BERCESTE VE İZAHI – 38 –
BERCESTE VE İZAHI – 38 –
Makale 1: Kanaat Hırkasını Giymek: Varlığın Gerçek Zenginliği
İktibas:
“Nân-ı huşk ile kanâ’at gibi bir ni’met mi var
Kûnc-i istiğnâ gibi bir gûşe-i râhat mı var”
Şeyhülislâm Yahyâ
(Günümüz Türkçesiyle: Kuru ekmekle yetinmek gibi bir nimet var mıdır? Tokgözlülük ve kimseye minnet etmeme köşesi gibi bir huzur mekanı var mıdır?)
İzah ve Açıklama: Şeyhülislâm Yahyâ, bu beyitinde materyalist dünyanın sonsuz istek ve arzularına karşı manevi bir duruşu ve iç zenginliği övmektedir. Ona göre en büyük nimet, aza kanaat edebilmek, kuru bir ekmekle dahi mutlu olabilmektir. Gerçek huzurun ise, istiğna köşesinde, yani başkalarının elindekine göz dikmeden, tokgözlülük ve kendi kendine yetebilme hali içinde bulunabileceğini vurgular. Bu, yalnızca maddi bir fakirliği değil, aynı zamanda manevi bir bağımsızlığı ve özgürlüğü de ifade eder.
Makale: Huzurun Sığınağı Olarak İstiğna Köşesi
İnsanlık tarihi, bir yönüyle bitmek bilmeyen bir arayışın, daha fazlasına ulaşma hırsının ve sahip olma arzusunun tarihidir. Modern zamanların tüketim kültürüyle zirveye taşıdığı bu arzu, bireyi sürekli bir tatminsizlik ve anksiyete döngüsüne hapsetmektedir. Saraylar inşa edenler, hazineler biriktirenler ve dünyalara hükmedenler dahi, içlerindeki boşluğu dolduramadıklarında huzuru ıskalamışlardır. İşte tam bu noktada, Şeyhülislâm Yahyâ’nın asırlar öncesinden gelen sesi, bize unuttuğumuz bir hakikati fısıldar: Gerçek zenginlik sahip olduklarımızda değil, sahip olmadıklarımıza ihtiyaç duymama erdeminde gizlidir.
“Nân-ı huşk”, yani “kuru ekmek”, bu beyitte basitliğin, sadeliğin ve asgari düzeyde yaşamanın sembolüdür. Bu sembol, yoksulluk övgüsü değil, aksine bir özgürlük manifestosudur. İnsanın mutluluğunu ve huzurunu, karmaşık ve elde edilmesi zor hedeflere bağlamasının getirdiği ağır yükten kurtulma çağrısıdır. Kanaat, bir yoksulluk hali değil, bir varoluş ve bilgeliktir. Elindekinin kıymetini bilmek, şükürle lezzetlendirmek ve daha fazlasının esiri olmamaktır. Bu bilgelik, kişiyi dış dünyanın çalkantılarına karşı koruyan manevi bir zırh gibidir.
Beyitin ikinci mısrasında geçen “kûnc-i istiğnâ” yani “istiğna köşesi” ise bu makalenin kalbidir. İstiğna, müstağni olmaktan, yani ihtiyaç duymamaktan, tokgözlülükten gelir. Bu köşe, insanın kendi içine çekildiği, dış dünyanın alkışlarına, onayına ve maddi varlıklarına ihtiyaç duymadan kendi kendine yettiği bir sığınaktır. Tarih boyunca nice bilge, filozof ve derviş, bu köşede inzivaya çekilerek hakikatin ve huzurun tadına varmıştır. Diyojen’in Büyük İskender’e “Gölge etme, başka ihsan istemem,” demesi, tam da bu istiğna ruhunun en somut örneklerinden biridir. İskender dünyalara sahipken, Diyojen kendi iç dünyasının efendisi olduğu için ondan daha zengindi.
Sonuç olarak, Şeyhülislâm Yahyâ’nın bu hikmetli sözü, bizi modern dünyanın dayattığı sahte zenginlik düşüncesini sorgulamaya davet eder. Bize, mutluluğun biriktirmekte değil, arınmakta; rahatın kalabalıklarda değil, kendi istiğna köşemizde olduğunu hatırlatır. Kuru bir ekmeğin lezzetini alabilen ve kimseye minnet etmeden yaşayabilen bir ruh, dünyanın en değerli hazinelerine sahip demektir.
