BERCESTE VE İZAHI – 43 –
BERCESTE VE İZAHI – 43 –
1: Ziyâ Paşa ve Talihin Cilvesi
İktibas
Osmanlıca Metin:
بی بخت اولانڭ باغنه بر قطره سی دوشمز
باران yerine در و گهر ياغسه سمادن
Latin Harfleriyle:
Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez
Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Gökten yağmur yerine inci ve mücevher bile yağsa, talihsiz bir insanın bahçesine bir damla düşmez.
İzah ve Açıklama
Tanzimat döneminin en önemli şair ve düşünürlerinden Ziyâ Paşa’ya ait bu beyit, “kader” ve “talihsizlik” kavramlarını son derece çarpıcı bir imgeyle dile getirir. Beyitte, talihsizliğin adeta bir kara bulut gibi insanın üzerine çöktüğünde, en olağanüstü ve cömert fırsatların bile o kişiye isabet etmeyeceği vurgulanır. Normalde gökten yağan yağmur, bereketin ve rahmetin sembolüdür. Ancak Paşa, bu sembolü aşarak, gökten çok daha değerli olan inci ve mücevherlerin yağdığı bir tablo çizer. Bu mübalağalı anlatıma rağmen, “bî-baht” olan, yani talihi olmayan kişinin bu ilahi cömertlikten zerre kadar pay alamayacağını söyler. Bu durum, talihsizliğin, kişinin çabasından ve çevresindeki imkanlardan bağımsız, aşılamaz bir engel olduğu şeklindeki bir bakış açısını yansıtır.
Makale: Talihin Gölgesinde Bir Ömür
İnsanlık tarihi, bir yanıyla da talih ve talihsizlik üzerine yazılmış sonsuz bir destandır. Kimi insanlar, dokundukları her şeyi altına çeviren Midas’ın şansına sahipken, kimileri de Ziyâ Paşa’nın o meşhur beytindeki “bî-baht” kul gibi, gökten mücevher yağsa dahi payına bir damlanın düşmediği bir kaderi yaşar. Paşa’nın bu veciz ifadesi, sadece bir şikayet veya bir sitem değil, aynı zamanda insanın kontrolü dışındaki o muazzam güce, yani talihe dair derin bir tefekkürün ürünüdür.
Talih, antik çağlardan bu yana filozofların, yazarların ve sıradan insanların zihnini meşgul etmiştir. Ziyâ Paşa’nın beyti Divan Edebiyatı’ndaki en güçlü yansımalarından biridir. O, talihsizliği, evrenin en cömert anında bile kişiyi ıskalayan kör bir kuvvet olarak tanımlar.
Bu bakış açısı, özellikle zorluklarla dolu bir hayat süren insanlar için bir teselli veya bir meşrulaştırma aracı olabilir. Başarılamayan hedefler, ulaşılamayan arzular ve sürekli tekrar eden başarısızlıklar, kişinin kendi eksikliği veya hatası olarak değil, “alın yazısı” veya “kötü talih” olarak yorumlandığında, bireyin omuzlarındaki psikolojik yük bir nebze olsun hafifler. Ancak bu yaklaşım, aynı zamanda kişiyi pasifliğe ve atalete de sürükleyebilir. “Ne yapsam olmuyor, kaderim bu” düşüncesi, mücadele azmini kırarak kişiyi çaresizliğin kollarına terk edebilir.
Tarih sahnesi, bu iki ucun sayısız örneğiyle doludur. Yoksul bir ailede doğup imparatorluklar kuranlar, talihin sadece bir başlangıç noktası olduğunu, azim ve iradenin onu şekillendirebileceğini kanıtlamıştır. Diğer yandan, en parlak imkanlarla dünyaya gelip her şeyini kaybedenler ise talihin ne denli dönek olabileceğinin ibretlik vesikalarıdır. Belki de asıl hikmet, talihin varlığını inkar etmekte veya ona körü körüne teslim olmakta değil, onunla akıllıca bir mücadele vermekte yatar. İnsan, elinden gelen tüm çabayı gösterdikten, aklının ve iradesinin sınırlarını zorladıktan sonra sonucu sükûnetle kabullenme erdemini gösterebilmelidir.
