Gençliğin Değeri, İmanın Derinliği ve İlahi İradenin Tecellisi: Kainatı Okumak
Gençliğin Değeri, İmanın Derinliği ve İlahi İradenin Tecellisi: Kainatı Okumak
Hayatın en kıymetli hazinelerinden biri olan gençlik, sadece fiziksel bir enerji ve dinamizm dönemi değil, aynı zamanda manevi bir sermayedir. Metin, bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde ifade ediyor: “Gençlik, vazife-i diniyesini bilip sû-i istimal etmeyenlere, kıymettar, zevkli bir nimet-i İlâhiye’dir.” Gençlik, yanlış yollarla harcanmadığında, Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. Bu dönemde kazanılan her manevi değer, geleceğin temelini oluşturur. Tarihte, İslam medeniyetinin zirveye çıktığı dönemlere baktığımızda, gençlerin bu bilinçle hareket ettiğini görürüz. Fatih Sultan Mehmet gibi çağ açıp çağ kapayan liderler, genç yaşta bu bilinçle hareket etmişler, gençliklerini heva ve heves uğruna israf etmemişlerdir. Gençlik, dinî görevlerini bilerek ve kötüye kullanmayarak yaşandığında, hem dünyada hem de ahirette insana tarifsiz bir lezzet ve kıymet kazandırır. Bu, fani dünyada dahi insanı manevi bir olgunluğa ve huzura ulaştıran ilahi bir nimettir.
Bu manevi olgunluğun temelinde, sarsılmaz bir iman-ı tahkikî yani tahkike dayalı, kesin bir iman yatar.
İkinci metin bu imanın derinliklerini çok güzel anlatıyor: “İman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezaühür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir.”
Bu dereceye ulaşan bir mümin, artık sadece kulaktan dolma bilgilerle değil, bizzat gözlem ve tecrübeyle iman eder. Etrafındaki her şeyi, her bir zerreyi, ilahi isimlerin birer tecellisi olarak görmeye başlar. Bir çiçeğin açışında Rahman isminin, bir dağın heybetinde Kâdir isminin, bir okyanusun dalgalarında Celil isminin yansımalarını okur. Bu makam, insanı sadece imanın kabulüne değil, bizzat şahitliğine götürür.
İbn Arabi’nin “Her şeyde Hakk’ı müşahede etmek” sözü, bu makamın bir yansımasıdır. Bu, tüm kainatın birer harf, birer kelime olduğu ve o harfleri okuyabilen kişinin de hakikate ulaşabileceği anlamına gelir. Bu mertebeye ulaşanlar için dünya, sırlarla dolu bir kitaba dönüşür ve her olay bir ibret dersi taşır.
Peki, bu iman ve gençlik bilinciyle hareket eden bir mümin, karşısına çıkan zorluklarda nasıl bir duruş sergiler?
İşte tam da bu noktada, diğer metindeki o müstesna hakikat ortaya çıkar:
“Bütün zahiri Sebepler yalnız Birer perdedirler, İcadda da hiç Tesirleri yoktur; Emir ve iradesi olmazsa, Hiçbirşey, Hatta hiçbir zerre Hareket edemez.”
Bu söz, tevekkülün ve Allah’ın mutlak kudretine olan imanın en temel prensibini ifade eder. Dış dünyada gördüğümüz her sebep, sadece birer perdedir. Bir olayın gerçekleşmesi için gereken şartlar, sadece o olayın zahiri sebepleridir. Örneğin, bir çiçeğin açması için toprağa, suya ve güneşe ihtiyaç vardır. Ama o çiçeği yaratan, o tohumun içindeki hayatı var eden, o toprağı, suyu ve güneşi emrine veren Allah’tır. Sebeplere değil, sebepleri yaratana inanmak, insana büyük bir tevekkül ve iç huzur verir. Bu düşünce, tarihte nice mümin komutanın, zorlu savaşlarda zafer kazanmasının arkasındaki güçtür. Onlar, silahlarına, ordularına değil, Allah’ın yardımına güvenirlerdi. Bu inanç, onları yenilmez kılıyordu. Çünkü bilirlerdi ki, hiçbir atom zerre dahi, Allah’ın emri ve iradesi olmadan hareket edemez. Bu, acizliğimizin farkına varıp mutlak kudrete sığınmanın bir ifadesidir.
Son olarak, bu güçlü iman ve tevekkül bilinci, bizi başka bir manevi duruşa götürür:
“Dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”
İlk metindeki bu söz, makalemizin son halkasıdır.
İyilik yapma meylimiz, yani “meyelan-ı hayr”, dua ve tevekkülle güçlenir. Çünkü dua, acziyetin itirafı, Allah’a sığınmanın ve O’ndan yardım dilemenin en samimi yoludur. Tevekkül ise, bu duaların ardından sonucu Allah’a bırakmaktır. Bu iki kavram, bizi daha iyi bir insan olmaya teşvik eder, iyilik yolunda kararlı adımlar atmamızı sağlar. Öte yandan, kötülük yapma meylimiz, yani “meyelan-ı şer”, istiğfar ve tövbeyle dizginlenir. İstiğfar, hatalarımızdan dolayı pişmanlık duymak ve Allah’tan af dilemektir. Tövbe ise, bir daha o hataya dönmemeye niyet etmektir. Bu iki eylem, nefsin azgınlığını kırar ve bizi kötülüklerden uzak tutar. Gençliğini, imanını ve iradesini bu ilkeler üzerine kuran bir insan, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğu ve huzuru yakalar.
Özet:
Bu makale, dört farklı metindeki hikmetli sözleri birleştirerek, insanın manevi yolculuğunu ele almaktadır.
İlk olarak, gençliğin dini görevlerin bilinciyle yaşandığında nasıl bir ilahi nimet olduğu anlatılır. Ardından, hakiki imanın en üst mertebesi olan aynelyakîn derecesi açıklanır; bu dereceye ulaşan bir kişinin kainatı bir kitap gibi okuyabileceği belirtilir.
Makale, bu derin imanın bir sonucu olarak, tüm zahiri sebeplerin birer perde olduğunu ve her şeyin Allah’ın iradesiyle hareket ettiğini anlatan tevekkül ilkesini işler.
Son olarak, iyilik yapma eğiliminin dua ve tevekkülle, kötülük yapma eğiliminin ise istiğfar ve tövbe ile nasıl kontrol altına alınabileceği anlatılır. Bu dört prensibin birbiriyle olan bağlantısı, insanın manevi hayatını inşa etmesi için bütünlüklü bir yol haritası sunar.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com