Özet: Bu makale, Şeyhülislâm Yahyâ’nın beytinden yola çıkarak, gerçek zenginliğin ve huzurun aza kanaat etmekte ve maddi dünyaya karşı tokgözlü bir duruş sergilemekte olduğunu savunmaktadır. “Kuru ekmekle yetinme” metaforu üzerinden sadeliğin erdemi, “istiğna köşesi” kavramı üzerinden ise manevi bağımsızlığın getirdiği iç huzur anlatılmaktadır.
Makale 2: Ömür Divanının Dağınık Sayfaları: Hata ve İnsan
İktibas:
“Nüsha-i âşüfte-i dîvân-ı ömrüm sorma hiç
Hat galat imlâ galat inşâ galat ma’nâ galat”
Lâedrî
(Günümüz Türkçesiyle: Ömrümün dağınık ve perişan divanının nüshasını hiç sorma! Yazısı yanlış, imlası yanlış, ifadesi yanlış, manası yanlış…)
İzah ve Açıklama: Şairi bilinmeyen (Lâedrî) bu dokunaklı beyit, geriye dönüp hayatına bakan bir insanın derin bir muhasebesini ve pişmanlığını dile getirir. Hayatını bir “divana” (şiir kitabına) benzeten şair, bu divanın her açıdan kusurlu olduğunu ifade eder. “Nüsha-i âşüfte”, yani “dağınık, perişan nüsha”, hayatının düzensizliğini ve heba edilmişliğini simgeler. Yazıdan imlaya, üsluptan anlama kadar her şeyin yanlış olması, yapılan hataların hayatın her alanına sirayet ettiğini, hem şekilde hem de özde büyük yanlışlar yapıldığını gösteren acı bir itiraftır.
Makale: Galatlarla Dolu Bir Ömrün Muhasebesi
Her insan, doğumuyla birlikte boş sayfaları olan bir defter, yazılmamış bir divan alır eline. Zaman mürekkebiyle, kararları ve eylemleriyle bu divanın sayfalarını bir bir doldurur. Kimi zaman zaferlerin altın harflerle yazıldığı, kimi zaman gözyaşlarıyla ıslanmış satırların bulunduğu bu divan, ömrün sonunda sahibinin yegâne eseridir. Lâedrî’nin beyti, işte bu eserin sonuna gelmiş bir yazarın, kendi divanına baktığında gördüğü hazin manzarayı resmeder: Baştan sona yanlışlarla dolu, dağınık bir müsvedde.
“Ömrümün divanını sorma hiç” nidası, derin bir utancın ve anlatılamayacak bir kederin ifadesidir. Bu, hatalarıyla yüzleşen insanın, o hataların ağırlığı altında ezilirken hissettiği çaresizliktir. Şair, hayatını estetik ve anlam açısından değerlendirir ve her alanda sınıfta kaldığını itiraf eder. “Hat galat” derken, belki de hayatına çizdiği yolun, istikametin yanlış olduğunu; “imlâ galat” ile attığı adımların, yaptığı tercihlerin usulsüzlüğünü; “inşâ galat” ile kurduğu ilişkilerin, inşa ettiği hayat yapısının temelsizliğini ve nihayet “ma’nâ galat” diyerek tüm bu ömrün gayesinin, anlamının ve sonucunun yanlış olduğunu söyler. Bu, trajik bir bütüncül başarısızlıktır.
Ancak bu beyit, sadece bir karamsarlık ve yeis tablosu sunmaz. Aynı zamanda, insanoğlunun en temel özelliklerinden birine, “hata yapabilme” ve bu hatalarla yüzleşebilme cesaretine de işaret eder. İnsanı melekten ayıran temel vasıf, günah işleyebilmesi ve ardından tövbe edebilmesidir. Kendi divanının yanlışlarını görebilmek, büyük bir erdem ve bir başlangıç noktasıdır. Belki de ömür divanının son sayfasına yazılacak en anlamlı cümle, o divanın yanlışlarını itiraf edebilmektir. Tarih, hatalarından ders çıkaran ve küllerinden yeniden doğan nice “hatalı” kahramanın hikâyesiyle doludur. Augustinus’un “İtiraflar”ı, Gazzâlî’nin arayışları, hepsi de kendi “galat” divanlarıyla yüzleşip, sonunda manayı bulan ruhların yolculuklarıdır.