Ziyâ Paşa, bu beytiyle aslında bize şunu fısıldar: Bazen şartlar o kadar aleyhimizedir ki, en büyük fırsatlar bile bize ulaşmadan buharlaşır. Bu, hayatın acı bir gerçeğidir. Ancak bu gerçeği bilmek, umutsuzluğa kapılmak için değil, beklentilerimizi doğru ayarlamak, sarsıldığımızda yeniden ayağa kalkabilmek ve mutluluğu sadece talihin getireceği mücevherlere bağlamamak için bir uyarıdır. Belki de en büyük talih, gökten yağan inciler değil, o yağmursuz bahçede bile yeşerecek bir umudu yürekte taşıyabilmektir.
Özet
Ziyâ Paşa’nın beyti, talihsiz bir insanın, en olağanüstü fırsatlardan bile mahrum kalacağını anlatır. Bu makale, “talih” ve “kader” kavramlarını tarihsel, hikmet ve psikolojik açılardan ele almaktadır. Talihin öngörülemez doğası, insanın bu kavrama yaklaşımındaki iki temel eğilim olan körü körüne teslimiyet (fatalizm) ve irade gücüyle mücadele etme arasındaki dengeyi inceler. Makale, insanın çabasının önemini vurgularken, kontrolü dışındaki durumları kabullenme erdemine ve mutluluğu dış koşullara bağlamamanın gerekliliğine dikkat çeker. En büyük zenginliğin, zorlu şartlara rağmen umudu koruyabilmek olduğu mesajıyla son bulur.
2.: Hz. Mevlânâ ve Vaktin Kıymeti
İktibas
Farsça Metin:
صبحدمست، صبا مشك فشان می گذرد
در یاب كه از كوی فلان می گذرد
برخیز، چه خفتی؟ كه جهان می گذرد
بویی بستان، كه كاروان می گذرد
Latin Harfleriyle:
Sobh-hest, sabâ moşk-feşân mî-gozered
Der-yâb ki ez-kûy-i fulân mî-gozered
Ber-hîz, çi hoftî? Ki cihân mî-gozered
Bûyî be-setân, ki kârevân mî-gozered
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Sabah vakti, seher yeli miskler saçarak geçip gidiyor. Bu güzel kokuların sevgilinin mahallesinden geldiğini bil. Kalk! Ne uyuyorsun? Dünya hayatı geçip gidiyor. Bir güzel koku almaya bak, misk kervanı geçip gidiyor.
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye atfedilen bu dörtlük, tasavvufi düşüncenin temel motiflerinden olan “gafletten uyanma” ve “vaktin kıymetini bilme” temalarını işler. Sabah vakti (sobh), seher yeli (sabâ) ve misk kokusu, ilahi âlemden gelen manevi işaretleri, rahmet ve feyiz anlarını temsil eder. Bu kokunun “sevgilinin mahallesinden” (kûy-i fulân) gelmesi, bu işaretlerin kaynağının Allah olduğunu belirtir. Şair, bu manevi atmosfere kayıtsız kalan, uyuyan (gaflet içindeki) insana seslenir: “Kalk! Ne uyuyorsun?” Çünkü sadece seher yeli değil, bütün bir “cihan” ve “kervan” misali ömür de hızla akıp gitmektedir. Dörtlük, insanı bu ilahi feyiz anlarını kaçırmamaya, geçip giden ömür kervanından manevi bir “koku” (nasip) almaya davet eden güçlü bir uyarıdır.
