BERCESTE VE İZAHI – 41 –

 

BERCESTE VE İZAHI – 41 –

Her bir makale, beytin kendisiyle başlayacak, ardından detaylı bir izah ve konuyla ilgili hikmetli, edebi ve düşündürücü bir deneme ile devam edecek ve bir özetle son bulacaktır.
1. Makale: İki Cihan Saadeti’nin İki Altın Kuralı: Mürüvvet ve Müdârâ
Bu makale, Hâfız-ı Şirâzî’ye ait olan ve dünya ile ahiret saadetinin sırrını iki temel ilkeye bağlayan beyit üzerine kaleme alınmıştır.
İktibas
آسایش دو گیتی تفسیر این دو حرف است
با دوستان مروت با دشمنان مدارا
Mef’ûlü Fâ’ilâtün Mef’ûlü Fâ’ilâtün
Âsâyiş-i du-gîtî tefsîr-i in du-harfest
Bâ-dûstân muruvvet bâ-düşmenân mudârâ
Hâfız-ı Şirâzî
İzah: İki cihanın rahat ve selâmeti şu iki düsturun tefsirinde, anlaşılmasındadır. Dostlarına karşı mürüvvetkârâne yani mertçe davranacaksın, düşmanlarınla da iyi geçinecek, onları güdeceksin.
Makale: Mürüvvet ve Müdârâ Sanatı
İnsanoğlu, varoluşundan bu yana huzurun ve sükûnetin peşindedir. Bu arayış, sadece fani dünyanın geçici rahatlıklarını değil, aynı zamanda ebedi âlemin selametini de kapsar. Büyük şair ve arif Hâfız-ı Şirâzî, bu ebedi arayışın cevabını, okyanusları bir damlaya sığdıran eşsiz belagatiyle iki kelimelik bir formülde özetler: “Bâ-dûstân muruvvet bâ-düşmenân mudârâ.” Yani, dostlara karşı mürüvvet, düşmanlara karşı ise müdârâ… Bu beyit, basit bir tavsiye değil, iki cihanı mamur edecek bir ahlak anayasasıdır.
“Mürüvvet”, günümüz Türkçesinde tam karşılığını bulmakta zorlandığımız zengin bir kavramdır. Cömertlik, yiğitlik, adalet, iyilikseverlik, mertlik ve erdem gibi pek çok manayı içinde barındırır. Hâfız, dostluk ilişkisinin temelini bu kavrama dayandırır. Dostluk, sadece iyi günde bir araya gelmek değil, zor zamanda dostunun elinden tutmak, onun kusurunu örtmek, ona karşı daima cömert ve fedakâr olmaktır. Mürüvvet sahibi insan, dostuna karşı hesabi değil, hasbi davranır. Vefayı bir borç değil, bir karakter özelliği olarak görür. Bu ilke, sosyal dokuyu sağlamlaştıran, güveni ve sevgiyi perçinleyen harçtır. Tarih, dostlarına karşı mürüvvetle davranan liderlerin ve toplumların nasıl yükseldiğini, bu erdemi yitirenlerin ise nasıl dağılıp parçalandığını sayısız örnekle göstermektedir.
Beytin ikinci kanadı olan “müdârâ” ise genellikle yanlış anlaşılan, hatta zayıflıkla karıştırılan bir erdemdir. Oysa müdârâ, düşman karşısında sinmek veya iki yüzlü davranmak değil, bilgece bir idare etme sanatıdır. Aklı, sabrı ve stratejiyi kullanarak gereksiz çatışmalardan kaçınmak, düşmanlığın ateşini körüklemek yerine onu kontrol altında tutmaktır. Müdârâ, gücün akıllıca kullanılmasıdır. Düşmanlığın getireceği yıkımı öngörerek, daha büyük bir zararı önlemek için gösterilen bir dirayettir. Bu, Hz. Peygamber’in (s.a.v) Mekke fethindeki genel affı gibi, en büyük zaferin kalpleri kazanmak olduğunu bilenlerin yoludur. Düşmanını yok etmeye odaklanmak yerine, onun düşmanlığını yok etmeye odaklanan bir bilgeliktir. Bu ilke, hem bireyi gereksiz yıpranmalardan korur hem de toplumsal barışın devamlılığını sağlar.
