MAKALELER – 3 –

MAKALELER  – 3 –

“Ölümün Çalacak Kapısı ve İnsanlık Vazifesi”

Modern dünyanın koşturmacası içinde, insanoğlu genellikle en önemli gerçeği göz ardı etme eğilimindedir: Ölüm.
Ölüm telefonu çaldığı her an, aslında ölümün bize ne kadar yakın olduğunu fısıldıyor.
“Ölüm seni her an arayabilir” ifadesi, sadece bir uyarı değil, aynı zamanda hayatın kırılganlığına ve her an sona erebilecek bir nefeslik mühlet olduğuna dair edebi bir ifadedir. Bu, bizi, hayatın sonsuz bir döngüden ibaret olmadığı, her anın bir sonun başlangıcı olabileceği gerçeğiyle yüzleştirir.
Tarih sayfalarında, bu gerçeği idrak eden nice şahsiyetin hikayeleri vardır. Kimi zalim hükümdarlar, ölümün soğuk nefesini enselerinde hissettiklerinde tövbe kapısına yönelmiş, kimi bilgeler ise bu gerçeği bir ibret vesilesi yaparak hayatlarını anlamlandırmışlardır.
“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin” hakikati, bu bilincin en güzel örneklerinden biridir.
Ölüm bilinci, kişiyi dünyevi hırs ve boş meşguliyetlerden uzaklaştırarak, asıl gayeye yönlendirir: İman, salih amel ve kulluk vazifesi.

Ölümün kapısını çalmasını beklemek yerine, o kapıyı çalmadan önce hazırlıklı olmak gerekir. Bu hazırlığın en önemli iki sütunu ise tövbe ve namazdır. Tövbe, insanı günahlarından arındıran, kalbin pasını silen manevi bir yıkım aracıdır. Yapılan hataların pişmanlığıyla Allah’a yöneliş, kalbi yeniden diriltir. Namaz ise, yaratıcıyla kurulan en özel ve en güçlü bağdır. O, sadece bir beden hareketinden ibaret değil, aynı zamanda kalbin Allah ile buluştuğu, ruhun huzur bulduğu bir miraçtır. Her namaz, adeta bir sonraki hayata hazırlık provasıdır; her secde, dünyanın geçiciliğini ve Allah’ın yüceliğini hatırlatır.

Sonuç olarak, Ölüm, her an çalabilecek bir telefondur ve ne zaman çalacağı bilinmez. Bu nedenle, o çağrı gelmeden önce tövbe ve namaz ile kendimizi hazırlamak, hayatın en büyük sorumluluğudur. Unutmamalıyız ki, tövbenin samimiyeti ve namazın huşusu, ölümün soğukluğunu giderecek, ahiret yurdunun aydınlığını sağlayacaktır.

Özet: Bu makale, “Ölüm seni her an arayabilir” uyarısını merkeze alarak, ölüm bilincinin önemini vurgulamaktadır.
Makalede, bu çağrıya hazırlıklı olmanın yolunun tövbe ve namazdan geçtiği belirtilir. Tövbe’nin manevi bir arınma, namazın ise Allah ile kurulan özel bir bağ olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, makale, ölüm gelmeden önce bu iki temel ibadete sarılmanın, hayatın en büyük sorumluluğu olduğunu belirtir.

************

“İman ve Amel: Ecrin Zayi Olmadığı Vaadi”

“İMAN EDİP DÜNYA VE AHİRET İÇİN YARARLI İŞLER YAPANLAR BİLMELİDİRLER Kİ, BİZ GÜZEL İŞ YAPANLARIN ECRİNİ ASLA ZÂYİ ETMEYİZ. (KEHF, 18/30)”

