Gerçek Özgürlüğe Giden Yol: Sadece Allah’a Kulluk
Gerçek Özgürlüğe Giden Yol: Sadece Allah’a Kulluk
İnsanoğlunun tarih boyunca en büyük arayışlarından biri, özgürlüktür. Ancak bu arayışta sıklıkla gözden kaçan bir gerçek vardır: Mutlak özgürlük, ancak Allah’a kul olmakla elde edilir.
Bu derin ve paradoksal görünen hakikat, Risale-i Nur Külliyatı’nda şu veciz sözle ifade edilir:
“Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olmaz.”
Bu ifade, yalnızca bir inanç prensibi değil, aynı zamanda bir yaşam düşüncesidir.
Bir kişi, Allah’ın mutlak ve sınırsız gücüne teslim olduğunda, diğer tüm fani varlıklara ve güçlere karşı özgürleşir. O artık ne paranın kölesidir, ne makamın nefsine esir düşer, ne de insanların beklentileri altında ezilir. Çünkü bilir ki, rızkı veren Allah’tır, makamları takdir eden O’dur ve insanların beğenisi de O’nun takdirindedir. Bu durum, onu patronunun, toplumun, hatta kendi nefsânî arzularının köleliğinden kurtarır.
Bir kişi, kalbini ve aklını yalnızca Allah’a yönelttiğinde, her türlü dünyevi kaygıdan arınır. Bu, gerçek bir özgürlük hissi, bir iç huzur ve bağımsızlık getirir.
Tarih, bu gerçeğin sayısız örnekleriyle doludur.
Hz. Yusuf (a.s), zindana atılmayı, efendisinin karısının günahkâr isteğine boyun eğmeye tercih etmiştir. Onun bu kararı, sadece bir ahlaki duruş değil, aynı zamanda Allah’a olan mutlak teslimiyetinin bir sonucudur. O, insanların zindanından korkmamış, çünkü kalbinde Allah’ın kudreti ve iradesi yer almıştır.
Benzer şekilde, Hz. Bilal-i Habeşi (r.a), işkenceler altında dahi tevhid inancından vazgeçmemiştir. O, köle olarak dünyaya gelse de, Allah’a kul olmakla, tüm fani efendilerine karşı gerçek bir özgürlük kazanmıştır.
Bu örnekler, Allah’a kul olmanın, dünyevi bağlardan kurtulmanın ve gerçek özgürlüğe ulaşmanın yegâne yolu olduğunu bizlere göstermektedir.
Gerçek Üstat ve Tevhid-i Kıble
İnsan, hayatı boyunca bir rehbere, bir kılavuza ihtiyaç duyar. Tarihin farklı dönemlerinde, insanlar bu rehberliği bazen karizmatik liderlerde, bazen ideolojilerde, bazen de popüler kültürde aramıştır. Ancak bu arayışın nihai hedefi, insanlığı gerçek bir bütünlüğe ve doğru yola ulaştıracak olan tek rehberi bulmaktır.
Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde bu gerçeği şu şekilde dile getirir:
“Üstad-ı hakikî Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.”
Bu söz, Kuran’ı sadece bir ibadet kitabı olarak değil, aynı zamanda hayatın her alanına rehberlik eden tek ve en üstün kılavuz olarak tanımlar. Kuran, insanlığın tüm sorularına cevap veren, ahlaki değerleri belirleyen ve doğru ile yanlışı ayırt etmemizi sağlayan ilahi bir fener gibidir. Onun rehberliği, bizi ideolojilerin, liderlerin ve fani üstatların getirdiği karmaşadan korur.
“Tevhid-i kıble” ifadesi ise bu sözün en can alıcı noktasıdır. Kıble, Müslümanların namazda yöneldikleri yöndür ve birliği, ortak hedefi simgeler. Kuran’ın rehberliğinde, tüm Müslümanlar, farklı görüşleri ve felsefeleri olsa bile, ortak bir “kıbleye” yönelirler. Bu yöneliş, toplumsal, siyasi ve manevi bir birliği tesis eder. Bu birliği sağlayan tek güç, Kuran’ın evrensel ve değişmez hakikatleridir. Kuran’dan uzaklaşıldığı zamanlarda, farklı felsefeler, ideolojiler ve liderler ortaya çıkar ve her biri insanları farklı yönlere çeker. Bu da toplumsal bölünmelere, anlaşmazlıklara ve manevi karmaşaya yol açar. Bu yüzden, gerçek bir üstat arayan her birey ve toplumsal birlik arayan her ümmet, kılavuzunu Kuran’dan almalıdır.
Aziz Mahmud Hüdâyi’den İbretli Bir Teslimiyet Örneği
İnsanoğlunun en temel özelliklerinden biri, aciz ve muhtaç olmasıdır. Ne kadar zengin, ne kadar güçlü ya da ne kadar başarılı olursa olsun, her insan, temelde bir hiç olduğunu, varlığının Allah’a bağlı olduğunu idrak etmelidir. Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri, bu gerçeği “abd-i âciz” (aciz kul) kavramıyla özetlemiş ve şu mısralarla dile getirmiştir:
“Veren Sen’sin, alan Sen’sin, kılan Sen,
Ne verdinse odur, dahi nemiz var?!”