Makale: Geçip Giden Kervan: Ömrün ve Anın Değeri
Her sabah, dünya yeniden kurulur. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte seher yeli, geceye ait ataleti dağıtır ve varlığa taze bir nefes üfler. Hz. Mevlânâ, bu sıradan doğa olayını alır, onu ilahi bir mesajın taşıyıcısı haline getirir. Onun mısralarında seher yeli, sadece bir hava akımı değil, Sevgili’nin diyarından misk kokuları getiren bir postacı, bir müjdecidir. Bu koku, ruhlara bir çağrıdır: “Uyan!” Bu çağrı, sadece fiziksel bir uykudan değil, asıl tehlikeli olan manevi uykudan, yani gafletten uyanmaya bir davettir.
İnsanoğlunun en büyük yanılgılarından biri, zamanı sonsuz bir kaynak gibi görmesidir. Günlük telaşlar, dünyevi hevesler ve bitmeyen meşgaleler, bir sis perdesi gibi hakikatin üzerini örter. Bu sisin ardında, ömür kervanının durmaksızın yol aldığı gerçeği gözden kaçar. Mevlânâ, “cihan mi-gozered” (dünya geçiyor) ve “kârevân mi-gozered” (kervan geçiyor) diyerek bu akışın durdurulamazlığını vurgular. Kervan, menziline doğru ilerler; durup bekleyenleri, uykuya dalanları ardında bırakır. Hayat da böyledir. Her an, bir daha geri gelmeyecek şekilde geçmişin vadisinde kaybolur. Bu nedenle tasavvufta “ibnü’l-vakt” (anın oğlu) olmak esastır. Yani geçmişin kederine veya geleceğin endişesine takılıp kalmadan, içinde bulunulan anın hakkını vermek, o anın sunduğu manevi fırsatı değerlendirmek gerekir.
Mevlânâ’nın “bûyî be-setân” (bir koku al) tavsiyesi, bu düşüncenin özünü oluşturur. Mademki ömür kervanı hızla geçiyor ve Sevgili’nin diyarından gelen ilahi esintiler sadece anlık olarak hissedilebiliyor, o halde yapılması gereken, bu anları yakalamak ve onlardan manevi bir gıda, bir “koku” almaktır. Bu koku, bir anlık tefekkür, samimi bir dua, bir iyilik veya kalbi Allah’a yönelten herhangi bir eylem olabilir. Hayatın yoğun akışı içinde bu manevi kokuları biriktirebilenler, ömür kervanı menziline vardığında elleri boş kalmayacak olanlardır.
Modern insan, belki de tarih boyunca hiç olmadığı kadar “uyarana” maruz kalmasına rağmen, en derin gaflet uykusundadır. Bilgi bombardımanı, sürekli dikkatimizi çelen ekranlar ve hız kültürü, bizi “anın” derinliğini yaşamaktan alıkoyar. Sabahın seherinde misk kokuları saçan yeli fark edemez hale geliriz. Oysa hakiki uyanış, dış dünyadaki gürültüyü kısıp içimizdeki sese kulak vermekle başlar. Mevlânâ’nın asırlar öncesinden gelen bu çağrısı, bugün her zamankinden daha geçerlidir: Kalk! Gaflet uykusundan uyan. Bak, hayat kervanı geçiyor. Ebedi Sevgili’nin diyarından gelen bu manevi kokuyu içine çek ve ruhunu besle. Zira kervan geçtikten sonra geriye sadece pişmanlığın tozu kalır.
Özet
Hz. Mevlânâ’nın dörtlüğü, sabahın seher vaktini ilahi bir uyanış anı olarak tasvir ederek, insanı gafletten uyanmaya ve geçip giden ömrün kıymetini bilmeye davet eder. Bu makale, dörtlüğün ana temaları olan “gaflet”, “vaktin değeri” ve “anı yaşama” (ibnü’l-vakt) düşüncesini inceler. Ömrün durmaksızın ilerleyen bir kervana benzetildiği ve bu kervandan manevi bir nasip (koku) almanın önemini vurgular. Modern insanın dikkat dağınıklığı ve hız kültürünün neden olduğu manevi uykusuna dikkat çeken makale, Mevlânâ’nın çağrısının günümüzdeki geçerliliğini vurgulayarak, hakiki uyanışın içten bir farkındalıkla mümkün olacağını belirtir.