Yeryüzünde insanoğlu var olduğu günden beri, yaptığı işlerin bir karşılığı olup olmadığını merak etmiştir. İyilik yapanlar, fedakarlık gösterenler ve zor zamanlarda doğru yolda kalanlar, emeklerinin boşa gitmeyeceğinin bir garantisini aramışlardır. Kehf Suresi’ndeki bu ayet, işte bu arayışa en kesin ve en güven verici cevabı sunar: İyilik, asla zayi olmaz. Bu, sadece bir dini vaat değil, aynı zamanda evrenin ve hayatın temel bir kanunudur.
Tarih, bu kanunun sayısız örneğiyle doludur. Yalnızca imanlarıyla değil, aynı zamanda insanlığa faydalı işler yaparak iz bırakan nice şahsiyet vardır. Sokrates’in öğrencilerine ahlakı öğrettiği, İbn-i Sina’nın tıp alanında çığır açtığı, Mevlana’nın insanlara sevgi ve hoşgörüyü aşıladığı çalışmalar, sadece kendi dönemlerine ışık tutmakla kalmamış, asırlar boyu insanlığın yolunu aydınlatmıştır. Onların bıraktıkları bu miraslar, dünyevi bir karşılıktan öte, Allah katında ebedi bir ecir olarak kabul edilmiştir. Zira ayetin de ifade ettiği gibi, güzel işlerin asıl karşılığı, sonsuzluk yurdundadır.
Bu ayet, bir yandan insanı iyilik yapmaya teşvik ederken, diğer yandan da yaptığı iyiliklerin karşılığını bekleme kaygısından kurtarır. İyilik, bir karşılık için değil, sadece Allah rızası için yapılmalıdır. Çünkü biliyoruz ki, en küçük bir iyilik dahi, en ufak bir zerre kadar bile olsa, karşılıksız kalmayacaktır. Bu, insanı ihlasa yönlendirir, yani yaptığı işlerde sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetmeye teşvik eder. İyilik, bir ticaret değildir; o, imanın amele dönüşmüş halidir.
Sonuç olarak, Kehf Suresi’ndeki bu ayet, insanlık için bir umut kaynağı ve bir eylem çağrısıdır. O bize, dünya hayatının geçiciliğinde boğulmak yerine, ebedi hayat için yatırım yapmayı öğretir. İmanla birleşen ve insanlığa faydalı olan her güzel iş, bir tohum gibi ekilir ve ahiret yurdunda en güzel meyveleri verir. Bu nedenle, yaptığımız her güzel işin, söylediğimiz her güzel sözün, gösterdiğimiz her fedakarlığın karşılıksız kalmayacağını bilerek, iyilikten vazgeçmemeli ve güzel işler yapmaya devam etmeliyiz.
Özet: Bu makale, Kehf Suresi’ndeki “güzel iş yapanların ecrini asla zayi etmeyiz” ayetini ele almaktadır. Makale, iyiliğin asla karşılıksız kalmayacağı inancının, hem tarihte iz bırakan şahsiyetlerin hayatlarında hem de İslam ahlakında temel bir yer tuttuğunu belirtir. Ayetin, iyiliği bir karşılık beklemeden, sadece Allah rızası için yapmaya teşvik ettiğini anlatılır.
Sonuç olarak, makale, imanla yapılan her faydalı işin, dünyevi karşılığının ötesinde, ahiret yurdunda sonsuz bir ecirle mükafatlandırılacağını belirterek insanları iyiliğe davet eder.

***********

“Eş: Huzurun ve Aşkın Kaynağı”

“A’raf Suresi 189. Ayet Meali: Allah, sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini ondan var edendir. (İnsan) eşiyle birleşince eşi hafif bir yük yüklenir (gebe kalır) ve (bir müddet) onu taşır…”

A’raf Suresi’ndeki bu ayet, evliliğin ve eşlerin birbirine olan ilişkisinin, sadece biyolojik bir birliktelikten ibaret olmadığını, aynı zamanda derin bir manevi temele dayandığını anlatan ilahi bir beyandır.
“Kendisi ile huzur bulsun diye” ifadesi, evliliğin asıl gayesinin, iki insanın birbiri için birer sığınak, birer liman ve birer huzur kaynağı olması gerektiğini gösterir. Bu, modern dünyanın yalnızlaştırdığı insan için, manevi bir sığınak arayışına cevap veren, en güzel tariflerden biridir.
Tarih boyunca, güçlü toplumların ve sağlam ailelerin temelinde, eşler arasındaki bu huzur ve güven bağının olduğu görülmüştür. Asil bir aile kurmanın, sadece nesil yetiştirmekten öte, birbirine destek olan, merhametle yaklaşan ve zor zamanlarda birlikte omuz omuza duran eşler sayesinde mümkün olduğu bilinir.
Ayetteki “hafif bir yük yüklenir (gebe kalır)” ifadesi, evliliğin sadece huzur ve sevgi anlarından ibaret olmadığını, aynı zamanda fedakarlık, sabır ve sorumluluk gerektiren zorlu bir yolculuk olduğunu da gösterir.
Bu ayet, aynı zamanda eşlerin, özellikle de kadınların kutsal annelik vazifesine yönelik büyük bir saygıyı da barındırır. Gebeliğin, “hafif bir yük” olarak adlandırılması, aslında yaratıcının bu sürece ne kadar hassasiyetle baktığının bir göstergesidir. Bir can taşımanın, yeni bir hayatın müjdecisi olmanın ağırlığına rağmen, bu süreci sabırla ve şükürle karşılamak, annelik vazifesinin ilahi bir lütuf olduğunu hatırlatır. Eşlerin bu süreçte birbirlerine olan duaları ve destekleri, bu kutsal yolculuğu daha da anlamlı hale getirir.

