın adını an.” Bu, sadece dil ile yapılan bir tekrar eylemi değildir. “Nefes”, hayatın en temel birimidir; hayatın kendisidir. Dolayısıyla her nefeste Allah’ı anmak, hayatın her anını, her eylemini, her düşüncesini Allah bilinciyle yaşamaktır. Bu, tasavvuftaki “dâimî zikir” halidir. Zikir, sadece belli zamanlarda yapılan bir ibadet olmaktan çıkar, insanın varoluşunun ritmi haline gelir. Bu bilinç hali, insana acizliğini ve bir Yaratıcı’ya muhtaç olduğunu hatırlatır. Kibrini kırar, onu daha mütevazı ve daha bilinçli bir varlık yapar. Yaptığı her işe başlarken, o işin sadece kendi çabasıyla değil, ilahi bir izin ve yardımla mümkün olacağını idrak eder.
“Allâh Adıyla Olur Her İş Tamâm”: Tevekkül ve Sonucun Kaynağı
İkinci mısra, bu hayat biçiminin getireceği sonucu, bir ilahi kanunu dile getirir: “Allâh adıyla olur her iş tamâm”. Yani, “Her iş, ancak Allah’ın adıyla, O’nun izni ve yardımıyla tamama erer, kemale ulaşır.” Bu, halk arasında “Besmelenin sırrı” olarak bilinen hikmetin şiirsel bir ifadesidir. Bir işe “Bismillah” diyerek başlamak, “Ben bu işe kendi gücümle değil, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, O’ndan yardım dileyerek başlıyorum” demektir. Bu, eylemin başlangıcına bir bereket ve bir niyet mührü vurmaktır. Süleyman Çelebi, bu mısra ile sonucun da ancak bu başlangıçla mümkün olacağını vurgular. İnsan elinden gelen tüm çabayı gösterir, sebeplere yapışır; ancak işin neticesini, tamamlanmasını ve hayırla sonuçlanmasını Allah’tan bekler. Bu, teslimiyetin ve tevekkülün en saf halidir. İnsan, kendi çabasının okyanusta bir damla olduğunu, asıl sonucu yaratacak olanın ilahi kudret olduğunu anladığında, başarısızlık korkusundan ve başarı kibrinden kurtulur.

Tarihi ve Kültürel Miras
Süleyman Çelebi’nin bu beyti, kendisinin en meşhur eseri olan Vesîletü’n-Necât (Kurtuluş Vesilesi) yani Mevlid’in de ruhunu özetler. Eser, baştan sona Allah’a hamd, Peygamber’e salât ve selam ile örülmüştür ve her bölümü bir tevhid ve teslimiyet bilinciyle yazılmıştır. Bu beyit, yüzyıllardır Anadolu insanının dilinde bir dua, bir düstur olmuştur. Bir işe başlarken, bir zorlukla karşılaşıldığında veya bir iş başarıyla tamamlandığında bu beyit hatırlanır. O, sadece bir şiir parçası değil, aynı zamanda bir milletin kolektif bilincine işlemiş bir inanç manifestosudur. Bize, modern dünyanın unutturmaya çalıştığı bir gerçeği fısıldar: Teknolojimiz ne kadar ilerlerse ilerlesin, planlarımız ne kadar kusursuz olursa olsun, her işin tamamlanması, her nefesin alınıp verilmesi O’nun iznine tabidir.
Özet
Süleyman Çelebi’nin bu hikmet dolu beyti, insana hayatının her anını Allah bilinciyle (“zikir”) yaşamasını ve her işine O’nun adıyla başlamasını öğütler. İlk mısra, “her nefeste zikir” ile hayatı anlamlandırmayı, ikinci mısra ise “Allah’ın adıyla her işin tamamlanacağı” gerçeğiyle tevekkül ve teslimiyeti anlatır. Beyit, insanın kendi acizliğini kabul edip gerçek kudret sahibi olan Allah’a yöneldiğinde, işlerinin bereketli ve kâmil bir sonuca ulaşacağı evrensel ilkesini vurgular. Bu, hem bir hayat düşüncesi hem de bir inanç düsturudur.