3.: Sâ’ib-i Tebrizî ve Herkesi Memnun Etme İmkansızlığı
İktibas
Farsça Metin:
این قدر کز تو بود چند دلی شاد بسست
زندگانی به مراد همه کس نتوان کرد
Latin Harfleriyle:
În kadar kez to boved çend dili şâd besest
Zindegânî be-murâd-ı heme kes netvân kerd
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Bu dünyada senden sadece birkaç kişinin memnun olması kâfidir. Herkesin arzu ettiği hâl üzere yaşamak bir insan için mümkün değildir.
İzah ve Açıklama
İran şiirinin ve “Sebk-i Hindî” (Hint üslubu) akımının büyük ustası Sâ’ib-i Tebrizî’ye ait bu beyit, sosyal ilişkiler ve bireysel duruş üzerine bilgece bir öğüt ihtiva eder. Şair, insanın bu dünyadaki en temel açmazlarından birine parmak basar: Herkesi memnun etme çabası. Beytin ilk mısrası, beklentileri makul bir seviyeye çeker: “Senden birkaç gönül hoşnut olsa, bu yeterlidir.” Bu, sınırlı bir etki alanını ve seçici bir ilişki çevresini kabullenmenin erdemini vurgular. İkinci mısra ise bu öğüdün gerekçesini ortaya koyar: “Hayatı herkesin isteğine göre yaşamak mümkün değildir.” Çünkü her insanın beklentisi, arzusu ve değer yargısı farklıdır. Birini memnun eden bir davranış, bir diğerini rahatsız edebilir. Dolayısıyla, herkesin rızasını kazanmaya çalışmak, hem imkansız bir hedeftir hem de kişinin kendi kimliğinden ve ilkelerinden taviz vermesine yol açar.
Makale: Kendi Yolunu Çizme Sanatı: Herkesin Rızası Cehennemi
Toplumsal bir varlık olan insan, doğası gereği sevilme, onaylanma ve kabul görme ihtiyacı duyar. Bu arzu, bizi bir arada tutan harçtır; empatiyi, nezaketi ve uyumu besler. Ancak bu temel ihtiyaç, kontrolden çıktığında, bireyin kendi benliğini erittiği, özgünlüğünü kaybettiği ve “herkesin rızasını kazanma” adı verilen imkansız bir hedefin peşinde tükendiği bir tuzağa dönüşür. İşte bu tuzağın farkında olan bilge şair Sâ’ib-i Tebrizî, asırlar öncesinden bize sade ama derin bir formül sunar: “Hayatı herkesin isteğine göre yaşamak mümkün değildir; senden birkaç gönül hoşnut olsa, yeter.”
Bu beyit, modern psikolojinin “sınır koyma” ve “özgünlük” dediği kavramların edebi bir ifadesidir. Herkesi memnun etmeye çalışan kişi, aslında kimseyi tam olarak memnun edemez ve en önemlisi kendi benliğine yabancılaşır. Rüzgârda savrulan bir yaprak misali, başkalarının beklentilerine göre sürekli yön değiştirir. Kendi değerleri, ilkeleri ve arzuları bu süreçte buharlaşır. Oysa Sâ’ib, bize niceliğin değil, niteliğin önemli olduğunu hatırlatır. Etrafımızdaki kalabalığın alkışı yerine, değer verdiğimiz, bizi anlayan ve samimiyetimize inanan “birkaç hoşnut gönül” çok daha kıymetlidir. Bu, dostlukta, aile ilişkilerinde ve meslek hayatında derin ve anlamlı bağlar kurmanın temel şartıdır.
