Sünnetin Önemi: İhmal, Cinayet ve Dalalet
Sünnetin Önemi: İhmal, Cinayet ve Dalalet
İslam dininin temel direklerinden biri olan Sünnet-i Seniye, sadece Hz. Peygamber’in (s.a.v) söz ve fiillerinden ibaret değildir; o, aynı zamanda bir yaşam tarzı, bir ahlak rehberi ve dünya-ahiret dengesini kurmanın en sağlam yoludur. Bu nedenle, Sünnet’e olan yaklaşımımız, manevi hayatımızın kalitesini doğrudan belirler.
Risale-i Nur Külliyatı’nda bu konu, üç farklı şekilde ele alınmıştır:
“Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, HASARET-İ AZÎME; ehemmiyetsiz görür ise, CİNAYET-İ AZÎME; tekzibini işmam eden tenkid ise, DALALET-İ AZÎMEDİR.”
Bu ifadeler, Sünnet’e karşı gösterilen farklı tavırların, manevi hayatımızda ne denli büyük sonuçlar doğuracağını çarpıcı bir şekilde özetler.
Tenbellik nedeniyle Sünnet’e uymamak, “Hasaret-i Azîme” yani büyük bir hüsrandır. Bu, bilerek ve isteyerek Sünnet’ten uzaklaşmak değil, daha çok gaflet ve ihmalkârlıktan kaynaklanan bir durumdur. Örneğin, bir Müslümanın sabah namazına kalkmamak için alarmı kurmaya erinmesi, ya da Peygamberimizin yeme-içme adabına dikkat etmemesi, bu tür bir hüsrana örnektir. Bu kişi, Sünnet’in getirdiği manevi huzurdan, bereketten ve ahiretteki büyük mükâfattan mahrum kalır. Peygamberimizin her davranışı bir hikmet taşır ve onu taklit etmemek, bu hikmetlerden ve feyizlerden gönüllü olarak vazgeçmektir.
Sünnet’i “ehemmiyetsiz” görmek ise, “Cinayet-i Azîme”, yani büyük bir cinayettir. Bu, tenbelliğin ötesinde, Sünnet’in değerini küçümsemek ve önemini önemsememektir. Bu tavır, Hz. Peygamber’e ve onun getirdiği ilahi mesaja karşı bir saygısızlıktır. Sünnet, Kur’an’ın bir tefsiri, bir açılımıdır. Sünnet’i önemsiz görmek, adeta Kur’an’ı anlamayı, hayatımıza uygulamayı reddetmek gibidir. Bu, İslam’ın ruhuna ve fıtratına aykırı bir cinayettir. Tarihte, Sünnet’i terk eden toplumların manevi ve ahlaki olarak çöküşe geçtiği görülmüştür.
Sünnet’i yalanlamak anlamına gelen bir şekilde “tenkid” etmek ise, “Dalalet-i Azîme”, yani büyük bir sapkınlıktır. Bu, en tehlikeli aşamadır. Bazı kişiler, Sünnet’in bazı uygulamalarını akla ve mantığa aykırı görerek, onu açıkça eleştirir ve reddeder. Bu tavır, kişinin imanını tehlikeye atar. Zira, Sünnet’in kaynağı vahiy ve ilahi ilhamdır. Bir Sünnet’i eleştirmek, aslında onunla gelen hikmeti ve ilahi iradeyi sorgulamaktır. Bu, insanı doğru yoldan saptırarak, dalalete sürükler.
Kaderin Adaleti ve Musibetlerin Hikmeti
Hayat, kimi zaman beklenmedik acılar, haksızlıklar ve musibetlerle dolu olabilir. Bazen, hak etmediğimizi düşündüğümüz şeyleri yaşarız ve bu durum, adalet duygumuzu sarsar. Ancak bu zorlukların altında, bizim göremediğimiz derin bir hikmet ve adalet yatar.
Bediüzzaman Said Nursi, bu gerçeği Emirdağ Lahikasında şöyle açıklar:
“Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işe sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana keffaret ediyor.”
Bu söz, musibetlere bakış açımızı kökten değiştirir. İnsanlar bize haksızlık yapsa bile, bu haksızlığın bir sonucu olarak yaşadığımız sıkıntıların arkasında ilahi bir adalet mevcuttur. Dışarıdan bakıldığında, bir masumun zulme uğraması anlamsız ve adaletsiz görünebilir. Ancak Bediüzzaman, bu durumun kişinin “gizli hatalarına” bir “kefaret” olduğunu söyler. Bu, kişinin geçmişte işlediği ve belki de unuttuğu günahların bir temizliği, bir arınmasıdır.
Musibetler aynı zamanda ilahi birer “terbiye” aracıdır. Zorluklar, insanı olgunlaştırır, sabrı öğretir, kibir ve gururu kırar. Bir musibetle karşılaşan kişi, kendi acziyetini ve Allah’a olan ihtiyacını daha derinden hisseder. Bu, onu Allah’a daha çok yaklaştırır ve manevi olarak yükselmesine vesile olur. Tarihte nice peygamberler, alimler ve salih kullar, en büyük imtihanları yaşamışlardır. Hz. Eyyub (a.s), ağır hastalıklarla; Hz. Yusuf (a.s), zindanla; Hz. Peygamber (s.a.v), türlü türlü zulümlerle imtihan edilmiştir. Bu musibetler, onların manevi derecelerini yükseltmiş ve tüm insanlığa ibret olmuştur. Dolayısıyla, musibetler bir ceza değil, bir terbiye ve arınma vesilesidir.