3. Beyit: Osman Hulûsi-i Darendevî’den Aşkın Dönüştürücü Doğası
İktibas
Osmanlıca Metin:
سنك سوداڭه يانمق غيری سودادن اوصانمقـدر
سنی سودم دمك حالڭه رنككه بويايانمقـدر
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Senin sevdâna yanmak gayrı sevdâdan usanmaktır
Seni sevdim demek hâline rengine boyanmaktır
Şair:
Osman Hulûsi-i Darendevî
Açıklama:
Ey sevgili! Senin sevdana yanmak, sana sevdalanmak diğer bütün sevgilerden vazgeçmekle olur. Bir insanın seni sevdim diyebilmesi için her hâli ve her tavrıyla senin rengine boyanması, senin gibi olması gerekir.
İzah ve Makale
Aşk, tarihin her döneminde şairlere, düşünürlere ve sanatkârlara ilham vermiş en kadim ve en güçlü duygudur. Ancak aşk, sadece bir his veya bir beyandan ibaret midir? 20. yüzyılın önemli mutasavvıf şairlerinden Osman Hulûsi-i Darendevî, bu derinlikli beytinde aşkın ne olmadığını ve gerçekte ne olduğunu, onun dönüştürücü ve başkalaştırıcı tabiatını ortaya koyarak açıklar.
“Senin Sevdâna Yanmak Gayrı Sevdâdan Usanmaktır”: Aşkın Tekliği ve Dışlayıcılığı
Beytin ilk mısrası, gerçek aşkın en temel şartını ortaya koyar: teklik ve münhasırlık. “Senin sevdâna yanmak”, sadece bir sevgiye tutulmak değil, o sevginin ateşinde varlığını eritmektir. Bu “yanma” eylemi, beraberinde bir “usanmayı” yani diğer her şeyden yüz çevirmeyi, bıkmayı getirir. Kalp, bir saray gibidir ve o saraya sadece bir sultan sığabilir. Bir kalpte aynı anda iki hakiki sevda barınamaz. İlahi aşk açısından bu, Allah aşkına tutulan bir kalbin, masivadan, yani Allah dışındaki her türlü dünyevi hevesten, sevgiden ve bağlılıktan kopması demektir. Beşerî aşkta ise bu, sevilene tam bir sadakatle bağlanıp, gözünü ve gönlünü ondan başkasına kapatmaktır. Dolayısıyla sevmek, bir tercih değil, bir vazgeçiştir. Bir şeyi “her şey” yapabilmek için, diğer “her şeyden” vazgeçmek gerekir. Hulûsi Efendi, aşkın bu dışlayıcı ve merkezileştirici yapısını “usanmak” kelimesiyle güçlü bir şekilde ifade eder. Diğer sevdalar artık çekiciliğini yitirmiş, tatsız ve anlamsız hale gelmiştir.
“Seni Sevdim Demek Hâline Rengine Boyanmaktır”: Aşkın İspatı ve Dönüşüm
İkinci mısra, aşkın sadece bir iddia veya sözden ibaret olamayacağını, onun fiili bir ispat gerektirdiğini vurgular. “Seni sevdim demek”, kuru bir cümleden çok daha fazlasıdır; o, sevenin sevgilinin “hâline” ve “rengine boyanmasıdır”. Bu, tasavvuftaki “sıbgatullah” (Allah’ın boyasıyla boyanmak) kavramının bir yansımasıdır. Sevmek, sevilene benzemeye çalışmaktır. Onun ahlakıyla ahlaklanmak, onun sevdiğini sevmek, onun sevmediğinden uzak durmaktır. Sevgilinin hali ne ise o hale bürünmek, onun rengi ne ise o renge girmektir. Bu, âşığın kendi benliğinden, egolarından, eski alışkanlıklarından soyunup, sevgilinin varlığında yeniden doğmasıdır. Bu bir taklit değil, aşkın ateşiyle pişen ruhun doğal bir dönüşümüdür. Tıpkı bir demirin ateşe girip, ateşin rengini ve özelliğini alarak kor haline gelmesi gibi, âşık da maşukun manevi iklimine girerek onun sıfatlarıyla bezenir. İşte o zaman “Seni sevdim” sözü, hakikat kazanır. Aksi takdirde, bu söz, içi boş bir iddiadan öteye geçemez.

