BERCESTE VE İZAHI – 40 –

 

BERCESTE VE İZAHI – 40 –

1: Hayâlî Bey’in Hikmet Penceresi
İktibas
• Osmanlıca Metin:
ايستر ايسه ك ألمغه حكمت كتابندن سبق
خامهٔ قدرت نه يازمش صفحهٔ اشجاره باق
• Transkripsiyon:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
İster isen almaya hikmet kitâbından sebak
Hâme-i kudret ne yazmış safha-i eşcâra bak
Hayâlî Bey
• Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Eğer hikmet kitabından ders almak istiyorsan,
Allah’ın ezeli kudret kaleminin kâinatın sayfalarına yazmış olduğu işaretlere, ibret levhalarına bak.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, tasavvufi ve hikemî (felsefi) şiirin en güzel örneklerinden biridir. Şair Hayâlî Bey, hakiki bilginin ve bilgeliğin kaynağını işaret eder. Beyitin merkezinde “kâinat kitabı” metaforu yer alır.
• Hikmet Kitabı: İnsanlar tarafından yazılmış kitapların ötesinde, asıl “hikmet kitabı”nın bizzat evrenin kendisi olduğu vurgulanır. Bilgelik (hikmet) arayan bir kişinin, laboratuvarı veya kütüphanesi tüm tabiat olmalıdır.
• Sebak Almak: “Ders almak” anlamına gelen bu ifade, pasif bir bakışın yeterli olmayacağını, bilinçli bir öğrenme ve anlama çabası gerektiğini ima eder.
• Hâme-i Kudret: “Kudret kalemi” demektir. Bu, Allah’ın yaratma fiilini estetik ve sanatsal bir eyleme dönüştüren güçlü bir ifadedir. Evrendeki her varlık, bu kudret kaleminin bir harfi, bir kelimesi veya bir cümlesidir. Bu kalem, mürekkebi olmadan yazar ve yazdığı her şeyde sonsuz bir mana gizlidir.
• Safha-i Eşcâr: “Ağaçların sayfası” anlamına gelir. Şair, koca kâinat kitabından somut ve her an gözümüzün önünde olan bir örnek seçer: ağaçlar. Bir ağacın tohumdan filizlenmesi, büyümesi, yaprak açması, çiçeklenmesi, meyve vermesi ve sonbaharda yapraklarını dökmesi, adeta bir kitabın sayfaları gibi okunup tefekkür edilecek ilahi mesajlarla doludur.
Beyit, insanı çevresine karşı daha dikkatli, daha derin ve daha anlam arayan bir gözle bakmaya davet eder. Bilimsel gözlem ile manevi tefekkürün aslında aynı hedefe, yani hakikati anlamaya yönelik olduğunu telkin eder.
Makale: Kâinat Kitabını Okuma Sanatı
İnsanlık tarihi, bitmek bilmeyen bir anlam arayışının öyküsüdür. Mağara duvarlarına çizilen ilk resimlerden, en karmaşık felsefi metinlere kadar insanoğlu, varoluşun sırrını ve hayatın gayesini çözmeye çalışmıştır. Bu yolda sayısız kitap yazılmış, nice düşünce sistemi geliştirilmiştir. Ancak 16. yüzyılın büyük şairi Hayâlî Bey, bize bu arayışta gözden kaçırdığımız en temel ve en muhteşem kaynağı hatırlatır:
“İster isen almaya hikmet kitâbından sebak / Hâme-i kudret ne yazmış safha-i eşcâra bak”
Bu beyit, bilgelik arayan ruhlara bir pusula sunar. O, hikmetin tozlu raflarda, mürekkepli sayfalarda hapsolmadığını; asıl büyük “Hikmet Kitabı”nın, bizzat yaşadığımız evren olduğunu söyler. Bu kitabın yazarı ise “Hâme-i Kudret” yani Kudret Kalemi’dir. Bu kalem, ilahi bir sanatkârın elinde, kâinatın her bir zerresine sonsuz manalar işlemiştir.
