Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında Manevî Kaleler ve Takva Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında Manevî Kaleler ve Takva Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın en mühim İslâm âlimlerinden biri olarak, Risale-i Nur Külliyatı ile modern çağın tahribatlarına karşı bir maneviyat kalesi inşa etmiştir. Hayatı boyunca sürgünler, hapishaneler ve baskılarla dolu bir mücadele veren Nursî, eserlerinde iman hakikatlerini, nefs muhasebesini ve ümmet birliğini derin bir hikmetle ele almıştır.
Bu makalede, onun dört mühim sözünü birebir iktibas ederek, her birini ayrı bir konu olarak inceleyeceğiz.
Bu sözler, takva ile tahribata direnişten, nefsin körlüğüne; heveslerin aldatıcılığından, Türkiye’nin İslâm dünyasındaki stratejik konumuna kadar uzanan bir bütünlük arz eder.

#### 1. Takva: Çağın Tahribatına Karşı En Büyük Esas

“Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” (Tarihçe-i Hayat, s. 303)

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözü, modern çağın manevi yıkımlarına karşı takvanın rolünü vurgulayan bir manifestodur. Takva, sadece bireysel bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bir kalkandır. Tarihi perspektiften bakıldığında, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, dünya savaşları ve seküler akımların yükselişi gibi olaylar, “menfi cereyan” olarak adlandırılan yıkıcı akımları doğurmuştur. Nursî, kendi hayatında bu tahribatı bizzat yaşamış; Birinci Dünya Savaşı’nda esir düşmüş, Cumhuriyet döneminde sürgün edilmiş ve eserleri nedeniyle yargılanmıştır. Bu deneyimler, onun takvayı “en büyük esas” olarak görmesine zemin hazırlamıştır.

Edebi bir bakışla, takva bir kale gibidir; farzları yerine getirmek surları örmek, kebirelerden (büyük günahlardan) kaçınmak ise kapıları sağlamlaştırmaktır. Düşünün ki, bir gemi fırtınada yol alırken, kaptanın rotayı koruması gibi, takva da insanı manevi fırtınalardan korur. İbretli bir kıssa olarak, Hz. Yusuf’un zindanda takvasıyla kurtuluşunu hatırlayalım: O, farzları terk etmeyip büyük günahlardan kaçınarak, sonunda Mısır’a vezir olmuştur. Benzer şekilde, Nursî’nin talebeleri, zor zamanlarda takvayla direnmiş, Risale-i Nur’un yayılmasına vesile olmuşlardır.

Düşündürücü yanı ise şudur: Günümüzde teknoloji ve tüketim kültürü, tahribatı hızlandırmakta; sosyal medya gibi menfi cereyanlar, gençleri günahlara sürüklemektedir. Takva, bu akımlara karşı bir direniş manifestosudur. Genişçe ele alacak olursak, takva sadece ibadetlerle sınırlı değil; ahlakî, sosyal ve ekonomik boyutları da kapsar. Örneğin, tarihi bir ibret olarak, Endülüs’ün düşüşünde takva eksikliğinin rolü büyüktür – lüks ve hevesler, manevi surları zayıflatmıştır. Nursî, bu sözüyle bizi uyarır: Kurtuluş, farzları yapıp kebirelerden kaçınmakta yatar; bu, basit ama derin bir hikmettir. Böylece, birey ve toplum, tahribata karşı manevi bir kale inşa eder.

#### 2. Nefsin Körlüğü: Hakikat Güneşine Mani Bir Hicab

“Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük, vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab olur. Evet, müşahedemele sabittir ki; kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taş bir za’fiyet görünürse, o kör olan nefs o kaleyi tamamen inkâr eder.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 82)

Nursî’nin bu iktibası, nefsin manevi körlüğünü edebi bir metaforla resmeder: Körlük, hakikat güneşini perdeleyen bir hicabdır. Tarihi bağlamda, Nursî’nin Eski Said’den Yeni Said’e geçişi bu körlüğün aşılmasına örnektir. Birinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul’un işgali ve kendi iç mücadelesi sırasında, nefsini muhasebeye çekmiş, Risale-i Nur’un temellerini atmıştır. Bu, bir âlimin nefisle savaşının hikmetli bir yansımasıdır.

Edebi olarak, nefis bir kale içindeki küçük bir taş gibidir; zaafiyet gösterirse, tüm kaleyi inkâr eder. Bu, Shakespeare’in Hamlet’inde “Bir çürük elma tüm sepeti bozar” deyişine benzer – küçük bir kusur, büyük hakikatleri yok sayar. İbretli bir örnek, Firavun’un hikâyesidir: Musa’nın mucizelerine rağmen, nefsin körlüğüyle inkâra sapmış, Nil’de boğulmuştur. Nursî, müşahedesiyle bunu doğrular; kendi hayatında, talebelerinin küçük zaafiyetlerle imanlarını sorguladığını görmüştür.