Lâedrî’nin bu beyti, her birimize kendi ömür divanımızın sayfalarını daha dikkatli çevirmemiz gerektiğini hatırlatan ibretli bir uyarıdır. Hayatın sonuna gelindiğinde, “keşke”lerin pişmanlığıyla dolu, anlamı kaybolmuş bir eser bırakmamak için, her satırı, her kelimeyi hikmet ve basiretle yazmak gerekir. Zira bu divanın ikinci bir nüshası yoktur.
Özet: Bu makale, Lâedrî’nin beytini merkeze alarak, insan hayatının bir “ömür divanı” olarak metaforlaştırılmasını inceler. Beyitteki “hat, imlâ, inşâ, mana” yanlışlıkları üzerinden, bir ömrün muhasebesi, yapılan hatalarla yüzleşmenin ağırlığı ve bu özeleştirinin aynı zamanda bir erdem olduğu vurgulanır. Makale, okuyucuyu kendi hayatının anlamını ve doğruluğunu sorgulamaya davet eden düşündürücü bir perspektif sunar.
Makale 3: Aklın Sınırında Aşkın Deliliği: Mecnun’a Öykünmek
İktibas:
“Be-hakk-ı hazret-i Mecnûn izâle eyleye Hak
Serimde derd-i hıredden bir az eser kaldı”
Keçecizâde İzzet Molla
(Günümüz Türkçesiyle: Mecnun hazretlerinin hakkı için, Allah bu durumu ortadan kaldırsın! Çünkü başımda akıl derdinden bir parça eser kaldı.)
İzah ve Açıklama: Keçecizâde İzzet Molla, bu sıra dışı beyitinde, alışılmışın aksine akıldan şikâyet etmekte ve ondan kurtulmak için dua etmektedir. Aklı bir “dert” olarak gören şair, tam anlamıyla kendini aşka teslim edememesinin sebebini, zihninde kalan bu küçük akıl kırıntısına bağlar. Aşkın zirvesi ve sembolü olan “Mecnun”u bir şefaatçi gibi görerek, onun hatırına Allah’tan aklın son kalıntısını da almasını ister. Bu, aklın ve mantığın kurallarını aşan, ilahi aşk yolunda fani olmak isteyen bir ruhun feryadıdır.
Makale: Akıl Belasından Kurtulma Duası
Düşünce tarihi boyunca “akıl”, insanı diğer varlıklardan ayıran en yüce melekelerden biri olarak kabul edilmiştir. Mantık, muhakeme ve sağduyu, medeniyetin temel taşları, bilimin itici gücü olmuştur. Ancak insanlık tarihinde bir de aklın prangalarından kurtulup kalbin ve aşkın sonsuz okyanusuna dalmak isteyenlerin, aklı bir engel, bir “dert” olarak görenlerin yolu vardır. Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, bu ikinci yolun en cesur ve en edebi ifadelerinden biridir.
Şairin başındaki “derd-i hıred”, yani “akıl derdi”, modern insanın kolayca anlayamayacağı bir ıstıraptır. Bu dert, hesap kitap yapmanın, kar-zarar hesabı gütmenin, “elalem ne der?” diye düşünmenin, her şeyi mantık süzgecinden geçirmenin derdidir. Bu akıl, ilahi aşkın coşkun seline kapılıp gitmeye engel olan, ayağı yere basan ama göğe yükselemeyen bir ağırlıktır. Şair, bu ağırlıktan kurtulmak, aşk sarhoşluğunu tam manasıyla yaşamak, varlığından vazgeçip mutlak Varlık’ta yok olmak istemektedir. Ancak zihninin bir köşesinde kalmış o küçük “eser”, bu külli teslimiyete mani olmaktadır.