Tarih, bu ilkenin doğruluğunu kanıtlayan sayısız örnekle doludur. Büyük liderler, sanatçılar, bilim insanları ve düşünürler, genellikle çağdaşlarının önemli bir kısmının muhalefetiyle karşılaşmışlardır. Onlar, herkesin rızasını kazanmak yerine, kendi vizyonlarının ve doğrularının peşinden gitme cesaretini göstermişlerdir. Galileo, dünyanın döndüğünü söylediğinde “herkesi” karşısına almıştır. Hz. Muhammed, tebliğine başladığında en yakın çevresinin direnişiyle yüzleşmiştir. Bu örnekler, ilerlemenin ve hakikatin, çoğu zaman yerleşik kanaatları ve genel kabulü sorgulama cesaretinden doğduğunu gösterir. Eğer bu öncü ruhlar, “herkes ne der?” diye düşünselerdi, insanlık bugün bulunduğu yerde olamazdı.
Sâ’ib-i Tebrizî’nin öğüdü, bir bencillik veya topluma sırt çevirme çağrısı değildir. Aksine, sağlıklı bir birey ve toplum olmanın reçetesidir. Kendi değerlerine sadık, sınırlarını çizebilen ve otantik bir hayat süren insanlar, başkalarıyla daha sahici ve sağlam ilişkiler kurarlar. Başkalarının rızası için sürekli kendi benliğinden taviz veren birinin sunabileceği tek şey, yorgun bir tebessüm ve sahte bir uyumdur. Oysa kendi yolunda yürüyen bir insanın varlığı, etrafına da ilham ve güven verir.
Sonuç olarak, hayatı bir popülerlik yarışması olarak görmekten vazgeçmek gerekir. Enerjimizi, bizi seven ve anlayan o “birkaç hoşnut gönül” için harcamak, bizi sevmeyen veya anlamayan kalabalıkları ikna etmeye çalışmaktan çok daha anlamlı ve verimlidir. Bu, hem ruhsal bir özgürleşme hem de bilgece bir hayat sanatıdır.
Özet
Sâ’ib-i Tebrizî’nin beyti, herkesi memnun etmeye çalışmanın imkansızlığını ve anlamsızlığını vurgulayarak, insanın sadece birkaç kişinin rızasını ve sevgisini kazanmasının yeterli olacağını belirtir. Bu makale, bu temanın psikolojik ve sosyal boyutlarını ele almaktadır. Herkesi memnun etme çabasının kişiyi özgünlüğünden uzaklaştırıp benliğine yabancılaştırdığına dikkat çeker. Tarihten örneklerle, büyük değişimlerin ve ilerlemelerin genellikle genel kabulü sorgulayan bireyler tarafından gerçekleştirildiği vurgulanır. Makale, Sâ’ib’in öğüdünün bir bencillik çağrısı değil, aksine sağlıklı sınırlar koyarak hem bireysel bütünlüğü korumanın hem de başkalarıyla daha sahici ilişkiler kurmanın bir yolu olduğunu savunur.
4.: Fasîh ve Dünyadan El Çekiş
İktibas
Osmanlıca Metin:
برگ و بارندن بز ال چكدك بو فانی گلشنڭ
میوۀ مقصود استر اولسون استر اولماسون
Latin Harfleriyle:
Berg ü bârından biz el çekdik bu fânî gülşenin
Mîve-i maksûd ister olsun ister olmasın
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Biz bu fani dünya gülbahçesinin yaprağından da meyvesinden de artık el çektik. Bundan sonra, arzumuzun meyvesi olan beklentilerimiz gerçekleşse de olur gerçekleşmese de.
İzah ve Açıklama
Divan şairi Fasîh’e (muhtemelen Fasîh Ahmed Dede) ait bu beyit, tasavvuftaki “terk” ve “istiğnâ” makamlarının şiirsel bir ifadesidir. Şair, dünyayı geçici bir gül bahçesine (fânî gülşen) benzetir. Bu bahçenin “berg ü bârı” yani yaprağı ve meyvesi, dünyanın sunduğu her türlü nimeti, zenginliği, makamı ve zevki temsil eder. Şair, bu geçici nimetlerin tamamından “el çektiğini” yani onlara karşı bir beklenti ve arzu içinde olmadığını söyler. Bu noktaya ulaşan bir insan için artık “mîve-i maksûd”un yani ulaşılmak istenen hedefin, arzulanan sonucun gerçekleşip gerçekleşmemesi önemini yitirir. Bu, tam bir iç özgürlük ve teslimiyet halidir. Kişi, mutluluğunu dünyevi sonuçlara bağlamaktan vazgeçmiş, huzuru beklentisizlikte bulmuştur.