Hayâlî, bu devasa kitabın içinden özellikle bir sayfayı dikkatimize sunar: “safha-i eşcâr,” yani ağaçların sayfası. Neden ağaçlar? Çünkü bir ağaç, varoluşun tüm tekrarını sessiz bir bilgelikle sergileyen canlı bir anıttır. Toprağın derinliklerine saldığı kökleriyle sabrı ve sebatı, gökyüzüne uzanan dallarıyla yücelme arzusunu, her bahar yeniden yeşeren yapraklarıyla ölümden sonraki dirilişi ve umudu anlatır. Bir ağacın gövdesindeki halkalar, geçen zamanın ve yaşanmışlıkların tarihidir. Bir yaprağın üzerindeki damarlar, en mükemmel ulaşım ağının haritasıdır. Bir meyvenin içindeki çekirdek, devasa bir potansiyelin küçücük bir hacme nasıl sığdırıldığının mucizevi bir isbatıdır. İşte tüm bunlar, Kudret Kalemi’nin yazdığı işaretlerdir.
Bu beyit, modern insanın doğadan kopukluğuna da bir eleştiri niteliğindedir. Beton duvarlar arasında, ekranların yapay ışığında yaşayan bizler, bu ilahi metni okumayı unuttuk. Bir çiçeğin açılışındaki estetiği, bir kar tanesinin eşsiz geometrisini, bir nehrin akışındaki teslimiyeti “görmek” yerine sadece “bakıyoruz”. Oysa Hayâlî’nin dediği gibi, bu kitaptan “sebak almak”, yani ders çıkarmak için bilinçli bir okuma, bir tefekkür eylemi gerekir. Bu, evrene bir laboratuvar gibi bakan bilim insanının dikkatiyle, bir sanat eserine hayranlıkla bakan sanatçının ruhunu birleştirmektir.
Sonuç olarak, Hayâlî Bey’in bu ölümsüz beyti, bize gerçek bilgeliğin anahtarının, etrafımızdaki dünyaya ibret ve hayret nazarıyla bakabilmekte yattığını öğretir. Hikmet, dağların zirvesinde, okyanusların derinliğinde ve en çok da bir ağacın sayfasında yazılıdır. Yeter ki biz okumayı bilelim.
Özet
Hayâlî Bey’in beyti, gerçek bilgeliğin (hikmet) insan eliyle yazılmış kitaplardan ziyade, bizzat kâinatın kendisinden öğrenileceğini ifade eder. Allah’ın “Kudret Kalemi” ile yazdığı bu evren kitabında, ağaçlar gibi doğal unsurlar, üzerinde düşünülmesi gereken ilahi mesajlarla dolu sayfalardır. Beyit, insanı doğayı ve evreni tefekkür ederek, yani derinlemesine düşünerek okumaya ve böylece hakiki bilgiye ulaşmaya davet eder.
2: Lâedrî’nin Erdem Aynası
İktibas
• Osmanlıca Metin:
فارغ اول عيبك كوزتمه كيمسه نك
تاكه حق ستر ايله يه عيبك سنك
• Transkripsiyon:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Fâriğ ol aybın gözetme kimsenin
Tâ ki Hak setreyleye aybın senin
Lâedrî
• Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Boşver, kimsenin ayıbını, kusurunu araştırma.
Böylelikle Allah Teâlâ da senin ayıplarını setretsin, örtsün.
İzah ve Açıklama
“Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) mahlasıyla anılan bu beyit, toplumsal ahlakın ve bireysel erdemin temel taşlarından birini veciz bir şekilde ortaya koyar. Beyit, ilahi bir prensip olan “nasıl muamele edersen, öyle muamele görürsün” kaidesini temel alır.
• Fâriğ ol: “Vazgeç, el çek, meşgul olma” anlamına gelir. Bu, basit bir “boşverme” eyleminden çok, bilinçli bir tercih ve irade gerektiren bir tutumdur. Kişinin enerjisini ve dikkatini başkalarının kusurlarından çekip almasıdır.
• Aybın Gözetme: Başkalarının hatalarını, kusurlarını, eksiklerini merak edip araştırmak, gözetlemek ve ifşa etmekten kaçınmayı ifade eder. Bu, dedikodunun, gıybetin ve suizannın (kötü zan besleme) panzehiridir.
• Tâ ki: Bir şart ve sonuç ilişkisi kurar. İlk mısrada istenen ahlaki davranışın, ikinci mısradaki ilahi mükafatın sebebi ve ön koşulu olduğunu belirtir.
