Hayatın Sınavı: Musibetlerin Hikmeti
Hayatın Sınavı: Musibetlerin Hikmeti
> Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.
>
Hayatın anlamını sadece rahatlık ve konfor üzerine kurmak, insana dair en büyük yanılgılardan biridir. Tarih boyunca büyük şahsiyetler, filozoflar ve peygamberler, musibetlerin ve zorlukların aslında birer terbiye aracı olduğunu bizlere bildirmişlerdir. Tıpkı bir demirin ateşte dövülerek çelikleşmesi gibi, insan da musibetlerle olgunlaşır, saflaşır ve güçlenir. Peygamberlerin yaşadığı zorluklar, evliyaların sabrı, bilim insanlarının başarısızlıklarla dolu deneyleri, bu hakikatin en çarpıcı örnekleridir.
Bediüzzaman Said Nursi, bu metinde “yeknesak istirahat döşeğindeki hayatın” aslında bir boşluk olduğunu, hatta “şerr-i mahz olan ademe” (mutlak şer olan yokluğa) yaklaştığını söyler. Çünkü kesintisiz bir rahatlık, insanın ruhsal ve ahlaki gelişimini engeller. İradeyi zayıflatır, şükür duygusunu köreltir ve nihayetinde insanı amaçsız bir yaşama sürükler. Oysa bir dervişin çilesi, bir sanatçının sancısı, bir hastanın sabrı, hayatın asıl gayesi olan kemale ermeye hizmet eder. Musibetler, birer ceza değil, birer lütuf olarak görüldüğünde, hayatın her anı derin bir anlam kazanır.
Dünya Bir Misafirhanedir
> Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?
> Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir. Ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir.”
>
Bu metin, insanoğlunun en temel varoluş sorularını sormakla başlar. İnsana kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini hatırlatır. Bu üç soru, hayatın amacına dair yol haritasını çizer. Bediüzzaman, bu soruların cevabını “dünyanın bir misafirhane olduğu” gerçeğiyle verir. Tıpkı bir hanın kapısından girip, geceyi geçirdikten sonra yola devam eden bir yolcu gibi, insan da bu dünyada kısa bir süre kalacak olan bir misafirdir.
Bu metafor, insanın dünyaya olan bağlılığını gevşetmek için çok güçlü bir araçtır. Bir misafir, kaldığı hanı kalıcı bir mesken gibi görmez, oradaki eşyalara tapmaz. Onun asıl derdi, yolculuğunun devamı için gerekli olan azığı ve hazırlığı yapmaktır. İnsan da bu fani dünyada, asıl yurdu olan ahiret için azık toplamalıdır. Bu azık, salih amellerden, ilimden, ahlaktan ve kulluk vazifesinden ibarettir. Bu bilinçle yaşayan bir insan, dünyanın çekiciliğine kapılmaz, makam ve şöhret gibi geçici değerlerin peşinden koşmaz. Onun amacı, bu misafirhaneden, görevini başarıyla tamamlamış bir misafir olarak ayrılmaktır.
Nimetlere Tasarruf: Sahibinin Hukukuna Riayet
> Bütün sana verilen nimetler bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerim-i Zülcelal’in kavanin-i şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir.
>
Bu metin, dünyanın bir misafirhane olduğu fikrini derinleştirerek, burada bize verilen nimetlerin kaynağına ve kullanım amacına dikkat çeker. Gözümüz, kulağımız, aklımız, sağlığımız, malımız ve tüm çevremizdeki güzellikler bize ait değildir; hepsi “Mihmandar-ı Kerim-i Zülcelal”in yani cömert ve yüce misafirperver olan Allah’ın lütfudur. Bu nimetler birer emanettir ve bu emanetlere, sahibinin koyduğu kurallar çerçevesinde tasarruf etmek gerekir.
Tarih, bu ilkeye uymayanların hikayeleriyle doludur. Nimetleri israf eden, başkalarının hakkını göz ardı eden, gücü zulüm aracı olarak kullanan medeniyetler ve liderler, nihayetinde yıkıma uğramışlardır. Roma İmparatorluğu’nun lüks ve sefahat içinde çöküşü, Karun’un hazinelerinin onu kurtaramaması, bu ilahi kuralın evrensel bir geçerliliği olduğunu gösterir. Nimetleri Allah’ın şeriatı (kuralları) dairesinde kullanmak, sadece bir dini vecibe değil, aynı zamanda toplumsal düzenin ve bireysel huzurun da garantisidir. Bu bilinç, insanı nankörlükten kurtarır ve şükreden bir kul haline getirir.
Zahiri Nimet, Batıni Nikmet
> Ne biliyorsun ki, nikmet gördüğün şeyler, nimetin tâ kendisi olmasın.
>
Bu cümle, hayatın görünen ve görünmeyen yönleri arasındaki derin ilişkiyi ortaya koyan bir hikmet pınarıdır. İnsan, genellikle başına gelen olumsuz olayları, yani “nikmetleri” (bela, zorluk, sıkıntı) şanssızlık veya musibet olarak algılar. Oysa tarihi ve bireysel tecrübeler, sıkıntıların çoğu zaman büyük birer lütfa dönüştüğünü gösterir. Hz. Yusuf’un kuyuya atılması, bir nikmet gibi görünürken, Mısır’a sultan olmasına vesile olmuştur. Bir hastalığın getirdiği ıstırap, bazen insanı daha derin bir manevi uyanışa sevk eder veya bir felaket, insanı daha güçlü ve dayanıklı bir karaktere dönüştürür.
Bu bakış açısı, insana hayata karşı pozitif bir duruş kazandırır. Hayattaki hiçbir olayın tesadüfî olmadığına, her zorluğun içinde bir hikmet gizlendiğine inanmak, ümidi diri tutar. Bu, acıyı inkâr etmek değil, onu anlamlandırmak ve ondan ders çıkarmaktır. İnsanın yaşadığı her zorluk, bir potansiyel ders ve gelişim fırsatıdır. Bu hikmet, hayata sadece siyah-beyaz bir perspektiften bakmaktan kurtarır ve her olayın arkasındaki ilahi planın derinliğini fark etmemizi sağlar.
Makalenin Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden seçilen dört farklı metin üzerinden hayat, musibet, dünya ve nimetler kavramlarını ele almıştır.
İlk metin, musibetlerin ve zorlukların aslında hayatı olgunlaştıran ve kemale erdiren unsurlar olduğunu, kesintisiz bir rahatlığın ise manevi bir boşluğa yol açtığını anlatır.
İkinci metin, dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu ve insanın bu kısa ömrü ebedi hayat için gerekli hazırlıkları yapmakla geçirmesi gerektiğini ifade eder. Üçüncü metin, insana verilen tüm nimetlerin aslında bir emanet olduğunu ve bu emanetlere, onların asıl sahibi olan Allah’ın koyduğu kurallar çerçevesinde tasarruf edilmesi gerektiğini açıklar.
Son olarak, dördüncü metin, hayattaki zorlukların ve sıkıntıların (nikmetlerin) aslında birer nimet olabileceğini, her olumsuzluğun arkasında bir hikmetin gizlendiğini ve bu bilinçle hayata bakmanın önemini ortaya koyar.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com