BERCESTE VE İZAHI – 36 —

BERCESTE VE İZAHI – 36 —

Bu metin, yüklemiş olduğunuz beş ayrı beytin (şiir dizeleri) detaylı bir analizini, izahını ve her biri için ayrı ayrı kaleme alınmış, uyum ve bütünlük içinde, hikmetli, edebi, tarihi, ibretli ve düşündürücü makaleleri ihtiva etmektedir.
I. Ziyâ Paşa – Terbiye ve Disiplin Üzerine Hikmetli Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Osmanlıca/Edebi Metin:
نصح ایله یوله کلمینى اتملی تکدیر
تکدیر ایله اوسلانمایانڭ حقّی کوتکدر
Transliterasyon/Beyit:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötekdir
Müellif: Ziyâ Paşa
İzah ve Açıklaması:
Ziyâ Paşa bu beytinde, bir insanın terbiye edilme aşamalarını ve disiplin yöntemlerini sıralamaktadır. Öncelikle kişinin nasihatle, güzel sözle (nush) yola getirilmesi gerektiğini, eğer bu ilk aşama sonuç vermezse bir sonraki aşama olarak azarlama (tekdîr) yöntemine başvurulması gerektiğini ifade eder. Son olarak, azarlamayla da akıllanmayanın (uslanmayanın) ve doğru yolu bulmayanın hakkının dayak (kötek) olduğunu, yani fiziksel cezayı hak ettiğini belirtir. Bu, geleneksel eğitim felsefesindeki “önce söz, sonra baskı, en son ceza” ilkesinin sert bir ifadesidir.
Nush, Tekdîr ve Kötek: Terbiyenin Üç Aşamasında İnsanın Islahı
Makale
Edebiyatımızın müstesna simalarından, Tanzimat Dönemi’nin önemli düşünürlerinden Ziyâ Paşa’nın bu keskin beyti, asırlar boyunca insan yetiştirme, terbiye ve ıslah etme sanatının derinlikli ve yer yer tartışmalı dinamiklerini gözler önüne serer. Paşa, toplumsal düzenin ve bireysel ahlakın korunması adına, cezanın bir zorunluluk, hatta bir hak olduğunu dile getirirken, bu süreci basamaklı bir metodolojiye oturtur:
> Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr
> Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötekdir
>
Bu iki mısra, bir eylem planının ve bir disiplin hiyerarşisinin özüdür. Her şeyden evvel, eğitimin temelinde sevgiye dayalı, yumuşak bir yaklaşım olan nasihat (nush) bulunur. İnsanoğlu, yaratılış itibarıyla unutkanlığa ve hataya meyillidir; bu yüzden ona doğru yolu göstermek, hatasını tatlı dille izah etmek, toplumsal ve bireysel sorumluluğu hatırlatmak ilk ve en erdemli yoldur. Tarihi hikmet kaynakları, Lokman Hekim’den Sadi-i Şirazi’ye kadar daima sözün, yani nasihatin gücünü vurgulamıştır. Zira gönül, zorla değil, lütufla açılır.
Ancak, Ziyâ Paşa’nın da keskinlikle belirttiği gibi, öyle fıtratlar vardır ki, söz kulağa girmez, gönül kapısı kilitlenmiştir. Bu noktada, terbiye makamının bir üst vitesine geçilir: azarlama (tekdîr). Tekdîr, kişiye yapılan yanlışı, verilen zararı ve içine düşülen hatanın ciddiyetini bir otorite sesiyle, biraz daha yüksek perdeden hissettirmektir. Bu, bireyin sosyal baskı ve kınama hissiyle, yani utançla yola gelmesini hedefleyen psikolojik bir disiplin yöntemidir. Bu aşamada, kişinin kendi eylemlerinin ağırlığını idrak etmesi beklenir.