Hâfız-ı Şirâzî, bu iki ilkeyi bir araya getirerek aslında kâmil insanın portresini çizer. Bu insan, sevgi ve merhametini dostlarından esirgemeyen bir kalp taşıdığı gibi, öfkesini ve gücünü kontrol edebilen bir akla da sahiptir. İçeride sevgi ve vefa ile birliği sağlarken, dışarıdan gelebilecek tehditleri de akıl ve bilgelikle bertaraf eder. İşte bu denge, bireye iç huzuru, topluma ise kalıcı bir barış ve selamet getirir.
Özet
Hâfız-ı Şirâzî, bu beytinde dünya ve ahiret mutluluğunun formülünü sunar. Bu formül iki temel esasa dayanır: İlki, dostlara karşı cömert, mert ve fedakâr olmayı ifade eden “mürüvvet”; ikincisi ise düşmanlıklara karşı akıllıca, sabırlı ve idareci bir tavır sergilemek olan “müdârâ”dır. Bu iki ahlaki ilke, hem kişisel huzurun hem de toplumsal barışın temelini oluşturur.

2. Makale: Güzellik Karşısında Dilin Acziyeti
Bu makale, şairi bilinmeyen (Lâedrî) bir beyitten yola çıkarak, mutlak güzellik karşısında kelimelerin ve tariflerin yetersiz kalışını konu almaktadır.
İktibas
او ادالر بو تبسم بزه دکدر بیلیرز
کلی تعريفه نه حاجت نه چیچکدر بیلیرز
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
O edâlar bu tebessüm bize dekdir biliriz
Gülü ta’rîfe ne hâcet ne çiçekdir biliriz
Lâedrî
İzah: Sevgilinin edaları, işveleri, cilveleri bize gelene kadardır, bunu biliriz. Bir güle benzeyen sevgiliyi tarif etmeye ne gerek var. Biz onun nasıl bir çiçek olduğunu biliriz.
Makale: Anlatılamayan Güzellik
Varlık âleminde bazı tecrübeler vardır ki, dil onları ifade etmekte aciz kalır. Aşk, vecd, derin bir hüzün veya hayranlık uyandıran mutlak bir güzellik… İşte bu tecrübeler, kelimelerin sınırlarını aşıp doğrudan ruha hitap eder. Divan edebiyatının “Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) imzasıyla ölümsüzleşen bu nadide beyti, tam da bu acziyeti ve aynı zamanda bu sezgili bilişi dile getirir: “Gülü ta’rîfe ne hâcet ne çiçekdir biliriz.”
Beytin ilk mısrası, sevgilinin nazının, edasının ve tebessümünün aşığa özel olduğu bilincini yansıtır. Bu, aşkın kişisel ve mahrem doğasına bir işarettir. Sevgilinin her bir hareketi, âşık için özel bir anlam taşır ve bu anlam başkaları tarafından anlaşılamaz. Bu yüzden sevgili, âşığın nazarında biriciktir.
Ancak beytin asıl vurucu noktası ikinci mısradır. Şair, klasik şiirin en temel mazmunlarından olan “gül”ü ele alır. Sevgili, güzelliği, zarafeti ve letafetiyle daima güle benzetilir. Fakat şair, bu benzetmeyi yaptıktan sonra onu açıklamaya, tarif etmeye, deliller getirmeye gerek duymaz. “Gülü tarif etmeye ne gerek var?” diye sorar ve cevabını kendisi verir: “Biz onun ne (nasıl bir) çiçek olduğunu biliriz.” Bu ifade, analitik bilginin değil, sezgisel ve kalbî bilginin üstünlüğünü vurgular.
Bir botanikçi için gül, Rosaceae familyasına ait, katmerli yaprakları, dikensi gövdesi ve belirli kimyasal bileşenlerden oluşan kokusuyla tanımlanabilecek bir bitkidir. Bu, aklın ve bilimin tarifidir. Ancak bir âşık için gül, sevgilinin yanağıdır, kokusu sevgilinin kokusudur, rengi onun mahcubiyetidir. Bu bilgi, laboratuvarda elde edilen bir bilgi değil, doğrudan tecrübe edilen, kalple bilinen bir hakikattir. Şairin “biliriz” demesi, bu tecrübeye dayanan kesin ve sarsılmaz imanı ifade eder.