Bu teslimiyetin nihai örneği ise “Hazret-i Mecnun”dur. Mecnun, kelime anlamıyla “cinlenmiş, aklını yitirmiş” demektir. Leyla’nın aşkıyla aklını kaybetmiş, çöllere düşmüş, toplumun ve aklın kurallarının tamamen dışına çıkmıştır. Ancak tasavvufi ve edebi gelenekte Mecnun, aklını kaybetmiş bir deli değil, beşeri aşk köprüsünden geçerek ilahi aşka ulaşmış, fani varlığından soyunarak hakikatin zirvesine ermiş bir “veli”dir. O, aklın dar kalıplarını kırarak aşkın sonsuz özgürlüğüne kavuşmuştur. İzzet Molla, işte bu mertebeye ulaşmak istemekte, Mecnun’u kendisine bir rehber ve Allah katında bir vesile kılmaktadır. Onun yaşadığı o mutlak adanmışlığı, o hesapsız ve çıkarsız sevgiyi arzulamaktadır.
Bu beyit, bize akıl ve aşk arasındaki kadim gerilimi hatırlatır. Akıl, dünyanın imarı için ne kadar gerekliyse, manevi yolculukta da o kadar engelleyici olabilir. Zira aşk, aklın bittiği yerde başlar. İbrahim’in (a.s.) oğlunu kurban etmeye götürürken aklın mantığını değil, ilahi emrin aşkını dinlemesi gibi, tarihteki büyük adanmışlık anları hep aklın sınırlarının aşıldığı anlardır. İzzet Molla da kendi küçük kurbanını, aklının son kırıntısını, aşk uğruna feda etmek için yalvarmaktadır.
Özet: Keçecizâde İzzet Molla’nın beytini analiz eden bu makale, şairin “aklı” bir dert olarak görmesinin ardındaki düşünceyi inceler. Aklın, ilahi aşka tam teslimiyette bir engel teşkil ettiği düşüncesi, Mecnun figürü üzerinden somutlaştırılır. Makale, aklın ve mantığın ötesindeki bir varoluş tecrübe olan aşkın, bazen akıldan vazgeçmeyi gerektiren yüce bir “delilik” hali olduğunu edebi ve tasavvufi bir dille anlatır.
Makale 4: En Büyük Sığınak: İlahi Güvence ve Teslimiyet
İktibas:
“Senden erişmezse emân
Olur kamu işler yaman
Yâ sâhib-i kevn ü mekân
Yessir lenâ hayre’l-umûr”
İkbâlî (2. Mustafa)
(Günümüz Türkçesiyle: Eğer Senden bir güvence, bir koruma gelmezse, bütün işler kötüye gider. Ey varlığın ve kâinatın sahibi! Bizim için işlerin hayırlısını kolaylaştır.)
İzah ve Açıklama: Padişah şairlerden Sultan II. Mustafa’ya (İkbâlî mahlasıyla) ait bu kıta, derin bir acziyet itirafı ve mutlak bir teslimiyet duasıdır. Şair, insan olarak kendi gücünün ve iradesinin sınırlılığını kabul etmekte, gerçek güvenliğin ve başarının ancak Allah’tan gelecek bir “emân” (güvence, emniyet) ile mümkün olacağını belirtmektedir. Kâinatın tek sahibine seslenerek, O’ndan işlerin zor olanını değil, hayırlı olanını kolaylaştırmasını niyaz eder. Bu, kulun Rabbi karşısındaki duruşunun en saf ve samimi ifadelerinden biridir.
Makale: Varlığın Sahibine Sığınma Sanatı: Tevekkül
İnsan, hayat yolculuğunda sayısız plan yapar, hedefler belirler ve bu hedeflere ulaşmak için var gücüyle çabalar. Kendi aklına, gücüne ve yeteneklerine güvenir. Ancak tarih ve gündelik hayat, en ince hesapların dahi bir anda altüst olabildiğini, en sağlam kalelerin yıkılabildiğini ve en güçlü iradelerin kırılabildiğini sayısız örnekle bize gösterir. İşte bu kırılma anlarında insan, kendi acziyetinin farkına varır ve kendisinden daha büyük bir güce sığınma ihtiyacı hisseder. Sultan II. Mustafa’nın bu duası, bir padişahın bile ulaşabileceği en yüksek makamda dahi hissettiği bu temel insani ihtiyacın, bu teslimiyet arzusunun bir yansımasıdır.