Ne var ki, Paşa’ya göre, tekdîr ile dahi uslanmayan, yani ne sözden ne de azardan ders alıp halini düzeltmeyen kişi, toplum düzeni için bir tehdit, kendi nefsine karşı ise aşılmaz bir engel teşkil eder. İşte bu son kertede, fiziksel ceza (kötek) bir hak olarak ortaya çıkar. Bu ifade, elbette ki modern pedagojinin şiddetle reddettiği bir yöntemdir. Ancak Klasik Osmanlı toplum ve devlet felsefesinde, kötülüğün kökünü kazımak ve bireyi son çare olarak bedeni ıslaha zorlamak, toplumsal ahengi korumanın bir aracı olarak görülmüştür. Bu, bir lütuf değil, kişinin eylemlerinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak addedilir. Ziyâ Paşa’nın bu tavrı, Tanzimat aydınlarının Batı’nın ilerici fikirleriyle tanışmasına rağmen, eski düzenin terbiye ve tedip (yola getirme) anlayışından tamamen kopamadığını gösteren düşündürücü bir örnektir. Beyit, insanın ıslah sürecinde sabrın tükenişini, erdemli sözden zorlu eyleme geçişin tarihi bir kaydıdır.
Özet
Ziyâ Paşa’nın beyti, insan eğitimindeki disiplin hiyerarşisini, yani nasihat (nush), azarlama (tekdîr) ve nihayet ceza (kötek) üçlemesini sistematik bir şekilde ifade eder. Makale, önce sözün erdemiyle başlanan terbiye sürecinde, sözden anlamayan bireyin toplumsal düzeni koruma adına nasıl kademeli bir sertliğe muhatap kılındığını ele alır. Beyit, modern pedagoji ile çatışsada, klasik dünya görüşünün bireyin ıslahına dair katı ve zorunlu gördüğü yöntemlerin tarihsel bir özetidir.
II. Yenişehirli Avnî – Bitmeyen Muhabbetin Sonsuz Kârı Üzerine Edebi Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Osmanlıca/Edebi Metin:
عمر آخر اولور صحبت دلداره طویولماز
بازار محبت بوزولور کاره طویولماز
Transliterasyon/Beyit:
Ömr âhir olur sohbet-i dildâra doyulmaz
Bâzâr-ı muhabbet bozulur kâra doyulmaz
Müellif: Yenişehirli Avnî
İzah ve Açıklaması:
Şair, bu beytinde, fani olan ömür ile baki olan manevi lezzetlerin tezatını işlemektedir. İlk mısra, ömrün sona ereceğini (âhir olur) fakat sevgili ile yapılan sohbete (sohbet-i dildâr) asla doyulamayacağını ifade eder. Maddi hayatın kısıtlılığına karşı manevi zenginliğin, yani aşkın ve sohbetin sınırsızlığını vurgular. İkinci mısra ise, aşkın dünyasını bir pazar (bâzâr-ı muhabbet) metaforuyla anlatır. Bu sevgi pazarının bozulabileceğini, dağılabileceğini söyler; ancak bu pazardan elde edilen kâra, yani aşkın hazzına, feyzine, manevi tatminine yine de doyulmayacağını belirtir. Aşkın kazancının her türlü maddi kayıp ve yok oluşa rağmen tatmin edilemez bir arzu ve sonsuz bir lezzet kaynağı olduğunu ortaya koyar.
Fani Ömürde Baki Lezzet: Aşk Pazarı ve Doyulmaz Sohbet
Makale
Divan şiirinin incelikli şairlerinden Yenişehirli Avnî, bu çarpıcı beytinde, hayatın en büyük tezadını, yani zamanın tükenişi karşısında manevi hazzın sonsuzluğunu ele alır. Beyit, insanın gönül dünyasındaki en büyük arayışın, “yetinme” kavramının geçersiz kaldığı aşk ve muhabbet olduğunu ustalıkla ifade eder:
> Ömr âhir olur sohbet-i dildâra doyulmaz
> Bâzâr-ı muhabbet bozulur kâra doyulmaz
>
İnsanoğlunun en trajik gerçekliği, ilk mısrada yalın bir şekilde dile getirilir: “Ömr âhir olur”. Hayat, bir soluklanma süresidir, kaçınılmaz bir sona doğru hızla akar. Lakin bu fani zaman diliminde kazanılan öyle bir manevi tecrübe vardır ki, o da **”sohbet-i dildâr”**dır, yani Sevgili ile yapılan sohbettir. Bu sevgili, bazen dünyevi bir aşkın merkezindeki kişi, çoğu zaman ise Sufi geleneğin ışığında Sevgili (Hakikat/Allah) olarak tecelli eder. Şairin ifadesiyle, dünya varlık âlemindeki her şeyden, yemekten, uykudan, paradan doyulabilir; ancak Sevgili’nin zikri, onunla kurulan manevi bağın lezzeti, ne kadar uzun sürerse sürsün, asla doyumluğa ulaşmaz. Bu, ezelden ebede uzanan bir hasretin ve arayışın bitmeyen ateşidir.