İbretlik ve Düşündürücü Yönü
Osman Hulûsi Efendi’nin bu beyti, günümüzün yüzeysel ve tüketim odaklı ilişkiler anlayışına derin bir tenkit sunar. Aşkın bir fedakârlık, bir adanmışlık ve bir dönüşüm süreci olduğunu hatırlatır. Bize şu soruları sordurur: Sevdiğimizi söylerken, gerçekten diğer her şeyden vazgeçebiliyor muyuz? Sevdiğimiz uğruna değişmeye, dönüşmeye, onun ahlakıyla güzelleşmeye ne kadar hazırız? Yoksa “aşk” dediğimiz şey, sadece kendi benliğimizi ve arzularımızı tatmin etme aracı mıdır? Bu beyit, aşkın en yüce formunun, sevenin kendi benliğini sevilenin potasında eriterek “biz” olabilme sanatı olduğunu düşündüren hikmetli bir rehberdir.
Özet
Osman Hulûsi-i Darendevî’nin beyti, gerçek aşkın iki temel özelliğini tanımlar. Birincisi, hakiki bir sevgiye bağlanmanın, diğer bütün sevgilerden ve bağlılıklardan vazgeçmeyi gerektirmesidir. İkincisi ise, “seni seviyorum” demenin ispatının, sadece sözle değil, sevenin kendisini tamamen değiştirerek sevilenin haliyle hallenmesi, onun rengine bürünmesi, yani ona benzemesiyle mümkün olduğudur. Beyit, aşkın bir iddia değil, köklü bir dönüşüm ve tam bir adanmışlık hali olduğunu veciz bir şekilde ortaya koyar.

4. Beyit: Fuzûlî’den Aşkın Özü ve Bencillik Üzerine Bir Tahlil
İktibas
Osmanlıca Metin:
جانى كيم جانانى ايچون سوسه جانانين سور
جانى ايچون كيمكه جانانين سور جانين سور
Aruz Vezni:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever
Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever
Şair:
Fuzûlî
Açıklama:
Eğer bir kimse kendi canını cananı için severse aslında cananını seviyor demektir. Kendi canı için cananını seven kişi ise hakikatte sadece kendini seviyor demektir.
İzah ve Makale
Aşk ve ıstırap şairi olarak bilinen büyük usta Fuzûlî, şiirlerinde insan ruhunun en karmaşık ve en derinlikli analizlerini yapar. Onun bu beyti, basit bir kelime oyunu gibi görünse de aslında aşkın yapisina, samimiyetine ve bencillikle olan hassas çizgisine dair yapılmış en keskin hikmetli tahlillerden biridir. Fuzûlî, “sevmek” eyleminin ardındaki niyeti sorgulayarak gerçek aşk ile sahte aşkı birbirinden ayırır.
Gerçek Aşk: Cânı Cânân İçin Sevmek
Beytin ilk mısrası, fedakârlığın ve gerçek sevginin tanımını yapar: “Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever”. Yani, “Kim ki kendi canını (varlığını, hayatını) sevgilisi (cânân) uğruna, ona hizmet etmek, onun yanında olmak için severse, işte o kişi gerçekten sevgilisini seviyordur.” Bu bakış açısı, ilk başta zıt gibi görünebilir. Ancak Fuzûlî burada, “kendini sevme” eylemine yüklenen niyete dikkat çeker. Âşık, kendi canını neden sever? Eğer bu sevginin sebebi, o canın sevgiliye feda edilecek, onun yolunda harcanacak bir sermaye olması ise, bu sevgi, bencillikten arınmış, tamamen sevgiliye yönelmiş bir sevgidir. Âşık, sağlıklı olmak ister; çünkü sevgilisine daha iyi hizmet etmek ister. Hayatta kalmak ister; çünkü sevgilisinin cemalini bir an daha fazla görmek ister. Bu durumda kendi varlığı, amaç değil, sevgiliye ulaşmada bir araçtır. Bu, sevginin en diğerkâm, en başka halidir. Merkezde “ben” değil, “o” vardır.