Bu beyit, bize Platon’un “idealar dünyası”nı hatırlatır. Gördüğümüz her gül, asıl “gül ideası”nın bir yansımasıdır. Sevgili de yeryüzündeki mutlak güzelliğin bir tecellisidir. O güzellik bir kez kalbe dokunduğunda, artık ispat ve tarife ihtiyaç kalmaz. Onu anlatmaya çalışmak, güneşin varlığını bir mum ışığıyla ispatlamaya çalışmak gibi beyhude bir çabadır. Aşk ve güzellik, rasyonel aklın ötesinde, ruhun kendi diliyle anladığı bir sırdır. Bu sırra vakıf olanlar için susmak, en beliğ konuşmadır. Çünkü onlar bilirler; en güzel tarif, tarife sığmayandır.
Özet
Lâedrî’ye ait bu beyit, gerçek güzelliğin ve aşk tecrübesinin kelimelerle ifade edilemeyeceğini, ancak kalp gözüyle ve sezgiyle bilinebileceğini anlatır. Sevgiliyi bir güle benzeterek onu uzun uzun tarif etmeye gerek olmadığını, çünkü âşığın onun ne kadar eşsiz bir “çiçek” olduğunu zaten derinden bildiğini vurgular. Bu, rasyonel bilginin karşısında sezgili ve tecrübeye dayalı bilginin üstünlüğünü dile getiren hikmetli bir ifadedir.

3. Makale: Vefanın ve Teslimiyetin Zirvesi: “Ölme Var, Ayrılma Yoktur”
Bu makale, büyük divan şairi Şeyh Gâlib’in, aşk yolundaki mutlak sadakati ve her türlü cefa karşısındaki sarsılmaz duruşu anlatan beyti üzerine yoğunlaşmaktadır.
İktibas
اى كل باغ وفا معلومك اولسون بو سنك
خار جور ايله صاقين ترك ايلمم پيرامنك
اولمه وار آيريلما يوقدر اويله توتدم دامنك
كيزلسمده آشكار ايتسمده جانمسين بنم
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Ey gül-i bâğ-ı vefâ ma’lûmun olsun bu senin
Hâr-ı cevr ile sakın terk eylemem pîrâmenin
Ölme var ayrılma yokdur öyle tutdum dâmenin
Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim
Şeyh Gâlib
İzah: Ey vefa bağının gülü olan sevgili! Şu söyleyeceğim şey senin malûmun olsun. Bana çektirdiğin sıkıntıların bir diken gibi rahatsız etmesini bahane edip çevrenden ayrılmam. Senin eteğinden öyle bir tuttum ki ucunda ölüm bile olsa ayrılmak yok benim için. Gizlesem de benim canımsın, açığa vursam da.
Makale: Aşk Eteğine Sımsıkı Sarılmak
Aşk, sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir irade, bir karar ve sarsılmaz bir bağlılık eylemidir. Özellikle tasavvufi düşüncenin ve divan şiirinin derinliklerinde işlenen aşk, sevgilinin lütfu kadar kahrına da razı olmayı gerektiren çetin bir yoldur. Şeyh Gâlib, bu yolun en kararlı yolcusunun dilinden konuşarak, teslimiyetin ve vefanın manifestosunu yazar: “Ölme var ayrılma yokdur öyle tutdum dâmenin.”
Şair, sevgiliye “Ey vefa bağının gülü” diye hitap ederek söze başlar. Bu hitap, sevgilinin vefanın ve güzelliğin ta kendisi olduğunu, vefasızlığın ondan değil ancak âşığın kendisinden gelebileceğini ima eder. Ardından, sevgilinin çektirdiği sıkıntıları ve eziyetleri bir “diken”e benzetir. Gülün dikeni meşhurdur; güle ulaşmak isteyen, dikenin acısına katlanmak zorundadır. Şeyh Gâlib, bu “cevr dikeni”nin, yani sevgilinin eziyetinin, kendisini asla ondan uzaklaştıramayacağını kesin bir dille ifade eder. Bu, aşkın sadece sefadan ibaret olmadığını, cefayı da hazmettiren bir adanmışlık gerektirdiğini gösterir.
