Şems-i Hakikat’in Doğuşu ve İnsanın Asli Vazifesi
Şems-i Hakikat’in Doğuşu ve İnsanın Asli Vazifesi:
Fani Dünya ve Baki Hayat Arasında Bir Yolculuk
Hayat denen bu meşakkatli yolculukta, bazen öyle anlar gelir ki, gözümüzü karanlıklar bürür, umutsuzluk girdabında kayboluruz. Ancak tarih, bize her daim fısıldar ki:
“Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat,
hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem.”
Bu sözler, sadece bir teselli değil, aynı zamanda bir vaattir; her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğu gibi, her zulmetin ardından bir hakikat güneşi doğacaktır. Tıpkı Kudüs’ün kadim kubbesinin, nice fırtınalara rağmen dimdik ayakta kalışı gibi, insanlık da nice karanlık dönemlerden geçse de, sonunda aydınlığa kavuşmanın mücadelesini verir.
O mukaddes yolculukta bayrağı elinde tutan yalnız bir adamın silueti, sadece bir coğrafyanın değil, tüm mazlumların umudunu temsil eder.
Çünkü zulmetin kalıcı olmadığını bilmek, direnişin en büyük motivasyon kaynağıdır.
Peki, bu fani dünyada, geçici heveslerin peşinden koşarken, asli vazifemizi unutmuş olabilir miyiz?
İkinci metinde bize adeta sığınacak bir liman arayışımızı, bu dünya üzerindeki gelip geçici meskenlerimizi hatırlatıyor. Oysa “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”
Bu söz, insana derin bir muhasebe çağrısı yapar. Dünya hayatının cazibesi ve gelip geçici başarıları çoğu zaman gözümüzü kamaştırır. Kariyer, mal, mülk… Bunlar, fani dünyada bırakılan eserler olabilir. Ancak ahiret hayatında bizi kurtaracak, ebedi saadeti sağlayacak birikimlerimiz yoksa, bu dünyadaki başarıların ne anlamı kalır?
Tarihte nice krallar, imparatorlar gelip geçti. Şanlı kaleler, görkemli anıtlar inşa ettiler. Ama bugün o eserlerin çoğu ya harabe olmuş ya da sadece birer turistik mekandan ibaret kalmıştır. Onların asıl mirası, geride bıraktıkları adalet, merhamet ya da zulüm olmuştur. İnsan, kendi ebedi kurtuluşu için bir gayret göstermiyorsa, bu dünyadaki hiçbir eseri kalıcı bir değer taşımaz. Bu, bir zamanlar görkemli medeniyetlerin neden tarihin tozlu sayfalarına karıştığının da en büyük ibretidir.
Üçüncü metin ise, bu fani dünya telaşı içinde insanoğlunun en temel yanılmalarından birine işaret eder:
“Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir. Bununla beraber meşâğil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun.”
Ne kadar da isabetli bir tesbit! İnsan, adeta bir koşuşturmaca içinde, sabah-akşam rızık peşinde koşan hayvanlar gibi sadece dünyevi ihtiyaçlarını gidermekle meşgul oluyor. Oysa asli vazifesi, hakiki bir insan gibi yaşamak, yani sadece fizyolojik ihtiyaçlarını değil, ruhi ve manevi tekamülünü de gözetmektir. Ebedi bir hayat için çalışmaktır. Günümüzde bilgi bombardımanı altında, bize ait olmayan, fuzuli ve malayani meselelerle o kadar çok vakit kaybediyoruz ki, hayatımızın en önemli amaçlarını gözden kaçırıyoruz. Sosyal medyanın sonsuz akışı, anlamsız tartışmalar, dedikodular… Bunlar, bize binlerce yıl ömrümüz varmış gibi hissettiren, oysa ömrümüzü tüketen lüzumsuz meşgalelerdir. Osmanlı medreselerinde ilim talipleri, asıl meselelere odaklanır, fuzuli tartışmalardan kaçınırlardı. Çünkü bilirlerdi ki, ömür kısa, vazife büyüktü.
Son metindeki, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin derin bakışlarını yansıtan o mütevazı ama sarsıcı cümle, tüm bu düşüncelerin özeti gibidir:
“Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır.”
Bu söz, tüm önyargıları, soy sop ayrımcılığını ve yüzeysel değerlendirmeleri yerle bir eder. Bir insanı değerli kılan, onun hangi aileden geldiği, hangi coğrafyada doğduğu ya da hangi unvanlara sahip olduğu değildir. Gerçek şeref, kişinin kendi özünde, sahip olduğu ahlaki değerlerde, karakterinde, ilmindeki derinlikte, takvasında ve insanlığa olan faydasındadır. Tarih, bize nice soylu ailelerden çıkmış zalimleri ve nice mütevazı köklerden gelmiş büyük kahramanları göstermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Siyahın beyaza, Arabın aceme bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir” buyurarak bu hakikati yüzyıllar öncesinden ilan etmiştir. Şeref, kişinin “zatında” yani kendi öz varlığında taşıdığı değerdedir. Bu değerler; iman, ihlas, samimiyet, adalet, merhamet ve bilgeliktir.
Tüm bu dört metin, aslında aynı büyük hakikatin farklı pencerelerinden bakışlardır. Zulmetin kalıcı olmadığını bilmek ve hakikat güneşinin doğuşunu beklemek; bu fani dünyada kalıcı eserler bırakırken, ahiret için de biriktirmek; hayvanlar gibi sadece dünya için çabalamak yerine, hakiki bir insan gibi ebedi hayat için gayret etmek ve şerefin dış görünüşte değil, kişinin kendi özünde olduğuna inanmak… İşte bu, insanı insan yapan, onu diğer varlıklardan ayıran ve ebedi kurtuluşa götüren yoldur. Her bir söz, bize bir ayna tutar ve hayatımızı, önceliklerimizi, değerlerimizi yeniden gözden geçirmemiz için bir davettir.
Özet:
Bu makale, dört ayrı metinlerden yola çıkarak, hayatın anlamı, insanın asli vazifesi ve gerçek şerefin kaynağı üzerine derinlemesine bir düşünce yolculuğu sunmaktadır.
Makale, “Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat, hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem” sözüyle zulmün geçiciliğine ve hakikatin kaçınılmaz doğuşuna işaret ederek başlar.
Ardından, “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” ilkesiyle, dünyevi başarıların ahiret karşısındaki değerini sorgular.
Üçüncü kısımda, insanın asli vazifesinin hayvanlar gibi sadece dünya için çabalamak değil, ebedi bir hayat için gayret etmek ve malayani meşgalelerden kaçınmak olduğu belirtilir.
Son olarak, “Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır” sözüyle gerçek şerefin kişinin soyunda değil, kendi özünde taşıdığı ahlaki değerlerde yattığı anlatılır.
Makale, tüm bu fikirleri birbiriyle bağlantılı bir şekilde ele alarak, insana derin bir muhasebe ve özel bir hayat düşüncesi sunmayı amaçlamaktadır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com