• Hak Setreyleye: “Setretmek”, örtmek, gizlemek demektir. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri de “es-Settâr”dır (ayıpları örten). Beyit, sen başkalarının ayıbını örtersen, Allah’ın da senin -belki çok daha büyük olan- ayıplarını hem bu dünyada hem de ahirette örteceğini müjdeler.
Bu beyit, insanın kendi kusurluluğunu idrak etmesiyle başlayan bir ahlak anlayışı sunar. Başkasının kusuruna odaklanan insan, kendi kusurlarını görmekten aciz kalır. Kendini kusursuz sanma kibrine kapılır. Oysa kendi acizliğini ve hatalarını bilen kişi, başkalarına karşı daha hoşgörülü ve merhametli olur.
Makale: Kusur Avcılığından İlahi Merhamete
İnsan, doğası gereği hemcinslerini tartan, ölçen ve yargılayan bir varlıktır. Gözlerimiz, çoğu zaman bir başkasının yürüyüşündeki aksaklığı, sözündeki yanlışı veya davranışındaki eksiği bulmaya meyyaldir. Bu “kusur avcılığı”, benliğimizi okşayan tehlikeli bir oyundur; çünkü başkasının hatasını tespit ettiğimizde, geçici bir üstünlük ve kusursuzluk yanılmasına kapılırız. İşte bu yaygın insani zaafa karşı, anonim bir bilgenin kaleminden damlayan şu iki mısra, asırlardır yolumuzu aydınlatan bir ahlak dersi verir:
“Fâriğ ol aybın gözetme kimsenin / Tâ ki Hak setreyleye aybın senin”
Söyleyeni bilinmese de her vicdanın tanıdığı bu ses, bize basit ama derin bir ilahi denklemi sunar. Denklem, “vazgeçmekle” başlar. “Fâriğ ol” yani, “bırak bu işi, elini eteğini çek başkalarının kusurlarını araştırmaktan.” Bu, bir görmezden gelme veya umursamazlık değil, bilinçli bir erdem eylemidir. Kendi zihni ve ruhi enerjini, başkalarının hayatındaki olumsuzlukları deşifre etmek için harcamaktan vazgeçmektir. Çünkü başkasının ayıbına dikilen her bakış, aslında kendi ruhumuzdaki bir kör noktadan beslenir.
Beyitin ikinci mısrası ise bu erdemli davranışın karşılığını, yani ilahi mükafatı açıklar. Bu bir pazarlık değil, bir sebep-sonuç ilişkisidir. Sen, fanî ve aciz bir kul olarak, bir başka kulun hatasını örtme büyüklüğünü gösterdiğinde, Kâinatın Yaratıcısı olan ve es-Settâr (Ayıpları Örten) ismine sahip olan Allah da senin ayıplarını örtecektir. Bu, muazzam bir güvencedir. Kendi kusurlarımızın, günahlarımızın ve eksikliklerimizin farkında olan bizler için bundan daha büyük bir teselli olabilir mi? Başkasına uzattığımız bir avuç merhamet, bize ilahi bir rahmet okyanusu olarak geri döner.
Bu beyit, aynı zamanda sağlıklı bir toplumun da formülünü verir. İnsanların birbirinin açığını aradığı, en küçük bir hatanın dilden dile dolaştığı, gıybetin ve iftiranın kol gezdiği bir toplumda ne güven ne de huzur kalır. Herkes, diken üstünde yaşar. Oysa kusurların örtüldüğü, hataların affedildiği, insanların birbirine merhamet ve anlayışla yaklaştığı bir toplum, manevi bir kale gibi sağlam ve korunaklıdır.
Sonuç olarak Lâedrî’nin bu beyti, bizi bir an durup düşünmeye davet eder. Başkalarının hayatına uzattığımız mercekle kendi hayatımıza bakmaya cesaretimiz var mı? Başkalarını yargıladığımız mahkemede kendimiz yargılanmaya razı mıyız? Eğer bu sorulara cevabımız “hayır” ise, o halde yapmamız gereken bellidir: başkalarının ayıplarından fâriğ olmak ve bizi kendi ayıplarımızla baş başa bırakmayacak olan ilahi merhamete sığınmak.