Sonuç olarak, A’raf Suresi’ndeki bu ayet, evliliğin, sadece bir nikah sözleşmesinden ibaret olmadığını, aksine derin bir manevi bağın, huzurun, sevginin ve fedakarlığın harmanlandığı kutsal bir yolculuk olduğunu öğretir. Eşler, birbirleri için birer huzur kaynağı olduklarında, aile de bir sığınak haline gelir ve bu sığınakta yetişen nesiller, hem kendileri hem de toplumları için birer umut ışığı olur.

Özet: Bu makale, A’raf Suresi’ndeki evliliğin temel amacını anlatan 189. ayet mealini işlemektedir. Ayetin, eşler arasındaki ilişkinin bir huzur ve sığınak kaynağı olması gerektiğini anlatır. Tarihsel olarak güçlü toplumların sağlam aile yapılarından örnekler verilerek, bu bağın önemine değinilir. Ayetteki gebelikle ilgili kısım, annelik vazifesinin kutsallığını ve eşler arasındaki fedakarlığı anlatmak için ele alınır.
Sonuç olarak, makale, evliliğin manevi bir yolculuk olduğunu ve eşlerin birbirine huzur kaynağı olmasının önemini ortaya koyar.

***********

“İnsanlığın Üç Vazifesi: Ubûdiyet, Takva ve Cihad”
“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.” (Mesnevi-i Nuriye)

Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, insan hayatının amacını ve sorumluluklarını üç ana başlık altında toplar: Ubûdiyet (kulluk), takva ve cihad. Bu üç kavram, sadece dini birer terim değil, aynı zamanda insanın bu dünyadaki varoluş serüveninin birer yol haritasıdır. Her biri, insanın kendi benliğiyle, çevresiyle ve nihayetinde yaratıcısıyla olan ilişkisini düzenleyen temel ilkelerdir.
Ubûdiyet (Kulluk): Bu, insanın varlığının en temel amacıdır. İnsan, yaratıcısına karşı acizliğini, minnetini ve muhtaçlığını idrak ederek, O’na teslim olur. Bu teslimiyet, bir kölelik değil, aksine en yüce özgürlüktür. Zira sadece Allah’a kul olanlar, dünyevi hırsların, tutkuların ve diğer insanların esaretinden kurtulurlar. Ubûdiyet, namazda eğilmek, oruçta nefsi terbiye etmek ve hayatın her anında Allah’ın rızasını gözetmektir. Bu, insanın varlığa anlam katan en temel vazifesidir.
Terk-i Kebâir (Büyük Günahları Terk Etmek) Takvası: Takva, sadece dindar görünmek değil, aynı zamanda Allah’ın haram kıldığı şeylerden uzak durmaktır. “Terk-i kebâir” yani büyük günahları terk etme takvası, bu yolda atılan en önemli adımlardan biridir. Zira büyük günahlar, kalbi karartan, ruhu kirleten ve insanı yaratıcısından uzaklaştıran manevi zehirlerdir. Bir insan, büyük günahlardan sakındıkça, kalbi arınır, ruhu aydınlanır ve takva derecesi yükselir. Bu, nefsi terbiye etmenin ve manevi olarak yükselmenin bir yoludur.
Nefis ve Şeytanla Uğraşmak (Cihad): Cihad, genellikle yanlış anlaşılıp sadece savaşla ilişkilendirilen bir kavramdır. Ancak bu söz, cihadın en önemli cephesini, yani insanın kendi iç dünyasında verdiği mücadeleyi anlatır. Nefsin bitmek bilmeyen arzularıyla, şeytanın vesveseleriyle mücadele etmek, en büyük cihadlardan biridir. Bu, insanın kendi zaaflarıyla yüzleşmesi, kötü alışkanlıklarını terk etmesi ve nefsini terbiye etme çabasıdır. Bu mücadele, dış dünyadaki düşmanlarla yapılan savaştan daha zor ve daha önemlidir. Zira insan, önce kendi nefsini yendiğinde, diğer tüm zorlukların üstesinden gelebilir.

Sonuç olarak, Mesnevi-i Nuriye’den alınan bu söz, insan hayatının bir bütün olduğunu ve bu bütünlüğün üç temel direk üzerine kurulduğunu gösterir: Kulluk bilinciyle yaşamak, haramlardan sakınmak ve nefisle mücadele etmek. Bu üç vazifeyi yerine getiren bir insan, sadece dünyada huzur ve manevi bir tatmin bulmakla kalmaz, aynı zamanda ahiret yurdunda da en yüce mertebelere ulaşır.