İkinci mısra, aşkı bir iktisadi alan, bir “Bâzâr-ı muhabbet” (aşk pazarı) olarak imajinize eder. Pazarlar, ticari ilişkilerin değiştiği, bazen kâr edildiği, bazen de zarar edildiği, nihayetinde dağılıp bozulmaya mahkûm yerlerdir. Avnî, aşkın bu dünyevi platformunun, yani aşkın etrafındaki dünyevi koşulların, engellerin veya ilişkilerin bütünüyle dağılabileceğini (bozulur) kabul eder. Aşkın kendisi bir fırtına, bir yıkım getirebilir. Ancak, tüm bu yıkıma rağmen, bu pazardan elde edilen manevi kazanç, yani “kâr” (aşkın feyzi, vuslatın hazzı, ilahi tecelli) o kadar büyüktür, o kadar özeldir ki, bu kazancın lezzetine de doyulmaz.
Bu beyit, edebi açıdan, aşkı maddi bir metaforla (pazar, kâr) anlatırken, onun özündeki sonsuzluğu ve aşkın dünyevi koşullardan bağımsızlığını vurgular. Aşkın lezzeti, zamanın ve mekânın sınırlarını aşar; o, biten ömrün ve bozulan pazarın ötesinde, ruha nakşolmuş ezeli bir tatmin arayışıdır. Bu, insanın fani hayatta baki olana, sınırlı zamanda sonsuz olana duyduğu edebi ve ibretli bir hasretin en güzel anlatımıdır.
Özet
Yenişehirli Avnî, ömrün fani olmasına karşı Sevgili ile sohbetin (sohbet-i dildâr) lezzetinin sonsuzluğunu dile getirir. Beyit, aynı zamanda Aşk Pazarı’nın (Bâzâr-ı muhabbet) bozulabileceği, yani dünyevi koşulların değişebileceği, lakin bu aşktan elde edilen manevi kâra (hazza) asla doyulamayacağı fikri üzerine kuruludur. Makale, aşkın, zaman ve mekan sınırlarını aşan, insanın ruhuna nakşolmuş ezeli bir lezzet ve tatmin arayışı olduğunu, dolayısıyla fani olan her şeye rağmen baki kalacak yegâne değer olduğunu vurgular.
III. Hz. Mevlânâ – Dünyanın Fâniliği ve Dikişsiz Elbise Üzerine İbretli Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Farsça/Edebi Metin:
ای به زربفت و کمر آموخته
آخرست جامه نادوخته
Transliterasyon/Beyit:
Ey be-zerbeft ü gumar âmûhte
Âhirest câme-i nâ-dûhte
Müellif: Hz. Mevlânâ
İzah ve Açıklaması:
Hz. Mevlânâ, Farsça kaleme aldığı bu kısa ve çarpıcı beyitte, dünya malına ve lükse düşkün olan insanı uyarmaktadır. Beytin ilk mısrası, muhatabına seslenir: “Ey altın işlemeli elbiselere (zerbeft) ve altın kemerlere (gumar) alışmış, kendini kaptırmış olan kişi!” diyerek dünya nimetlerine olan tutkuyu işaret eder. İkinci mısrada ise bu lüks ve ihtişamın kaçınılmaz sonunu hatırlatır: “Sonun, dikişsiz elbisedir (câme-i nâ-dûhte)”. Buradaki “dikişsiz elbise”, İslam kültüründe ölen kişinin kefenini sembolize eder. Kefen, hiçbir dikişi olmayan, tüm dünya malından arınmış, basit ve son giysidir. Beyit, dünyanın geçiciliğini ve tüm ihtişamın ölüm karşısında anlamsızlığını, ibretlik bir şekilde yüzümüze vurur.