Özet
Lâedrî’ye ait bu beyit, ahlaki bir ilkeyi vurgular: Eğer Allah’ın senin kusurlarını örtmesini istiyorsan, sen de başkalarının kusurlarını araştırmaktan ve ortaya dökmekten vazgeçmelisin. Bu tutum, hem bireysel bir erdem hem de toplumsal huzurun temelidir. Başkalarına gösterilen merhamet ve hoşgörünün, ilahi merhameti celbeden bir vesile olduğu anlatılır.
3: Bâkî’nin Ebedî Sadâsı
İktibas
• Osmanlıca Metin:
آوازه یی بو عالمه داود كبی صال
باقی قالان بو قبه ده بر خوش صدا ايمش
• Transkripsiyon:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Bâkî
• Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Sesini bu dünyaya Hz. Davut gibi sal.
Çünkü bu gökkubbenin altında sonsuza kadar kalıcı olan yalnız bıraktığın bir hoş sada imiş.
İzah ve Açıklama
Osmanlı şiirinin “Sultânü’ş-Şuarâ” (Şairler Sultanı) olarak anılan üstadı Bâkî, bu beyitinde fâni dünya ile bâkî (ebedî) olan arasındaki ilişkiyi, “hoş sadâ” (güzel ses, güzel yankı) imgesi üzerinden kurar.
• Âvâze: Ses, ün, şöhret demektir.
• Hz. Dâvûd: Kur’an-ı Kerim’de ve diğer ilahi metinlerde kendisine Zebur’un verildiği, demire kolayca şekil verebildiği ve sesinin son derece güzel olduğu belirtilen bir peygamberdir. O’nun sesiyle zikretmeye başladığında dağların ve kuşların kendisine eşlik ettiği rivayet edilir. Dolayısıyla Divan şiirinde Hz. Dâvûd, güzel ve etkileyici sesin zirve sembolüdür.
• Bu Kubbe: “Bu gökkubbe” demektir ve kasıt dünyadır. Dünya, geçici bir mekân, altından gelip geçilen bir kubbe olarak tasvir edilir.
• Bâkî Kalan: Şair burada kendi mahlası olan “Bâkî” (ebedî, kalıcı) kelimesiyle tevriye sanatı yaparak hem “kalıcı olan şey” anlamını hem de “Ey Bâkî!…” şeklinde kendi kendine seslenme anlamını kastedebilir. Bu, şiire derin bir katman ekler.
• Hoş Sadâ: Sadece güzel bir ses değil, aynı zamanda insanın arkasında bıraktığı güzel hatıra, iyi isim, hayırlı işler, kalıcı eserler ve olumlu etkidir. Yani, insanın vefatından sonra bile hayırla anılmasına vesile olan her şey “hoş sadâ”dır.
Beyit, hayatın geçiciliğini ve bu kısa hayatta neyin peşinde koşulması gerektiğini sorgular. Mal, mülk, makam gibi fâni şeyler bu gökkubbenin altında kalıcı değildir. Asıl kalıcı olan, insanın geride bıraktığı güzel yankı, yani “hoş sadâ”dır.
Makale: Gök Kubbede Bâkî Kalan Miras
Hayat, büyük bir sahne, gökkubbe ise bu sahnenin tavanıdır. Her birimiz bu sahnede bize verilen rolü oynar ve vaktimiz dolduğunda sessizce çekiliriz. Krallar, fatihler, zenginler ve fakirler… Hepsi bu kubbenin altından birer birer geçip gitmiştir. Geriye ne kalmıştır onlardan? Saraylar yıkılmış, hazineler dağılmış, güç ve iktidar el değiştirmiştir. İşte bu ebedî soruya, mahlası “Bâkî” (sonsuz) olan büyük şair, yine kendi adıyla mühürlediği eşsiz bir cevap verir:
“Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”
Bâkî, bize bu fâni dünyaya kalıcı bir imza atmanın sırrını fısıldar. Bu imza, altından veya mermerden değil, “sesten” yapılmıştır. Ama her ses değil; Hz. Dâvûd’un sesi gibi bir ses… Hz. Dâvûd’un sesinin güzelliği o denli efsanevidir ki, o zikrederken cansız dağlar ve şuursuz kuşlar bile dile gelip ona eşlik ederdi. Bu, sadece estetik bir güzellik değil, aynı zamanda hakikatin ve iyiliğin yankılandığı, kalpleri harekete geçiren ilahi bir tınıdır. Bâkî, “Sen de bu dünyaya böyle bir ses bırak,” der. Öyle bir ses ki, sen gittikten sonra bile dağlarda, vadilerde, en önemlisi de insanların gönüllerinde yankılanmaya devam etsin.