Düşündürücü yanı, modern psikolojide “bilişsel önyargı” olarak bilinen kavramla örtüşmesidir: İnsan, kusurlarını büyütürken hakikatleri küçültür. Genişçe inceleyecek olursak, nefis körlüğü bireysel değil, toplumsal bir sorundur. Tarihi olarak, Haçlı Seferleri’nde Batı’nın Doğu’yu inkârı, bu körlüğün bir tezahürüdür. Nursî, bizi uyarır: Hakikat kalesini korumak için, nefsin zerre kadar körlüğünü temizlemek şarttır. Bu, manevi bir arınma yolculuğudur; küçük zaafiyetler, büyük inkârlara yol açar. Böylece, hakikat güneşi, kalpte doğar.

#### 3. Heveslerin Peşinde Koşma: Fâni Lezzetlerin Aldatıcılığı

“Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma!” (Emirdağ Lahikası)

Bu söz, Nursî’nin nefs muhasebesini hevesler üzerinden ele alır; çocuksu hevesler, manevi olgunluğa engeldir. Tarihi açıdan, Nursî’nin sürgün yıllarında yazdığı lahikalar, talebelerine bu uyarıyı yapmıştır. 1940’ların zorluklarında, maddi lezzetlere kapılmamak, iman hizmetinin anahtarı olmuştur.

Edebi bir tasvirle, hevesler geçici bir oyuncağa benzer; çocuk gibi peşinde koşan, sonunda pişmanlık duyar.
Bu, Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki “Dünya bir oyundur” deyişini çağrıştırır. İbretli bir kıssa, Hz. Süleyman’ın hikâyesidir: Tüm zenginliğine rağmen, hevesleri aşmış, “Bu dünya bir hiçtir” demiştir. Nursî, kendi hayatında hevesleri terk ederek, Risale-i Nur’a odaklanmıştır; bu, bir âlimin manevi zaferidir.

Düşündürücü yanı şudur: Günümüzde tüketim toplumu, hevesleri körükler; sosyal medya, anlık lezzetlerle manevi boşluk oluşturur. Genişçe ele alacak olursak, hevesler tarihi facialara yol açmıştır – Roma İmparatorluğu’nun çöküşünde lüks ve eğlence rol oynamıştır. Nursî, bizi düşünmeye sevk eder: Fâni lezzetler elemler bırakır, kalıcı olan ise uhrevî sevaplardır. Bu, olgunluk yolculuğudur; hevesleri aşmak, manevi lezzetlere kapı açar.

#### 4. Türkiye: İslâm Dünyasının Garbî Kalesi

“Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiye’siz İttihad-ı İslâm mümkün değildir.”” (Tarihçe-i Hayat, s. 720)

Nursî’nin bu sözü, Türkiye’nin jeopolitik ve manevi rolünü anlatır. Tarihi olarak, Osmanlı’nın son dönemlerinde Nursî, İttihad-ı İslâm’ı savunmuş; Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiştir. Bu, ümmet birliğinin hikmetli bir çağrısıdır.

Edebi bir metaforla, Türkiye bir kale gibidir; garbî konumunda İslâm’ı korur. Bu, kale savunmalarını hatırlatan destansı bir anlatımdır. İbretli bir örnek, İstanbul’un fethidir: Fatih’in zaferi, İslâm’ın garbî kalesini güçlendirmiştir. Nursî, Cumhuriyet döneminde bile bu vizyonu sürdürmüştür; Risale-i Nur, Türkiye üzerinden ümmete yayılmıştır.

Düşündürücü yanı, günümüz küresel siyasetindedir: Türkiye’siz bir İslâm birliği, eksik kalır. Genişçe inceleyecek olursak, tarihi olarak, Selçuklu ve Osmanlı, garbî kale rolünü üstlenmiştir – Haçlılara karşı direniş bunun isbatıdır. Nursî, bizi uyarır: Bu kale zayıflarsa, ümmet dağılır. Bu, birlik ve direniş çağrısıdır; Türkiye, manevi bir misyon taşır.

### Makale Özeti
Bediüzzaman Said Nursî’nin dört sözü, manevi tahribata karşı takva, nefs körlüğü, heves aldatıcılığı ve Türkiye’nin kale rolünü ele alır. Takva kurtuluşun esasıdır; nefis körlüğü hakikati perdeler; hevesler fâni elemler getirir; Türkiye ise İslâm birliğinin anahtarıdır. Bu sözler, tarihi ibretlerle yoğrulmuş, düşündürücü bir bütünlük sunar: Çağın yıkımlarına karşı manevi kaleler inşa etmek, her müminin vazifesidir. Hikmetli bu tefekkür, okuyucuyu imanî bir yolculuğa davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025