Ebedi Dostluk ve Varoluşun Gayesi
İnsanın en temel arayışlarından biri, fani ve geçici olan bu dünyada, baki ve kalıcı bir anlam bulmaktır. Her şeyin gelip geçici olduğu bu hayatta, neye tutunmalı, neye bağlanmalıyız?
Bediüzzaman Said Nursi bu sorunun cevabını, Risale-i Nur Külliyatı’nda şu şekilde verir:
“Ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkînin âyine-i zîşuur’u bâkî olmak lâzım gelir.”
Bu söz, sonsuz bir varlık olan Allah’a iman ve dostluk kuran kişinin, kendisinin de fani olmaktan çıkıp ebediyete ulaşacağını ifade eder. Baki olan (sonsuz olan) ile dostluk kuran fani bir varlık, bu dostluk sayesinde ebedileşir. Bu, ölümden sonraki hayatın, yani ahiretin kaçınılmaz bir sonucu ve ilahi bir vaadidir.
Sözün ikinci kısmı ise bu hakikati daha da güçlendirir.
“Âyine-i zîşuur”, yani “şuurlu ayna”, insanoğludur. Kainat, Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği bir aynadır. İnsan ise, bu aynaların en şuurlu ve en mükemmelidir. Güzelliği yansıtan ayna, o güzelliği görebilen, fark edebilen bir varlık olmalıdır. Bu şuurlu ayna (insan), Bâkî olan Allah’ın isimlerini, sıfatlarını ve kudretini yansıttığına göre, kendisinin de o Bâkî’ye yaraşır şekilde bâkî (ebedî) olması gerekir. Fani olan bir şey, Baki’yi tam olarak yansıtamaz. Bu, ölümden sonraki yaşamın, yani ahiretin sadece bir inanç değil, aynı zamanda varlığın ve varoluşun mantıksal bir sonucu olduğunu gösterir.
Hakkı Tanıyan, Hakkın Hatırını Feda Etmez
Hayat, sürekli bir tercih ve fedakârlıklar zinciridir. Bazen kendi menfaatlerimizden, bazen sevdiklerimizden, bazen de değerlerimizden vazgeçmemiz istenir. Bu noktada, bizi doğru yolda tutan yegâne prensip, Hakk’ı bilmek ve ona bağlı kalmaktır. Bediüzzaman bu prensibi şöyle formüle etmiştir:
“Hakkı tanıyan, Hakkın hatırını hiç bir hatıra feda etmez.”
Bu söz, “Hak” kavramının hem mutlak hakikat anlamını hem de Allah’ın bir ismi olduğunu ifade eder. Hakkı tanıyan bir kişi, doğruyu, adaleti ve mutlak hakikati bilendir. Bu bilgi, ona öyle bir güç ve kararlılık verir ki, hiçbir dünyevi menfaat, hiçbir şahsi ilişki, hiçbir baskı onu bu hakikatten vazgeçiremez. Bu kişi, yalanın, zulmün ve haksızlığın karşısında dimdik durur.
Tarih, bu ilkenin en parlak örnekleriyle doludur. Hz. Ömer’in adaleti, ne akrabalarının ne de en yakın dostlarının hatırı için eğilmemiştir. O, “Hakk’ın hatırını” her şeyin üstünde tutmuştur. Aynı şekilde, Hz. Hüseyin (r.a), Emevi halifeliğinin zıddına, adaletsizliğe ve zulme karşı durarak, kendi ve ailesinin hayatını “Hakk’ın hatırı” için feda etmiştir.
Bu prensip, günümüz insanı için de büyük bir rehberdir. Modern dünyada, insanlar sıklıkla kariyerleri, sosyal statüleri veya popülerlikleri uğruna ahlaki değerlerinden, dürüstlüklerinden ve inançlarından taviz vermektedir. Oysa, “Hakkın hatırını” her şeyin üstünde tutan bir birey, geçici menfaatler uğruna ebedi değerlerini feda etmez. Bu, sadece manevi bir duruş değil, aynı zamanda karakterli ve onurlu bir yaşamın da anahtarıdır.
Makalenin Özeti
Bu makale, dört farklı kaynaktan alınan hikmetli sözleri, kendi konuları içinde derinlemesine incelemektedir.
İlk bölümde, Sünnet-i Seniye’ye karşı takınılan üç farklı tavrın (tenbellik, önemsememek, inkar etmek) sırasıyla büyük hüsran, büyük cinayet ve büyük sapkınlığa yol açtığı açıklanmıştır.
İkinci bölümde, bireyin başına gelen musibetlerin altında kaderin bir adaleti olduğu, bu sıkıntıların hem terbiye hem de gizli hatalara kefaret işlevi gördüğü belirtilmiştir.
Üçüncü bölümde, fani insanın, Baki olan Allah’la dostluk kurarak ebediyete ulaşacağı ve şuurlu bir ayna (insan) olarak ebedi olması gerektiği vurgulanmıştır.
Son olarak, dördüncü bölümde ise gerçekten Hakk’ı tanıyan bir insanın, hiçbir dünyevi hatır için adaletten ve hakikatten taviz vermeyeceği anlatılmıştır.
Bu makale, farklı konulara değinse de, insanın manevi yolculuğunda karşılaştığı temel meselelere ışık tutan, ibret verici bir bütünlük sunmaktadır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com