Beytin zirve noktası, üçüncü mısradır. “Dâmenini tutmak” (eteğini tutmak), divan şiirinde birine sığınmayı, ondan medet ummayı, ona bağlılığını bildirmeyi ve onu asla bırakmamayı ifade eden çok güçlü bir imgedir. Şair, sevgilinin eteğine öylesine bir sarılmıştır ki, bu bağlılığın nihai bedelinin “ölüm” olmasını bile göze almıştır. “Ölme var, ayrılma yoktur” ifadesi, bir yemin, bir ant içmedir. Bu, beşeri aşkın ötesinde, ilahi aşka uzanan bir teslimiyetin sesidir. Müridin mürşidine, kulun Allah’a olan sarsılmaz bağlılığıdır. Bu yolda geri dönüş yoktur; vazgeçmek, ölmekten daha beterdir.
Son mısra ise bu bağlılığın iç ve dış boyutunu tamamlar: “Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim.” Aşk, bazen sır gibi kalpte saklanır, bazen de bir feryat olup dillere düşer. Ancak her iki durumda da sevgilinin âşığın “canı” olduğu gerçeği değişmez. Bu, aşkın sadece bir hâl değil, bir “varlık” meselesi olduğunu gösterir. Sevgili, âşığın varlığının özü, canının ta kendisi olmuştur.
Şeyh Gâlib, bu beytiyle bize öğretir ki, gerçek bağlılık, şartlar ne olursa olsun devam edendir. Lütuf anında şükreden, kahır anında isyan etmeyip sabreden ve sevgilinin eteğini asla bırakmayan bir irade, aşkın en yüce mertebesine ulaşır. Bu, dikenli yollardan geçerek gül bahçesine vasıl olmanın sırrıdır.
Özet
Şeyh Gâlib, bu beytinde aşk yolundaki mutlak sadakati ve kararlılığı dile getirir. Sevgiliyi “vefa bağının gülü” olarak nitelendirir ve onun çektirdiği eziyetlerin dikeni ne kadar acıtsa da ondan asla ayrılmayacağını belirtir. Sevgilinin eteğine, ucunda ölüm olsa bile bırakmayacak şekilde sarıldığını ifade ederek, aşkındaki teslimiyetin ve vefanın derecesini ortaya koyar. Aşkını gizlese de açıklasa da sevgilinin onun canı olduğu gerçeği değişmez.

4. Makale: Vuslat Bayramı ve “İrciî” Hitabı
Bu makale, Aşkî’ye ait olan ve tasavvufi bir bakış açısıyla ölümü bir son değil, Rabb’e dönüşün ve vuslatın kutlandığı bir “bayram” olarak gören beyit üzerine kurulmuştur.
İktibas
شراب عشقی نوش ايتدر يا رب
ايچلم ايمانله بيرام ايده‌لم
ارجعی خطابك كوش ايتدر يا رب
كوچلم ايمانله بيرام ايده‌لم
Şarâb-ı aşkını nûş ettir yâ Rab
İçelim imânla bayrâm edelim
“İrci’î” hitâbın gûş ettir yâ Rab
Göçelim imânla bayrâm edelim
Aşkî
İzah: Ey Rabbim! Bize senin aşkının şarabını içir. Derin bir tefekkürle içip bayram edelim. “[Rabbine] dön” hitabını bize duyur. Böylece dünyadan göçüp bayram edelim. [Ey Allah’ın rızasıyla huzura eren nefis! Rabbini hoşnut etmiş ve sen de Rabbin tarafından hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön – Fecr Sûresi/27-28]
Makale: Ölümü Bayram Bilmek Sanatı
İnsan için en büyük korkulardan ve bilinmezlerden biri ölümdür. Ölüm, genellikle bir son, bir ayrılık, bir hüzün olarak anlaşılır. Ancak maneviyat ve irfan yolcuları için ölüm, perdenin ardındaki hakikate ulaşmak, asıl vatana dönmek ve Sevgili’ye kavuşmaktır. Şair Aşkî, bu derin bakış açısını bir dua ve niyaz formunda dile getirerek, ölümü bir matemden çıkarıp bir “bayram” coşkusuna dönüştürür.