Peki, nedir bu “hoş sadâ”? Bu, sadece güzel konuşmak veya şarkı söylemek değildir. “Hoş sadâ,” bir bilim insanının insanlığa armağan ettiği bir buluş, bir sanatkârın tuvaline veya mermerine işlediği bir güzellik, bir devlet adamının tesis ettiği adalet, bir annenin evladına öğrettiği bir erdem, sıradan bir insanın bir yetimin başını okşarken fısıldadığı bir şefkat cümlesidir. Bir gönül yapmak, bir yarayı sarmak, karanlığa bir mum yakmak, arkada hayırla anılacak bir eser veya bir gelenek bırakmak… İşte bunların hepsi, gök kubbede yankılanan “hoş sadâ”lardır.
Bu beyit, modern dünyanın başarı takıntısına da meydan okur. Günümüz dünyası, başarıyı genellikle maddi birikim, şöhret ve güçle ölçer. Oysa Bâkî, bize asıl “bâkî” olanın, yani kalıcı olanın, nicelikte değil nitelikte, parada değil manada, güçte değil gönülde olduğunu hatırlatır. İnsan öldükten sonra banka hesapları sıfırlanır, makam koltukları boşalır. Ama arkasında bıraktığı “hoş sadâ,” nesiller boyu yaşamaya devam eder. Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Bâkî’nin sadâsı, asırlardır bu kubbe altında çınlamaya devam etmiyor mu?
Her birimiz, ömrümüzün sonunda bu kubbenin altından ayrılacağız. O gün geldiğinde ardımızda ne bırakacağımızı bugünden düşünmeliyiz. Bâkî’nin tavsiyesine uyup bu âleme Dâvûdî bir sada mı salacağız, yoksa gürültüler içinde kaybolup giden anlamsız bir fısıltı mı olacağız? Seçim bizimdir.
Özet
Şair Bâkî, bu beyitinde hayatın geçiciliğine dikkat çekerek, bu dünyada kalıcı olan tek şeyin insanın arkasında bıraktığı güzel anı, iyi isim ve hayırlı işler olduğunu vurgular. “Hoş sadâ” (güzel ses/yankı) metaforuyla ifade edilen bu kalıcı miras, Hz. Dâvûd’un dağları bile etkileyen güzel sesi gibi, etkili ve olumlu olmalıdır. Beyit, insanı maddi ve fâni hedefler yerine, manevi ve kalıcı bir iz bırakmaya teşvik eder.

4: Lâedrî’nin Sağlık ve Dindarlık Formülü
İktibas
• Osmanlıca Metin:
معده تهی تن درست
كيسه تهی دين درست
• Transkripsiyon:
Müfte’ilün Fâ’ilün
Mi’de tehî ten dürüst
Kîse tehî dîn dürüst
Lâedrî
• Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Mide boşsa beden sağlıklı,
kese boşsa din sağlıklı.
İzah ve Açıklama
Bu son derece kısa, öz ve darb-ı mesel (atasözü) niteliğindeki beyit, “sehl-i mümteni” sanatının (söylenmesi çok kolay görünen ama benzerini söylemek neredeyse imkânsız olan söz) mükemmel bir örneğidir. Lâedrî, iki mısrada iki temel hayat prensibini özetler: bedeni sağlık ve ruhi (dini) sağlık.
• Mi’de tehî ten dürüst: “Boş mide, sağlam beden” demektir. Bu mısra, tıbbî bir gerçeği dile getirir. Aşırı yemenin (oburluk) pek çok hastalığın anası olduğu, az yemenin ve orucun ise bedeni dinlendirip sağlığını koruduğu hem kadim tıpta hem de modern bilimde kabul gören bir görüştür. “Tehî” (boş) kelimesi, açlıktan ölmek değil, tokluktan ve aşırılıktan kaçınmak, yani itidali (ölçülülük) esas almak anlamına gelir.