Bencil Aşk: Cânânı Cân İçin Sevmek
İkinci mısra, madalyonun diğer yüzünü, yani bencilliğin ve sahte sevginin tanımını yapar: “Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever”. Yani, “Kim ki sevgilisini kendi canı (nefsi, çıkarları, mutluluğu) için severse, o kişi aslında sevgilisini değil, kendi canını seviyordur.” Bu, sevginin bir araç haline getirildiği en yaygın ve en tehlikeli durumdur. Kişi, sevgiliyi sever çünkü sevgili ona kendini iyi hissettirir, yalnızlığını giderir, statü kazandırır veya ona haz verir. Sevgili, âşığın kendi benliğini tatmin etmek için kullandığı bir nesneye dönüşür. Sevginin merkezinde sevgilinin varlığı ve mutluluğu değil, âşığın kendi tatmini vardır. Sevgili, bu tatmini sağlamadığı anda, o “aşk” da kolayca buharlaşabilir. Fuzûlî, bu ince ama derin ayrımı ortaya koyarak, sayısız ilişkinin ve “aşk” diye nitelenen duygunun aslında gizli bir narsisizm ve bencillik olduğunu yüzümüze çarpar.
Fuzûlî’nin Edebi Dehası
Bu beyitteki deha, sadece felsefi derinliğinde değil, aynı zamanda “cân” ve “cânân” kelimelerinin ustaca, bir satranç ustası gibi yer değiştirilerek kullanılmasında yatar. Aynı kelimelerle, sadece yerlerini ve aradaki “içün” edatının yönünü değiştirerek, birbirine tamamen zıt iki anlam dünyası kurar. Bu, onun dile ne kadar hâkim olduğunun ve en karmaşık fikirleri en veciz şekilde nasıl ifade edebildiğinin bir isbatıdır. Bu beyit, okuyucuyu durup düşünmeye sevk eder: Benim sevgimin arkasındaki niyet ne? Seviyor muyum, yoksa sevilmenin getirdiği hisleri mi seviyorum? Karşımdakini bir amaç olarak mı görüyorum, yoksa kendi mutluluğum için bir araç olarak mı? Fuzûlî’nin asırlar önce sorduğu bu sorular, bugün de geçerliliğini ve yakıcılığını korumaktadır.
Özet
Fuzûlî’nin bu deha ürünü beyti, gerçek aşk ile bencil sevgi arasındaki temel farkı ortaya koyar. Gerçek aşk, kişinin kendi varlığını (“cân”), sevgilisine (“cânân”) hizmet etmek ve onun uğruna feda etmek için sevmesidir; bu durumda merkezde sevgili vardır. Bencil sevgi ise, kişinin sevgiliyi kendi nefsinin tatmini, mutluluğu ve çıkarları (“cânı”) için sevmesidir; bu durumda sevgi bir araç, kişi ise aslında kendisinin âşığıdır. Beyit, sevginin ardındaki niyeti sorgulatarak, okuyucuyu derin bir öz eleştiriye davet eder.

5. Beyit: Nâbî’den Haddini Bilmenin Erdemi ve Güvenliği
İktibas
Osmanlıca Metin:
فدای تيغ اولور حدّن تجاوز ايلين مولر
جفای تيغدن آسوده‌در مژگان و ابرولر
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Fedâ-yı tîğ olur haddin tecâvüz eyleyen mûlar
Cefâ-yı tîğdan âsûdedir müjgân u ebrûlar
Şair:
Nâbî
Açıklama:
Gereğinden fazla uzayan, haddini aşan kıllar kesilmeye lâyık bir hâle gelirler. Kirpikler ve kaşlar hadlerini bildikleri ve uzamadıkları için kılıçtan, yani kesilmekten kurtulurlar.
İzah ve Makale
• yüzyılın büyük “hikemî” yani hikmet ve öğüt şairi Nâbî, şiiri sadece estetik bir zevk aracı olarak görmemiş, onu aynı zamanda toplumu ve bireyi eğiten, onlara yol gösteren bir vasıta olarak kullanmıştır. Nâbî’nin bu beyti, onun bu didaktik üslubunun en güzel örneklerinden biridir. Gündelik hayattan, insan vücudundan aldığı basit bir gözlemle, haddini bilmenin evrensel erdemi ve bilgeliği üzerine derin bir ders verir.