Şair, duasına dünyevi bir taleple değil, manevi bir arzuyla başlar: “Şarâb-ı aşkını nûş ettir yâ Rab.” Buradaki “aşk şarabı”, aklı baştan alan, kişiyi geçici dünya zevklerinden koparıp ilahi bir sarhoşlukla kendinden geçiren ilahi aşkın metaforudur. Bu şarabı “imanla” içme talebi, bu manevi tecrübenin şuurlu bir teslimiyet içinde yaşanması arzusunu ifade eder. Bu şarabı içen arif için dünya, bir bayram yerine dönüşür; her zerrede O’nun tecellisini görür ve her an bir coşku içinde yaşar.
Beytin ikinci yarısı ise bu manevi yolculuğun zirvesini ve nihai hedefini konu alır. Şair, Allah’tan Fecr Suresi’nde geçen o kutlu hitabı duymayı diler: “‘İrci’î’ hitâbın gûş ettir yâ Rab.” “İrci’î” yani “Dön!” emri, dünyadaki imtihanını başarıyla tamamlamış, nefsini terbiye etmiş ve Allah’tan razı olmuş mutmain (huzura ermiş) nefse yapılan ilahi bir davettir. Bu davet, “Rabbine dön!” çağrısıdır. Bu, bir azarlama veya hesaba çekme çağrısı değil, bir onurlandırma, bir vuslat müjdesidir.
Bu ilahi daveti duyan ruh için “göçmek”, yani ölmek, bir yok oluş değil, bir bayramdır. Tıpkı gurbetteki birinin yıllar sonra sevdiklerine kavuştuğu an gibi, ruhun da asıl sahibi olan Rabb’ine kavuştuğu andır. Aşkî, bu göçü de “imanla” gerçekleştirmeyi dileyerek, son nefese kadar imandan ayrılmama arzusunu belirtir. Böylece, aşk şarabıyla başlayan manevi ziyafet, “İrciî” hitabıyla taçlanan bir vuslat bayramıyla sona erer.
Bu beyit, İslâm tasavvufunun ölüme bakışını muhteşem bir şekilde özetler. Hz. Mevlana’nın ölüm gününü “Şeb-i Arûs” (Düğün Gecesi) olarak adlandırması da aynı düşüncenin bir yansımasıdır. Hayatını ilahi aşkla yaşayan, her anını O’nun rızasını kazanmak için bir fırsat bilen bir kul için ölüm, korkulacak bir son değil, hasretle beklenen bir kavuşma anı, bir “bayram”dır. Aşkî’nin duası, her müminin kalbinde taşıdığı bu en ulvi arzunun şiirleşmiş halidir.
Özet
Aşkî, bu beytinde Allah’tan ilahi aşk şarabını içirmesini ve bu manevi sarhoşlukla dünyayı bir bayram gibi yaşamayı diler. Ardından, Fecr Suresi’ndeki “Rabbine dön” hitabını duymayı ve bu ilahi davetle dünyadan göçerek, ölümü de bir vuslat bayramına dönüştürmeyi niyaz eder. Beyit, tasavvuftaki “ölümün bir son değil, Sevgili’ye kavuşma anı olduğu” inancını etkileyici bir dille ifade eder.

5. Makale: Gerçek Zenginlik ve Huzurun Sırrı: Kanaat Eteği
Bu makale, Koca Râgıb Paşa’nın, dünya süsüne aldanmayıp kanaat ve tevekkül ile yaşamanın gerçek huzur ve nimete ulaşmanın yolu olduğunu anlatan hikmet dolu beyti üzerine bir tefekkürdür.
İktibas
جهان آلايشندن دستشوى اول راحت ايسترسه ك
قناعت دامنن الدن بيراقما نعمت ايسترسه ك
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Cihân âlâyişinden dest-şûy ol rahat istersen
Kanâ’at dâmenin elden bırakma ni’met istersen
Koca Râgıb Paşa
İzah: Ey insan! Eğer rahat etmek istiyorsan, bu dünyanın süsünden, gösterişinden, debdebesinden elini çek. Bunlara bulaşma, tenezzül etme. Eğer hakiki mânâda nimet istiyorsan, asla kanaat ve tevekkül eteğini elinden bırakma.