Makale: Beklentisizliğin Huzuru: Fani Gülşenden El Çekmek
İnsan, yapısı gereği arzulayan bir varlıktır. Hayatımızı, ulaşmaya çalıştığımız hedeflerin, “maksûd” meyvelerinin peşinde koşarak geçiririz: daha iyi bir iş, daha büyük bir ev, daha fazla saygı, daha derin bir sevgi… Bu arzular, birer yakıt gibi bizi harekete geçirir, hayata bağlar. Ancak bu bitmeyen koşuşturmaca, aynı zamanda modern insanın en büyük ıstırap kaynaklarından biridir. Çünkü her beklenti, beraberinde bir hayal kırıklığı potansiyeli taşır. İşte tam bu noktada, Divan şairi Fasîh’in asırlar ötesinden uzattığı el, bize başka bir yolu, beklentisizlikten doğan huzurun yolunu gösterir.
Fasîh, dünyayı “fani bir gülşen” olarak niteler. Bu, dünyanın güzelliklerini ve nimetlerini inkar etmek değildir; aksine, onların geçiciliğini ve aldatıcılığını vurgulayan bilgece bir tespittir. Gül bahçesi güzeldir, yaprakları (berg) ve meyveleri (bâr) cezbedicidir. Ancak bu bahçe ebedi değildir. Yapraklar sararır, meyveler çürür, bahçe bir gün solar. İşte bu gerçeği idrak eden şair, bu bahçenin sunduklarına karşı bir “istiğnâ” yani bir gönül tokluğu ve vazgeçiş tavrı geliştirir. “Biz el çektik” derken kastettiği, dünyadan fiziksel olarak soyutlanmak, bir mağaraya çekilmek değil; dünyaya olan zihinsel ve duygusal bağımlılığı koparmaktır.
Bu el çekiş, bir yenilgi veya bir bezginlik hali değildir. Tam aksine, en yüksek mertebede bir içten güç ve özgürlük beyanıdır. Çünkü mutluluğunu ve iç huzurunu dış sonuçlara bağlayan kişi, kaderin rüzgârında savrulan bir yaprak gibidir. İstekleri gerçekleşince mutlu olur, gerçekleşmeyince yıkılır. Fasîh’in ulaştığı mertebede ise bu ikilik ortadan kalkar. “Mîve-i maksûd ister olsun ister olmasın.” Bu cümle, ruhun dış dünyaya karşı kazandığı zaferin ilanıdır. Kişi, elinden gelen çabayı gösterir, tohumunu eker, ancak meyvenin olup olmamasını artık bir varlık-yokluk meselesi yapmaz. Sonucu, ilahi takdire bırakmanın getirdiği o derin sükûnete ve teslimiyete erişmiştir.
Bu düşünce, sadece tasavvufta değil, Stoacılık gibi Batı bilgelik geleneklerinde de yankı bulur. Stoacılar da mutluluğun, kontrolümüz dışındaki şeylere (sonuçlar, başkalarının fikirleri, talih) kayıtsız kalıp, sadece kontrolümüz altındaki şeylere (kendi düşüncelerimiz, erdemlerimiz, eylemlerimiz) odaklanmakla mümkün olacağını öğretir. Fasîh’in beyti, bu evrensel bilgeliğin Divan şiirinin estetiği içinde damıtılmış halidir.
Günümüzün başarı odaklı ve tüketimi körükleyen dünyasında, “el çekmek” fikri radikal görünebilir. Oysa bu, pasif bir vazgeçiş değil, aktif bir seçiştir. Bu, hayatın sunduğu binlerce geçici meyvenin peşinde nefes nefese kalmak yerine, ruhun kendi iç bahçesinde solmayan çiçekler yetiştirmeyi seçmektir. Bu, mutluluğu “elde etmek”ten ziyade, “olmak”ta aramaktır. Ve bu yolda yürüyenler için, fani gülşenin meyvesi olsa da olur, olmasa da… Çünkü onlar, kalıcı huzurun tohumunu kendi içlerine ekmişlerdir.