Kefenin Hikmeti: Zerbeftten Dikişsiz Elbiseye Fani Hırsın Sonu
Makale
Yüzyıllardır gönüllere ışık saçan büyük mutasavvıf Hz. Mevlânâ, Farsça kaleme aldığı bu hikmet dolu beyitle, insanlığın evrensel zaafına, yani dünya malına ve gösterişe olan hırsına dikkat çeker. Mevlânâ’nın dili, bir uyarıcı peygamberin sesi kadar keskin ve bir bilge sufinin sözü kadar derindir:
> Ey be-zerbeft ü gumar âmûhte
> Âhirest câme-i nâ-dûhte
>
Makalenin muhatabı, “altın sırmalı elbiselere ve kemerlere alışmış” kişidir. Bu kişi, sadece zengin veya yönetici değil, aynı zamanda ruhunu geçici dünya süslerine adamış, gösterişi hayatının gayesi haline getirmiş her fanidir. Mevlânâ, bu kişiye, sadece bir ayna tutmakla kalmaz, aynı zamanda tarih boyunca nice imparatorlukların, nice servetlerin nasıl toz olup gittiğini de hatırlatır. Tarih, zerbeft (altın sırma) giyenlerin bir zamanlar ihtişamla dolaştığı sarayların bugün sessiz harabelerden ibaret olduğunu gösteren ibret levhalarıyla doludur. Dünyanın fani cazibesi, insanı adeta bir uyuşturucu gibi kendine alıştırır (âmûhte), ruhu yüce gayelerden uzaklaştırır.
Ancak, dervişane bir sükûnetle gelen ikinci dize, bu ihtişamın son perdesini açar. Tüm ihtişamın, tüm dikişli, süslü, gösterişli giysilerin sonu: **”câme-i nâ-dûhte”**dir, yani dikişsiz elbise. Kefen, İslam ve birçok dinde, eşitliğin, yoksulluğun ve arınmışlığın son sembolüdür. Kefenin dikişsiz oluşu, dünya ile olan tüm bağların kesildiğini, artık hiçbir meslek, unvan, zenginlik veya mevkiinin geçerli olmadığını gösteren çarpıcı bir metafordur. O an, kişi sadece amelleriyle baş başadır.
Bu beyit, edebi ve düşünce açısından bir tasavvuf dersidir. Mevlânâ, insanı, kendisini ölümsüz zanneden nefsinin gafletinden uyandırmaya çalışır. Asıl yatırımın altın sırma ve kemere değil, ruha yapılması gerektiğini; asıl yolculuğun bu dikişsiz elbiseyi giydikten sonra başlayacağını işaret eder. Beyit, fani dünyanın aldatıcı yüzüne karşı en hikmetli, en düşündürücü ve en edebi reddiyelerden biridir.
Özet
Hz. Mevlânâ’nın beyti, altın sırmalı lüks giysilere (zerbeft) düşkün olan insanı, ölümün kaçınılmaz sonu olan dikişsiz elbise (kefen) gerçeğiyle yüzleştirir. Makale, bu dikişsiz elbisenin, dünyevi ihtişamın anlamsızlığını ve ölüm karşısındaki mutlak eşitliği simgeleyen en güçlü ibret dersi olduğunu vurgular. Tasavvufi açıdan, asıl yatırımın ruha yapılması gerektiğini öğütleyen, lüks ve gösteriş hırsına karşı yazılmış edebi ve derin bir uyarıdır.
IV. Fuzûlî – Derd’e İstek ve Kerem’e Liyakat Üzerine Düşündürücü Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Osmanlıca/Edebi Metin:
قهردن اکراه ایدلنر لطفه اولماز مستحق
مستعد درد اولانلر قابل درمان اولور
Transliterasyon/Beyit:
Kahr-ıdan ikrâh edenler lutf-a olmaz müstahak
Müsta’idd-i derd olanlar kâbil-i dermân olur
Müellif: Fuzûlî
İzah ve Açıklaması:
Aşkın ve ızdırabın büyük şairi Fuzûlî, bu beytinde tasavvufi bir derinlik ve acının kutsallığı temasını işler. İlk mısra, sıkıntıdan, zorluktan, hatta sevgili (Allah) tarafından gönderilen gazaptan (kahr-ıdan) nefret edip kaçınanların, lütfa ve ihsana (lutf) layık olamayacağını (müstahak olmaz) ifade eder. Lütuf, kolay yoldan elde edilmez; çileye katlanmayı gerektirir. İkinci mısra ise, derdi çekmeye hazır olanların, onu arzulayanların (müsta’idd-i derd olanlar), yani dert çekmeyi bir olgunlaşma aracı olarak görenlerin, ancak o zaman dermana (kâbil-i dermân olur) layık olacağını belirtir. Fuzûlî’ye göre, dert çekmek bir kabiliyettir, bir erdemdir ve bu kabiliyete sahip olanlar için derman, yani kurtuluş ve lütuf, her zaman mümkündür.