“Fedâ-yı Tîğ Olur Haddin Tecâvüz Eyleyen Mûlar”: Haddini Aşmanın Sonu
Beytin ilk mısrası, bir tespiti ve bir kanunu ortaya koyar. “Mûlar”, yani saçlar ve sakallar gibi uzayan kıllar, “haddin tecâvüz eylediğinde”, yani belirlenmiş sınırı aştığında, uzaması gereken ölçüyü geçtiğinde, “fedâ-yı tîğ olur”; yani kılıcın (veya makasın, bıçağın) kurbanı olur, kesilirler. Burada “tîğ” (kılıç), sadece bir kesme aleti değil, aynı zamanda düzeni sağlayan, sınırı aşanı cezalandıran bir otoriteyi, bir ilahi veya toplumsal kanunu simgeler. Nâbî, bu basit bakış üzerinden şu mesajı verir: Hayatta her varlık ve her insan için belirlenmiş bir sınır, bir ölçü, bir makam vardır. Bu sınırı aşan, haddini bilmeyen, kibre kapılıp boyundan büyük işlere kalkışan veya ait olmadığı bir konuma göz diken herkes, eninde sonunda düzenin “kılıcı” tarafından cezalandırılır, haddi bildirilir ve bulunduğu yerden indirilir. Bu, hem fiziksel hem de sosyal bir kanundur. Aşırılık, her zaman tehlikeyi ve yıkımı beraberinde getirir.
“Cefâ-yı Tîğdan Âsûdedir Müjgân u Ebrûlar”: Sınırını Bilmenin Huzuru
İkinci mısra, bu kanunun istisnasını ve kurtuluşun reçetesini sunar. “Müjgân u ebrûlar”, yani kirpikler ve kaşlar, “cefâ-yı tîğdan âsûdedir”; yani kılıcın eziyetinden, kesilme derdinden uzaktır, güvendedir, huzur içindedir. Neden? Çünkü onlar hadlerini bilirler. Belli bir uzunluğa erişince dururlar, daha fazla uzayarak ait oldukları yerin (gözün) düzenini bozmazlar. Onların bu “kendi sınırını bilme” durumu, onlara bir dokunulmazlık ve bir güvenlik sağlar. Nâbî, bu zarif metaforla şu hikmeti dile getirir: Gerçek huzur ve güvenlik, ihtirasta ve sınırı aşmakta değil, kendi yerini, haddini ve kapasitesini bilmekte ve buna rıza göstermektedir. Kendi fıtratına uygun yaşayan, tevazu sahibi olan, başkasının hakkına ve makamına göz dikmeyen kişi, hayatın ve toplumun sarsıcı “kılıçlarından”, yani çatışmalardan, hayal kırıklıklarından ve cezalardan kendini korumuş olur. Bu, bir pasiflik veya miskinlik çağrısı değil, bir öz-bilinç ve bilgelik davetidir.

Nâbî Ekolü ve İbretlik Ders
Bu beyit, Nâbî’nin temsil ettiği hikemî şiir anlayışının özünü yansıtır. Aşkın ıstırapları veya tabiatın güzellikleri yerine, insana ve topluma dair pratik, ahlaki ve felsefi dersler verir. Beyit, her çağın insanına hitap eden evrensel bir ibret barındırır. Kariyer hırsıyla her yolu mübah gören bir yöneticiden, kapasitesini aşan projelere girişen bir girişimciye; sosyal medyada haddini aşan yorumlar yapan bir bireyden, komşusunun sınırını ihlal eden bir devlete kadar herkes için bu beyitte bir ders vardır. Haddini bilmek, bir küçüklük veya zayıflık değil, aksine en büyük erdem ve en sağlam güvenlik kalkanıdır. Huzur, aşırılıkta değil, dengede ve ölçüde gizlidir.
Özet
Nâbî, bu didaktik beytinde, insan vücudundan aldığı bir metaforla evrensel bir ahlak dersi verir. Gereğinden fazla uzayarak haddini aşan saç ve sakal gibi kılların kesilerek cezalandırıldığını; buna karşılık, kendi doğal sınırlarını bilip daha fazla uzamayan kaş ve kirpiklerin ise bu kesilme eziyetinden güvende ve huzur içinde olduğunu belirtir. Bu yolla şair, hayatta kendi sınırlarını bilen, tevazu gösteren ve aşırılıktan kaçınan bireylerin huzur ve güvenlik içinde olacağını, haddini aşıp kibre kapılanların ise eninde sonunda bunun cezasını çekeceğini hikmetli bir dille anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 13th, 2025