Bu mısralar, derin bir teslimiyetin ve tevazuun ifadesidir. Hüdâyi Hazretleri, tüm varlığımızın, sahip olduklarımızın ve hatta yaşadığımız her olayın Allah’ın iradesiyle gerçekleştiğini vurgulamaktadır. Bu, pasif bir kadercilik değil, her şeyin mutlak sahibi olan Allah’a karşı duyulan derin bir saygıdır. Bize verilenin de, bizden alınanların da O’ndan olduğunu bilmek, kalpteki hırsı, kibri ve nankörlüğü ortadan kaldırır.
Bu anlayış, insana gerçek bir huzur ve kanaat duygusu kazandırır. Bir insan, başarıyla karşılaştığında bunu kendi çabalarına değil, Allah’ın lütfuna bağlar. Bir kayıpla karşılaştığında ise sabreder, çünkü bilir ki her şey O’nun takdiridir. Bu teslimiyet, kişiyi dünyevi kaygıların ve hırsların esaretinden kurtarır. Hüdâyi Hazretleri’nin bu sözleri, modern insanın sahip olma ve kontrol etme arzusuna karşı, çok kıymetli bir manevi ders sunar: “Dahi nemiz var?!” Yani, O’nun verdikleri dışında neyimiz var ki? Bu soru, bizi bencillik ve gururdan uzaklaştırmaya, kendi acziyetimizi idrak etmeye ve her anımızı O’nun rızası doğrultusunda yaşamaya davet eder.
Her Şey O’nun İrade ve Meşiyetiyle Olur
Hayatın akışında gerçekleşen olaylar, çoğu zaman bizim kontrolümüz dışındadır. İnsan, kendi hayatının yegâne mimarı olduğunu düşünse de, derinlemesine düşündüğünde, her şeyin çok daha büyük bir irade tarafından yönetildiğini fark eder.
“Her şey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbir şey olmaz.”
Bu söz, mutlak tevhidin ve ilahi kudretin en temel prensiplerinden birini özetler.
Bu prensip, sadece büyük olayları değil, hayatımızın en küçük detaylarını da kapsar. Bir yaprağın dalından düşmesi, bir damla yağmurun yere inmesi, kalbimizin atması… Bütün bu olaylar, Allah’ın iradesi ve dilemesi (meşieti) ile gerçekleşir. İnsan, ne kadar plan yaparsa yapsın, ne kadar çabalarsa çabalasın, Allah istemedikçe hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğini bilir. Bu durum, insanı mutlak bir acziyet hissine sevk ederken, aynı zamanda O’nun sonsuz gücüne karşı bir huşu ve hayranlık duygusu uyandırır.
Bu inanç, bizi gereksiz kaygılardan ve anlamsız mücadelelerden kurtarır. Bir kişi, eğer bir şeyin olmasını gerçekten istiyorsa, bunun için tüm çabasını gösterir ama sonucunu Allah’a bırakır. Zira bilir ki, “istediği olur, istemediği olmaz”. Bu, tevekkülün en güçlü kaynağıdır. Öte yandan, bu gerçeklik, her türlü haksızlığa ve zulme karşı mücadele etmemiz gerektiği gerçeğiyle çelişmez. Zira bu mücadele de Allah’ın iradesiyle mümkün olur ve bu çaba, O’nun rızasını kazanmanın bir yoludur.
Makalenin Özeti
Bu makale, dört farklı kaynaktan iktibas edilen derin manalı sözleri, kendi konu bütünlükleri içinde ele almaktadır.
İlk bölümde, Allah’a gerçek kul olmanın, insanı tüm dünyevi güçlerin ve hırsların köleliğinden kurtaran gerçek özgürlük olduğu vurgulanmıştır.
İkinci bölümde, Kuran’ın insanlığın tek ve hakiki rehberi olduğu ve bu rehberlik sayesinde toplumsal birliğin (tevhid-i kıble) sağlanabileceği anlatılmıştır.
Üçüncü bölümde, Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri’nin mısraları aracılığıyla, insanın aciz bir kul olduğu ve sahip olduğu her şeyin Allah’tan bir lütuf olduğu gerçeğinin, kişiyi tevazuya ve kanaate sevk ettiği ele alınmıştır.
Son olarak, dördüncü bölümde ise hayattaki her şeyin Allah’ın mutlak iradesiyle gerçekleştiği ve O’nun dilemediği hiçbir şeyin olamayacağı gerçeğinin, tevekkülün temelini oluşturduğu açıklanmıştır.
Tüm bu sözler, insanın manevi yolculuğunda birbirini tamamlayan ve derinlik katan bir bütünlük sunmaktadır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com