Derdin İkramı, Lütfun Bedeli: Fuzûlî’de Aşkın Metafiziği
Makale
Aşkın ıstırabını sanatının merkezine yerleştiren, şairlerin sultanı Fuzûlî, bu edebi ve hikmetli beytiyle, tasavvufi düşüncenin en temel taşlarından birini, yani derd (sıkıntı, ıstırap) ve lütuf (iyilik, kerem) arasındaki kaçınılmaz bağıntıyı ortaya koyar:
> Kahr-ıdan ikrâh edenler lutf-a olmaz müstahak
> Müsta’idd-i derd olanlar kâbil-i dermân olur
>
İnsan ruhunun tekâmül yolculuğunda, karşılaşılan sıkıntı ve zorluklar, yani ilahi takdirin bir parçası olan kahr (keder, zorluk), bir imtihan vesilesidir. Fuzûlî, bu kahırdan tiksinen, onu hayatından dışlamaya çalışan, kolay ve rahat yolu arayan sıradan ruhların, Hak’tan gelecek olan lütuf ve kereme asla erişemeyeceklerini söyler. Bu, tarihi bir gerçeği de yansıtır: Büyük başarılar, büyük zorlukların altından çıkanların eseri olmuştur. Lütuf, bedelini ödemeyenlere sunulmaz; o, çilenin ve sabrın meyvesidir.
Asıl hikmet, beytin ikinci mısrasında gizlidir. Şair, “Müsta’idd-i derd olanlar” tabiriyle, dert çekmeye sadece katlananları değil, onu ruhsal olgunlaşmanın bir ön koşulu olarak kabul edenleri ve hatta arzulayanları kasteder. Klasik İslam ve Sufi düşüncesinde, dert çekmek, nefsin terbiye edilmesi ve ruhun cilalanması için bir zorunluluktur. Şair, derdi bir yük olarak değil, bir yetenek ve bir liyakat belgesi olarak görür. Bir kişi, dert çekme konusunda ne kadar istekli ve donanımlıysa, yani ne kadar sebatkâr ve teslimiyetliyse, o kişi dermana (şifa, kurtuluş, ilahi tecelli) o kadar yakındır. Dert, dermanın anahtarıdır.
Bu edebi ifade, sadece aşk şiirinin bir teması değil, aynı zamanda insanın hayatı yorumlama biçimini kökten değiştiren düşündürücü bir hikmettir. Hastalık olmadan şifanın kıymeti bilinmez, karanlık olmadan aydınlığın anlamı yoktur. Fuzûlî, bize acıyı bir düşman olarak görmeyi bırakıp, onu bir öğretmen olarak kabul etmemizi öğütler. Zira asıl derman, acı çekme potansiyelini cesaretle kucaklayan kalpler için her zaman mümkündür.
Özet
Fuzûlî’nin beyti, kahır ve sıkıntıdan kaçınanların lütfa layık olamayacağı, aksine derdi (ıstırabı) kabullenmeye ve çekmeye hazır olanların (müsta’idd-i derd) dermana (şifa, kurtuluş) ulaşacağını savunur. Makale, bu düşüncenin, tasavvufi teslimiyetin ve ruhsal olgunlaşmanın temelini oluşturduğunu, acıyı bir engel değil, ilahi lütfa erişim için gerekli bir yetenek olarak görmenin hikmetini ve edebi derinliğini vurgular. Dert, dermanın koşuludur.
V. İbnü’l-Fâriz – Şarap ve Sarhoşluğun Ezeli Sırrı Üzerine Tasavvufi Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: (Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün – Muhtemel)
Arapça/Edebi Metin:
شربنا على ذکر الحبیب مُدامة
سکرنا بها من قبل أن یخلق الکرم
Transliterasyon/Beyit:
Şeribnâ alâ-zikri’l-habîbi mudâmeten
Sekirnâ bihâ min-kabli en yuhleka’l-keremu
Müellif: İbnü’l-Fâriz
İzah ve Açıklaması:
Arap tasavvuf şiirinin büyük ustalarından İbnü’l-Fâriz, bu beytinde, mistik sarhoşluğun (sekr) ve ilahi aşkın ezeli (yaratılış öncesi) doğasını anlatır. İlk mısra, “Sevgiliyi (Habîb) zikrederek şarap (mudâmeten) içtik ve sarhoş olduk” der. Buradaki şarap ve sarhoşluk, mecazidir; İlahi Aşkın ve Hakikat’in tecellisinin manevi hazzını ifade eder. İkinci mısra ise bu sarhoşluğun zamanını tarif eder: “Biz bu şarapla sarhoş olduğumuzda, henüz üzüm (kerem) yaratılmamıştı (min-kabli en yuhleka’l-keremu)”. Bu, şarabın kaynağı olan üzümün bile yaratılmasından önce, yani ezelde (yaratılış öncesinde), şairin/aşıkın ruhunun, o ezeli aşkın tecellisiyle sarhoş olduğunu belirtir. Bu, tasavvufta ruhların yaratılışından önceki “Kâlû Belâ” (Misak) anına, yani ruhların Allah’ın ezeli nuruna şahit olduğu zamana yapılan güçlü bir göndermedir.