• Kîse tehî dîn dürüst: “Boş kese, sağlam din” demektir. Bu mısra ise manevi bir prensibi ifade eder. “Kese”, parayı, serveti, mal mülk hırsını ve genel olarak dünyevî zenginliği simgeler. Beyite göre, servet birikimi ve para hırsı, insanın dinini ve ahlakını bozmaya meyillidir. Çünkü zenginlik; kibre, bencilliğe, harama bulaşmaya, fakiri hor görmeye ve Allah’ı unutmaya sebep olabilir. “Boş kese” ise fakirliği övmekten ziyade, dünyaya ve mala mülke karşı kalpteki bağımlılığın olmamasını, yani zühdü (dünyaya karşı isteksizlik) ve istiğnayı (gönül tokluğu) ifade eder. Zengin olup da gönlünde mala yer vermeyen kişi de bu kapsama girer.
Beyit, maddi ve manevi dünyada “azlığın” ve “boşluğun” getirdiği “sağlamlığı” ve “doğruluğu” karşılaştırarak, insanı her iki alanda da sadeliğe ve ölçülü olmaya davet eder.
Makale: Azlığın Bilgeliği: Sağlıklı Beden, Sağlam İnanç
Modern çağ, insanı sürekli “daha fazlasını” istemeye teşvik eden bir düşünce üzerine kuruludur: daha fazla yemek, daha fazla para, daha fazla eşya, daha fazla tüketim… Bu bitmek bilmeyen “daha” arayışı, ruhları yorgun, bedenleri hasta, keseleri dolu ama kalpleri boş insanlar yaratmıştır. Oysa asırlar öncesinden bir bilgenin (Lâedrî) iki kelimelik mısralarla fısıldadığı hikmet, bu modern yanılmanın tam kalbine bir neşter vurur:
“Mi’de tehî ten dürüst / Kîse tehî dîn dürüst”
Bu beyit, bir hayat düşüncesinin en yoğunlaştırılmış halidir. İlk mısra, bedenin manifestosudur: “Mide boşsa, beden sağlıklıdır.” Bu, açlık güzellemesi değil, tokluk eleştirisidir. İnsanın en temel duygularından biri olan yeme arzusunun kontrolsüz bırakıldığında, bedeni nasıl bir hastalıklar hapishanesine çevirdiğini anlatır. Tıka basa doldurulmuş bir mide, bedenin tüm enerjisini sindirime harcamasına neden olur, uyuşukluk ve tembellik verir, organları yorar ve sayısız hastalığa davetiye çıkarır. Oysa ölçülü yiyen, midesine dinlenmesi için fırsat veren bir beden, zinde, enerjik ve sağlıklıdır. Bu, orucun sadece manevi değil, aynı zamanda bedeni bir şifa olduğunun da edebi bir ifadesidir.
İkinci mısra ise ruha ve imana seslenir: “Kese boşsa, din sağlıklıdır.” Bu, fakirliğin kutsanması değil, zenginliğin ve servet hırsının getirebileceği manevi tehlikelere karşı bir uyarıdır. Dolu bir kese, çoğu zaman dolu bir kalbin ve meşgul bir zihnin habercisidir. Malı koruma endişesi, daha fazla kazanma hırsı, servetin getirdiği kibir ve insanları küçük görme eğilimi, kalbi katılaştırır ve Allah’a olan bağı zayıflatır. Para, meşru bir araç olmaktan çıkıp amaç haline geldiğinde, dinin ve ahlakın en büyük düşmanlarından birine dönüşebilir. “Boş kese,” malın kölesi olmamayı, gönül zenginliğini ve istiğnayı temsil eder. Gerçek zenginlik, kesenin doluluğunda değil, kalbin mala karşı olan ihtiyatsızlığındadır.
Bu iki mısra arasında muhteşem bir paralellik vardır. Midenin aşırı doluluğu bedeni nasıl zehirliyorsa, kasanın ve kesenin aşırı doluluğuna yönelik hırs da ruhu öyle zehirler. Biri biyolojik sağlığı, diğeri manevi sağlığı tehdit eder. Her ikisinin de ilacı aynıdır: itidal, sadelik ve “az” ile yetinme bilgeliği.