Özet
Fasîh’in beyti, dünyanın geçici nimetlerinden ve hedeflerinden vazgeçerek ulaşılan iç özgürlüğü ve teslimiyeti anlatır. Makale, bu “el çekme” eylemini, bir yenilgi değil, ruhun dış koşullara bağımlılıktan kurtulup zafere ulaştığı bir bilgelik hali olarak yorumlar. Beyitteki “fani gülşen” metaforu üzerinden, dünyevi arzuların ve beklentilerin insanı nasıl bir ıstırap tekrarına soktuğu incelenir. Tasavvuftaki “istiğnâ” kavramının Stoacı felsefedeki paralellerine de değinilen makale, gerçek huzurun, sonuçlara odaklanmaktan vazgeçip iç sükûneti bulmakla mümkün olacağını savunur. Bu tavrın pasif bir vazgeçiş değil, bilinçli ve özgürleştirici bir tercih olduğu vurgulanır.
5.: Bâkî ve Hayatın Zıtlıkları
İktibas
Osmanlıca Metin:
گهی وصلتده عاشق گاه مهجور
بو دنیادر گهی ماتم گهی سور
Latin Harfleriyle:
Gehî vuslatda âşık gâh mehcûr
Bu dünyâdır gehî matem gehî sûr
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Âşık bazen vuslattadır, bazen de ayrılıkta. Buna dünya derler. Bazen matem, yas; bazen de düğün, eğlence vardır.
İzah ve Açıklama
“Sultânü’ş-şuarâ” (Şairlerin Sultanı) olarak anılan Bâkî’nin bu beyti, onun dünya görüşünü ve şiir sanatındaki ustalığını yansıtan en özlü örneklerden biridir. Beyit, hayatın temelindeki zıtlıklar ve değişkenlik ilkesi üzerine kuruludur. İlk mısra, aşk temasını ele alır: Âşığın hali sabit değildir; bazen sevgilisine kavuşmanın mutluluğunu (vuslat) yaşar, bazen de ondan ayrı kalmanın acısını (hicran, mehcûr olma) çeker. İkinci mısra ise bu özel durumu (aşk hali) hayatın geneline yayar ve bir hüküm cümlesiyle noktalar: “Bu dünyâdır.” Yani dünyanın doğası budur, değişmez kuralı budur. Bu kural, zıtlıkların bir arada bulunuşudur: “gehî matem gehî sûr” (bazen yas, bazen düğün). Bâkî, bu beyitle hayatın inişli çıkışlı, sevinçli kederli yapısını büyük bir sükûnet ve kabullenişle dile getirir. Bu, ne isyan ne de aşırı coşku veren, bilgece ve dengeli bir bakış açısıdır.
Makale: Zıtlıkların Ahenginde Yaşamak: Bâkî’nin Dünya Tasavvuru
Hayat, yekpare bir düzlük değil, zıtlıkların birbiri içinde eridiği, birbirini var ettiği dinamik bir bütündür. Gece olmadan gündüzün, hüzün olmadan sevincin, ayrılık olmadan vuslatın anlamı ne kadar eksik kalırdı… İşte bu evrensel gerçeği, Divan şiirinin zirve ismi Bâkî, olgun bir bilgenin sükûnetiyle iki mısraya sığdırır: “Âşık bazen vuslattadır, bazen de ayrılıkta. / Buna dünya derler. Bazen matem, yas; bazen de düğün, eğlence vardır.”