Kâlû Belâ’nın Şarabı: Ezeli Sarhoşlukta Aşkın Tarihi
Makale
İslam edebiyatının, bilhassa Arap tasavvuf şiirinin zirve isimlerinden İbnü’l-Fâriz’in bu mübarek beyti, şeriatın zahiri ile hakikatin batıni anlamlarının çarpıcı bir sentezini sunar. Şair, şarap metaforunu kullanarak, beşeri idrakin ötesindeki İlahi Aşk’ın zaman ve mekân üstülüğünü, yani ezeliyetini dile getirir:
> Şeribnâ alâ-zikri’l-habîbi mudâmeten
> Sekirnâ bihâ min-kabli en yuhleka’l-keremu
>
Bu mısralardaki “şarap” (mudâmeten) ve “sarhoşluk” (sekr), kesinlikle haram olan içkinin dünyevi anlamı değildir. Bu, mutlak hakikatin, yani Habib’in (Allah’ın) zikriyle gönle dolan ilahi feyzin, aşkın ve cezbenin tadıdır. Bu, bir dervişin zikir meclisinde ulaştığı vecd hali, bir arifin Hakikat’le bütünleştiği anın manevi hazzıdır. Tasavvufta şarap, ruhu nefsani bağlardan koparan, hakikate ulaştıran cezbe halinin simgesidir.
Beytin asıl sırrı ve düşündürücü yönü, ikinci mısradaki ezeli vurgudadır. Şair, bu sarhoşluğun zamanını, “üzümün (kerem) henüz yaratılmasından önce” diye tanımlar. Bu ifade, İslam mistisizminde Kâlû Belâ (Misak) anına, yani ruhların bedenlenmeden çok önce, Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet (Belâ)” diyerek şahitlik ettiği ana bir göndermedir. Âşık, o yaratılış öncesi anda, henüz dünya ve onun sebepleri (üzüm) yokken, İlahi Aşk’ın tecellisiyle, yani Habîb’in zikriyle sarhoş olmuştur.
Bu beyit, tarihi ve edebi açıdan, İbnü’l-Fâriz’in Vahdet-i Vücûd (varlığın birliği) düşüncesini de destekler. Aşk, zamanla başlamış bir duygu değil, yaratılıştan önce var olan, ezelî bir ruhi tecrübedir. İnsan, bu dünyada sadece o ezelî sarhoşluğun hatırasını aramakta ve zikirle o hale geri dönmeye çalışmaktadır. Sarhoşluk hali (sekr), bu ezeli birliği idrak etmenin en yüksek halidir. Bu, İbnü’l-Fâriz’in kaleminden, ilahi aşkın sınırsızlığını, sonsuzluğunu ve zamanlar üstülüğünü anlatan, ibretli, edebi ve derin bir tasavvufi manifesto niteliğindedir.
Özet
İbnü’l-Fâriz’in beyti, İlahi Aşkın vecdini şarap (mudâmeten) ve sarhoşluk (sekr) metaforlarıyla anlatır. Makale, bu sarhoşluğun dünyevi değil, ezeli olduğunu; zira şairin, şarabın kaynağı olan üzüm (kerem) yaratılmadan önce sarhoş olduğunu söyleyerek, Aşkın Kâlû Belâ (Misak) anına ait zamanlar üstü bir tecrübe olduğunu vurgular. Bu, ilahi aşkın sonsuzluğunu ve ruhun ezeli birliğe olan hasretini anlatan, tasavvufi açıdan derin ve düşündürücü bir metindir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025