Lâedrî’nin bu beyti, günümüzün tüketim ve obezite kültürüne, materyalist hayat tarzına karşı zamansız bir reçetedir. Bize hatırlattığı şudur: Gerçek sağlık ve huzur, biriktirmekte ve tüketmekte değil, arınmakta ve sadeleşmektedir. Hem midemizi hem de kesemizi gereksiz ağırlıklardan kurtardığımızda, hem bedenimiz hem de dinimiz “dürüst” yani sağlam ve doğru olacaktır.
Özet
Lâedrî’nin bu veciz beyti, bedeni ve ruhi sağlık için iki temel prensip sunar. İlk mısrada, az yemenin ve boş bir midenin bedeni sağlıklı ve zinde tutacağı belirtilir. İkinci mısrada ise, para ve servet hırsından uzak durmanın, “boş bir keseye” yani dünyaya karşı kanaatkâr bir kalbe sahip olmanın, insanın dinini ve ahlakını sağlam tutacağı ifade edilir. Beyit, her iki alanda da sadeliği ve ölçülülüğü över.

5: Mehmed İzzet’in Başarı Formülü
İktibas
• Osmanlıca Metin:
فيضياب اولمق ديلرسه ك عقله يار ايت طالعی
يوقسه بر شی حاصل اولماز ساده استعددن
• Transkripsiyon:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Feyz-yâb olmak dilersen akla yâr et tâli’i
Yoksa bir şey hâsıl olmaz sâde isti’dâddan
Mehmed İzzet
• Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Eğer ilim, irfan, feyiz sahibi olmak istersen talihini aklına yâr et.
Yoksa sadece kabiliyetle herhangi bir şey elde etmek mümkün değildir.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, kişisel gelişim ve başarı düşüncese üzerine yazılmış hikemî bir sözdür. Şair Mehmed İzzet, hedefe ulaşmak için gereken unsurları dengeli bir şekilde formüle eder. Başarının tek bir faktöre bağlanamayacağını, birden çok dinamiğin bir araya gelmesi gerektiğini vurgular.
• Feyz-yâb olmak: “Feyze ulaşmak, feyiz bulmak” demektir. Feyiz; bereket, bolluk, ilim, irfan, manevi bir aydınlanma ve başarı gibi geniş anlamları ihtiva eder. Burada, kişinin potansiyelini en üst düzeyde gerçekleştirerek hem maddi hem manevi anlamda başarılı ve verimli olması kastedilir.
• Akla yâr et tâli’i: “Talihi (şansı, bahtı) akılla dost et, bir araya getir” anlamına gelir. Bu, başarının iki temel bileşenini işaret eder:
• Akıl: Çalışmayı, planlamayı, strateji kurmayı, doğru kararlar vermeyi ve gayreti temsil eder.
• Tâli’: Şansı, kaderi, doğru zamanda doğru yerde olmayı, ilahi yardımı ve kişinin kontrolü dışındaki olumlu koşulları temsil eder.
Şair, bu ikisinin “dost” olması, yani birbiriyle uyum içinde çalışması gerektiğini söyler. Sadece akla güvenip talihi yok saymak kibir, sadece talihe güvenip aklı kullanmamak ise tembelliktir.
• Sâde isti’dâddan: “Sadece yetenekten, kabiliyetten” demektir. İsti’dâd, bir kişinin doğuştan sahip olduğu potansiyel, yatkınlık ve yetenektir.
• Bir şey hâsıl olmaz: “Hiçbir sonuç elde edilemez, bir şey ortaya çıkmaz” anlamına gelir.
Beyit, doğuştan gelen yeteneğin (isti’dâd) tek başına bir hiç olduğunu, bu ham potansiyelin işlenmesi gerektiğini savunur. Bu işleme süreci ise aklın (çalışma ve strateji) ve talihin (elverişli koşullar ve ilahi takdir) bir araya gelmesiyle mümkündür.