“Senden erişmezse emân, olur kamu işler yaman” dizesi, tevekkül düşüncesinin temelini oluşturur. Tevekkül, tembellik veya miskinlik değil, elinden gelen tüm çabayı gösterdikten sonra sonucunu kâinatın sahibinin iradesine bırakma bilgeliğidir. Çünkü insan ne kadar plan yaparsa yapsın, sayısız değişkenin ve kendi kontrolü dışındaki güçlerin etkisine açıktır. Gerçek “emân”, yani güvenlik ve huzur, bu kontrol edilemeyen değişkenlerin sahibinin Allah olduğu bilincine varmakla başlar. Bu bilinç, kişiyi sürekli bir endişe ve korku hali içinde yaşamaktan kurtarır. İşlerin “yaman” gitmesi, yani kötüleşmesi ihtimali her zaman vardır, ancak ilahi güvenceye sığınan bir kalp için bu ihtimal, bir yıkım değil, bir imtihan veya daha hayırlı bir kapının habercisi olabilir.
Şairin, Allah’a “Yâ sâhib-i kevn ü mekân” (Ey varlığın ve mekânın sahibi) diye seslenmesi de oldukça anlamlıdır. Bu hitap, her şeyin mutlak mülkiyetinin ve kontrolünün O’na ait olduğunun bir ikrarıdır. Zamanın ve mekânın sahibi olan, her zerreye hükmeden bir kudret karşısında, kulun yapabileceği en akıllıca eylem, O’na sığınmak ve O’ndan yardım istemektir. “Yessir lenâ hayre’l-umûr” (İşlerin hayırlısını bize kolaylaştır) duası ise bu sığınmanın en somut talebidir. Bu dua, “her istediğimi ver” duası değildir; aksine “benim için neyin hayırlı olduğunu en iyi Sen bilirsin, o hayırlı olanı bana nasip et ve o yolda karşıma çıkan zorlukları kaldır” anlamına gelen derin bir teslimiyet içerir.
Neticede, bu dörtlük sadece bir padişahın değil, her insanın dilinden dökülebilecek evrensel bir yakarıştır. İnsanın kibrini ve kendine aşırı güvenini bir kenara bırakıp, varoluşun kaynağına dönerek güç, huzur ve güvenlik arayışının en güzel ifadesidir. Çünkü bilir ki, O’ndan bir güvence gelmedikçe, bütün kaleler fethedilse bile iç huzur kalesi daima tehdit altında kalacaktır.
Özet: Bu makale, Sultan II. Mustafa’nın dörtlüğünden hareketle tevekkül ve Allah’a teslimiyet konularını ele almaktadır. İnsanın kendi gücünün sınırlılığını ve gerçek güvenliğin ancak ilahi bir güvenceden gelebileceğini vurgular. “İşlerin hayırlısını kolaylaştır” duasının, basit bir istekten öte, Allah’ın bilgisine ve iradesine duyulan derin bir güveni ve teslimiyeti ifade ettiği anlatılmaktadır.
Makale 5: Zor Zamanlarda Bir Erdem Olarak Sadakat
İktibas:
“İnsâna sadâkat yaraşır görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah”
Ziyâ Paşa
(Günümüz Türkçesiyle: İnsan, tiksinti verici şeyler görse bile (zorlukla, kötülükle karşılaşsa bile) ona sadakat göstermek yaraşır. Çünkü Allah, doğruların yardımcısıdır.)
İzah ve Açıklama: Tanzimat döneminin önemli devlet adamı ve şairi Ziyâ Paşa, meşhur “Terkib-i Bend”inde yer alan bu beyitle, ahlaki bir duruşun temel ilkesini ortaya koyar. “İkrâh”, tiksinme, iğrenme, zorlanma gibi anlamlara gelir. Paşa’ya göre insan, çevresinde ne kadar ahlaksızlık, hile ve kötülük görürse görsün, ne kadar zorlanırsa zorlansın, kendisine yakışan tavır, sadakatten ve doğruluktan ayrılmamaktır. Bu ahlaki sebatın karşılıksız kalmayacağını, çünkü nihayetinde Allah’ın her zaman doğruların yanında olacağını ve onlara yardım edeceğini güçlü bir inançla belirtir.