Bu beyit, bir şikayet veya bir hayıflanma değil, bir durum tespitidir. Bâkî, dünyanın doğasını, onun temel işleyiş yasasını ortaya koyar. “Bu dünyâdır” ifadesi, basit bir cümleden öte, derin bir kabullenişin ve anlayışın mührüdür. Bu mühür, hayatın kaçınılmaz gelgitlerine karşı direnmenin anlamsızlığını, akışa teslim olmanın ise bilgeliğini fısıldar. Âşık için vuslat ne kadar gerçekse, hicran da o kadar gerçektir. Biri olmadan diğerinin lezzeti veya elemi tam olarak anlaşılamaz. Tıpkı bunun gibi, hayat denilen bu büyük sahnede de düğün (sûr) ve matem her zaman bir arada var olacaktır. Biri diğerinin habercisi, biri diğerinin tamamlayıcısıdır.
Bâkî’nin bu yaklaşımı, Kanuni Sultan Süleyman gibi bir cihan imparatorunun en yakın dostu ve sohbet arkadaşı olmuş, saltanatın ve zenginliğin zirvesini görmüş, ama aynı zamanda azledilmenin ve gözden düşmenin acısını da tatmış bir şairin hayat tecrübesinden damıtılmıştır. O, ihtişamın da (sûr), kaybın da (matem) ne demek olduğunu bizzat yaşamıştır. Bu nedenle onun sözleri, kitabi bir bilgiden değil, yaşanmışlığın getirdiği o eşsiz derinlikten beslenir. O, ne vuslat anında kendini kaybeden bir coşkunluğa ne de ayrılık anında her şeyin bittiğini düşünen bir yeise kapılır. İkisinin de aynı “dünya” denilen oyunun birer perdesi olduğunu bilir.
Bu dengeli bakış açısı, modern insanın en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biridir. Günümüz dünyası, bizi sürekli zirvelerde olmaya, daima mutlu, başarılı ve “kazanan” olmaya zorlar. Matem, hüzün, başarısızlık gibi hayatın doğal parçaları ise birer anomali, birer hastalık gibi görülüp derhal ortadan kaldırılması gereken “negatif” durumlar olarak etiketlenir. Oysa Bâkî bize, hayatın bu zıt kutuplarla bir bütün olduğunu hatırlatır. Matemi yaşamadan düğünün kıymetini bilmek, ayrılığın acısını çekmeden vuslatın tatlılığını hissetmek mümkün değildir. Asıl bilgelik, bu iki durum arasında salınırken dengeyi kaybetmemek, vuslattayken ayrılığın gelebileceğini unutmamak, matemdeyken de yeni bir düğünün umudunu yitirmemektir.
Sonuç olarak Bâkî’nin beyti, hayatı olduğu gibi kabul etme sanatının bir manifestosudur. Hayat, ne daimi bir cennet ne de ebedi bir cehennemdir. O, bazen bir düğün evi kadar şen, bazen bir matem çadırı kadar sessizdir. Bu iki hali de hayatın bir parçası olarak sükûnetle karşılayabilenler, “dünya” denilen bu handa konaklamanın sırrına ermiş olanlardır.
Özet
Şairlerin Sultanı Bâkî’ye ait bu beyit, hayatın zıtlıklar (vuslat-ayrılık, düğün-matem) üzerine kurulu değişken doğasını bilgece bir kabullenişle ifade eder. Makale, bu beytin basit bir durum tespitinden öte, derin bir hayat düşüncesi barındırdığını savunur. Bâkî’nin kendi hayat tecrübelerinden süzülerek gelen bu dengeli bakış açısının, ne aşırı coşkuya ne de umutsuzluğa kapılmadan, hayatın iniş ve çıkışlarını doğal kabul etmenin önemini vurguladığı belirtilir. Modern insanın sürekli mutluluk arayışının ve hüznü reddedişinin aksine, Bâkî’nin zıtlıkların hayatın doğal bir ahengi olduğu yönündeki düşüncesinin, günümüz için de geçerli bir bilgelik dersi sunduğu anlatılır. Gerçek olgunluğun, hayatın bu iki zıt kutbu arasında dengeyi koruyabilmek olduğu mesajıyla son bulur.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
11/10/2025