Makale: Yetenek, Akıl ve Talih: Başarının Üçlü Sırrı
Her insan dünyaya eşsiz bir potansiyel, bir “isti’dâd” ile gelir. Kiminin sanata, kiminin bilime, kiminin spora doğal bir yatkınlığı vardır. Bu ham elmas, parlak bir mücevhere dönüşme vaadi taşır. Ancak tarihin tozlu sayfaları, işlenmemiş yeteneklerin hazin hikâyeleriyle doludur. Peki, bir potansiyeli parlak bir başarıya dönüştüren sihirli formül nedir? Şair Mehmed İzzet, bu kadim soruyu iki mısralık bir bilgelikle cevaplar:
“Feyz-yâb olmak dilersen akla yâr et tâli’i / Yoksa bir şey hâsıl olmaz sâde isti’dâddan”
Bu beyit, başarıyı tek bir nedene indiren sığ yaklaşımlara karşı duran dengeli bir manifestodur. Şair, yolun en başına “feyz-yâb olmayı”, yani bereketli bir sonuca, bir aydınlanmaya ve kâmil bir başarıya ulaşma arzusunu koyar. Bu hedefe giden yolda ise üç temel unsuru bir araya getirmemiz gerektiğini söyler: yetenek (isti’dâd), akıl ve talih (tâli’).
Beyitin en çarpıcı mesajı ikinci mısradadır: “Sadece yetenekten bir şey hâsıl olmaz.” Bu, doğuştan gelen kabiliyetlere fazlaca güvenenlere sert bir uyarıdır. Yetenek, ekilmemiş verimli bir tarla gibidir. Sürülmezse, sulanmazsa, tohum atılmazsa, üzerinde sadece ayrık otları biter. Ham bir yetenek, akıl ile işlenmediği, yani çalışma, disiplin, strateji ve sabır ile yoğrulmadığı sürece atıl kalmaya mahkûmdur. Zeki ama tembel bir öğrenci, yetenekli ama disiplinsiz bir sporcu, ilham perisini bekleyen bir yazar… Hepsi “sâde isti’dâd” tuzağına düşmüşlerdir.
Ancak Mehmed İzzet, denkleme sadece aklı, yani bireysel çabayı eklemekle yetinmez. Modern kişisel gelişim talimlerinin sıklıkla unuttuğu bir faktörü daha devreye sokar: “talih.” “Akla yâr et tâli’i,” yani aklı ve çabayı, talih ile dost kıl, uyumlu hale getir. Bu, insanın her şeyi kontrol edemeyeceği gerçeğinin alçakgönüllü bir kabulüdür. Bazen en parlak akıllar, en büyük çabalar bile, koşullar uygun olmadığında, yani talih yâr olmadığında sonuçsuz kalabilir. Talih, doğru fırsatların karşımıza çıkması, doğru insanlarla tanışmak, evrenin veya ilahi takdirin bizim çabamıza “evet” demesidir.
Öyleyse gerçek bilgelik, bu üç unsuru bir arada yönetebilmektir. Kişi, önce Allah vergisi yeteneğini (isti’dâd) keşfedecek, sonra onu aklının rehberliğinde (çalışma ve gayret) işleyecek, son olarak da sonucun kendi kontrolü dışındaki faktörlere, yani talihe ve takdire bağlı olduğunu bilerek tevekkül edecektir. Ne “ben çok yetenekliyim” kibrine kapılacak ne “çok çalıştım, olmalı” inadına düşecek ne de “nasılsa kaderimde yok” tembelliğine sığınacaktır.
Mehmed İzzet’in bu formülü, hem bireysel çabanın kutsallığını vurgulayan hem de her şeyin bizim elimizde olmadığı gerçeğini hatırlatan dengeli ve olgun bir hayat dersidir. Başarıya giden yol, yeteneğin keşfiyle başlar, aklın gayretiyle devam eder ve talihin yoldaşlığıyla kemale erer.
Özet
Mehmed İzzet, bu beyitinde gerçek başarının veya feyzin sadece doğuştan gelen yetenekle (isti’dâd) elde edilemeyeceğini belirtir. Başarıya ulaşmak için, kişinin kendi çabasını, planlamasını ve stratejisini temsil eden “akıl” ile, kontrolü dışındaki olumlu koşulları ve ilahi takdiri ifade eden “talih”i bir araya getirmesi, yani dost kılması gerekir. Beyit, başarının yetenek, çalışma ve şans (kader) sacayağı üzerine kurulu olduğunu anlatan dengeli bir formül sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
11/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 12th, 2025