Makale: Dünyanın Süsünden El Yıkayıp Kanaat Eteğine Sarılmak
İnsan, doğası gereği daima daha fazlasını isteyen, tatminsiz bir varlıktır. Modern dünya, bu tatminsizliği sürekli körükleyerek mutluluğu tüketime, huzuru ise maddi varlığa endekslemiş durumdadır. Ancak tarih boyunca bilge insanlar ve arifler, gerçek huzurun ve zenginliğin bu yönde olmadığını, tam aksine “az”da ve “yeterli”de gizli olduğunu söylemişlerdir. Osmanlı’nın bilge sadrazam ve şairlerinden Koca Râgıb Paşa, bu kadim hikmeti iki mısralık bir düsturla ölümsüzleştirmiştir.
İlk mısra, rahat ve huzur arayanlara net bir reçete sunar: “Cihân âlâyişinden dest-şûy ol rahat istersen.” “Cihân âlâyişi”, dünyanın aldatıcı süsü, gösterişi, makam, mevki, şan, şöhret ve bitmek bilmeyen hırslardır. “Dest-şûy olmak” ise “el yıkamak”, yani bir şeyi tamamen terk etmek, ondan vazgeçmek, onunla ilişkiyi kesmek demektir. Paşa, rahatlığın anahtarının, bu bitmez tükenmez istekler ve gösteriş yarışından bilinçli bir şekilde çekilmek olduğunu söyler. Bu, dünyayı tamamen terk etmek anlamına gelen bir keşişlik değil, dünyanın kalbe girmesine izin vermemek, onu bir amaç değil, bir araç olarak görmektir. Dünyanın süsüne kapılan insan, sürekli bir endişe, kaybetme korkusu ve başkalarıyla rekabet etme stresi içinde yaşar. Bu yüklerden “el yıkayan” ise hafifler, özgürleşir ve deruni bir rahata kavuşur.
Rahata kavuşmanın yolunu gösterdikten sonra şair, gerçek nimete, yani hakiki zenginliğe ulaşmanın sırrını açıklar: “Kanâ’at dâmenin elden bırakma ni’met istersen.” “Kanaat”, elindekine razı olmak, azla yetinmek ve gözünü başkasının malından sakınmaktır. Ancak bu, tembellik veya miskinlik değildir. Tam aksine, elinden gelen çabayı gösterdikten sonra Allah’ın takdirine razı olmanın getirdiği bir iç zenginliğidir. “Kanaat dâmeni” (kanaat eteği), tıpkı Şeyh Gâlib’in beytindeki gibi, sığınılacak, korunulacak ve asla bırakılmaması gereken manevi bir sığınaktır.
Kanaat eden insan, dünyanın en zengin insanıdır. Çünkü onun mutluluğu, dış şartlara veya sahip olduğu nesnelere bağlı değildir. Mutluluğu kendi içindedir. Bu, Büyük İskender’in, bir fıçının içinde yaşayan Diyojen’e “Dile benden ne dilersen” dediğinde, “Gölge etme, başka ihsan istemem” cevabını almasındaki hikmetin ta kendisidir. Diyojen, güneşin sıcaklığı gibi en temel bir nimetle yetinerek, dünyanın en güçlü imparatoruna muhtaç olmadığını göstermiştir. İşte kanaat, insana böyle bir onur ve özgürlük bahşeden en büyük nimettir.
Koca Râgıb Paşa’nın bu beyti, günümüz insanının içine düştüğü tüketim çılgınlığına ve doyumsuzluk tuzağına karşı asırlar öncesinden bir uyarı niteliğindedir. Gerçek rahat, vazgeçebilme cesaretinde; gerçek nimet ise elindekinin kıymetini bilme erdeminde, yani kanaatte gizlidir.
Özet
Koca Râgıb Paşa, bu beytinde huzur ve nimet arayışındaki insana iki temel öğüt verir. Gerçek bir rahata kavuşmak isteyen kişi, dünyanın aldatıcı süsünden, gösterişinden ve hırslarından elini çekmelidir. Hakiki ve kalıcı nimete (zenginliğe) ulaşmak isteyen ise, elindekine razı olmayı ve azla yetinmeyi ifade eden kanaat erdemine sımsıkı sarılmalı, onu asla elden bırakmamalıdır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
11/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 12th, 2025