Makale: Doğruluğun Sarsılmaz Kalesi: Sadakat
Toplumların ve medeniyetlerin temelini oluşturan görünmez harç, güvendir. Güvenin mayası ise sadakattir. Sadakat, sadece bir kişiye veya kuruma bağlılık değil, aynı zamanda bir ilkeye, bir söze, bir değere ve en önemlisi kişinin kendi vicdanına ve karakterine olan bağlılığıdır. Ancak bu erdemin en zor sınandığı zamanlar, doğruluğun prim yapmadığı, ahlaksızlığın ve hilenin hüküm sürdüğü “ikrâh” zamanlarıdır. Ziyâ Paşa, tam da bu zor zamanlarda karakterin nasıl ortaya konulacağını iki dizede özetlemiştir.
“İnsâna sadâkat yaraşır görse de ikrâh” mısraı, ahlakın göreceli olmadığını, şartlara göre eğilip bükülemeyeceğini ilan eder. Çoğunluğun yanlış yolda olması, yanlışı doğru kılmaz. Çevredeki yozlaşma, kişinin kendi ahlaki pusulasını bozması için bir mazeret teşkil etmez. Aksine, gerçek karakter, etrafı saran karanlığa rağmen bir mum gibi ışık saçmaya devam edebilmektir. Sadakat, iyi günde bir vefa gösterisi olmaktan çok, kötü günde sergilenen bir duruş meselesidir. Vatanına, ilkelerine, dostlarına ve inancına, en umutsuz ve en tiksindirici anlarda bile bağlı kalabilen insan, gerçek anlamda sadıktır. Bu, rüzgâra göre yön değiştiren bir fırıldak değil, fırtınalara direnen bir ulu çınar olmaktır.
Beyitin ikinci mısrası ise bu zorlu ahlaki duruşun arkasındaki manevi güvenceyi ve nihai müjdeyi verir: “Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah”. Bu, bir inanç manifestosudur. Doğruluk ve sadakat yolunun yalnız, çileli ve zorlu bir yol olabileceğini, bu yolda yürüyenlerin dünyevi olarak kayıplara uğrayabileceğini zımnen kabul eder. Ancak bu yolun yolcusunun asla yalnız olmadığını, en büyük yardımcının, mutlak adaletin sahibi olan Allah olduğunu müjdeler. Bu inanç, doğru kalmaya çalışan insana, karşılaştığı tüm “ikrâh”lara rağmen dayanma gücü verir. Tarih, inandıkları değerler uğruna her türlü zorluğa göğüs geren ve sonunda ilahi yardımın tecellisiyle zafere ulaşan veya isimleri ebedileşen nice doğruluk abidesinin hayat hikâyeleriyle doludur.
Ziyâ Paşa’nın bu beyti, günümüz insanına da güçlü bir mesaj vermektedir. Çıkar ilişkilerinin, ilkesizliğin ve vefasızlığın yaygınlaştığı bir çağda, bize insanın asıl değerinin, zor şartlar altında sergilediği karaktere bağlı olduğunu hatırlatır. Sadakat, bir tercih meselesidir ve bu tercihi doğruluktan yana kullananlar, eninde sonunda hem vicdani huzura hem de ilahi yardıma nail olacaklardır.
Özet: Ziyâ Paşa’nın beytinden yola çıkan bu makale, sadakat erdemini, özellikle zor ve ahlaki yozlaşmanın yaşandığı zamanlarda sergilenmesi gereken bir karakter duruşu olarak ele alır. Sadakatin, şartlar ne olursa olsun doğruluktan ayrılmamak anlamına geldiği ve bu yolda sebat gösterenlerin nihai yardımcısının Allah olduğu inancı vurgulanır. Beyit, ahlaki bütünlüğün ve ilahi adalete olan güvenin önemini anlatan evrensel bir ilke olarak sunulmaktadır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
08/10/2025