Özet: Makale, Mesnevi-i Nuriye’den alınan bir sözü temel alarak insanın üç temel vazifesini ele almaktadır: Ubudiyet (kulluk), takva (büyük günahları terk etmek) ve cihad (nefis ve şeytanla mücadele). Her bir kavramın anlamı ve önemi ayrı ayrı açıklanır. Ubudiyet’in varoluşun temel amacı olduğu, takvanın büyük günahlardan sakınarak kalbi arındırdığı ve cihadın en büyük cephesinin insanın kendi iç dünyasında verdiği mücadele olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, bu üç vazifenin bir bütün olarak insan hayatını anlamlandırdığı ve hem dünyada hem de ahirette huzur getirdiği belirtilir.

************

“Âyâtın Belâgatına Secde: Sanat ve Aşkınlık”
“Hem bedevi bir edib: ‘FASDAĞ BİMA TÜ’MER’ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: ‘Sen müslüman mı oldun?’ O demiş: ‘Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.'” (Asay-ı Musa)

Kur’an’ın sadece bir din kitabı değil, aynı zamanda eşsiz bir edebi mucize olduğunu anlatan en etkileyici örneklerden biridir. “Âyâtın belâgatına secde eden” o bedevi edip, İslam’ın kutsal kitabının sanatını, derinliğini ve dilbilimsel gücünü, herhangi bir dini kabulden bağımsız olarak dahi idrak edebilen bir dehanın sembolüdür. Bu olay, bize, Kur’an’ın evrenselliğini ve sadece inananlara değil, tüm insanlığa hitap eden edebi bir eser olduğunu gösterir.
Tarih, Kur’an’ın edebi gücü karşısında hayranlık duyan nice şahsiyetin hikayeleriyle doludur. İslam’ın ilk dönemlerinde, şairler ve edipler, Kur’an’ın eşsiz üslubu ve nazmı karşısında kendi şiirlerinin zayıflığını kabul etmişlerdir. O dönemin en büyük şairlerinden olan Lebid bin Rabia, İslam’ı kabul ettikten sonra şiiri tamamen bırakmış ve “Kur’an varken artık ne şiir?” demiştir. Bu, sadece bir iman eylemi değil, aynı zamanda edebi bir teslimiyettir. O bedevi edibin hikayesi de, bu tarihi teslimiyet zincirinin halkalarından biridir. O, bir dahi olarak, kelimelerin ötesinde bir gücün, bir sanatkarlığın varlığını hissetmiş ve bu his, onu secdeye kapatacak kadar etkilemiştir.
Bu hikaye, aynı zamanda sanata ve estetiğe bakış açımızı da sorgular. Günümüzde sanat, genellikle dünyevi hazlar ve geçici güzellikler üzerine kuruludur. Oysa o bedevinin secdesi, sanatın asıl amacının, insanı yaratılışın ve yaratıcının büyüklüğüne yönlendirmek olduğunu gösterir. Kelimelerin gücüyle, ilahi bir mesajın insan kalbine nasıl dokunabileceğini, nasıl bir huşu ve hayranlık uyandırabileceğini isbatlar. Bu, sadece edebi bir metin okumak değil, aynı zamanda bir varlık felsefesini, bir estetik anlayışını idrak etmektir.

Sonuç olarak, “âyâtın belâgatına secde eden” bedevi edibin hikayesi, bize Kur’an’ın sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda insanlığa sunulmuş eşsiz bir edebi mucize olduğunu hatırlatır. O, sadece inananlara değil, sanatı, güzelliği ve hakikati arayan herkese hitap eder. Bu hikaye, bizi, Kur’an’ı sadece dini bir görev olarak okumaktan ziyade, onun edebi derinliğini, sanatsal inceliğini ve belâgatını anlamaya ve takdir etmeye davet eder.

Özet: Bu makale, bir bedevi edibin Kur’an ayetinin belagatı karşısında secdeye kapanması hikayesini ele almaktadır. Olay, Kur’an’ın sadece bir inanç kitabı değil, aynı zamanda eşsiz bir edebi mucize olduğunu anlatmak için kullanılır. Makalede, İslam’ın ilk dönemlerinde şairlerin ve ediplerin Kur’an’ın edebi gücü karşısında duydukları hayranlık ve teslimiyetten örnekler verilir. Bu hikayenin, sanatın asıl amacının insanı yaratıcının büyüklüğüne yönlendirmek olduğunu gösterdiği belirtilir. Sonuç olarak, makale, Kur’an’ın edebi derinliğinin sadece inananlara değil, tüm insanlığa hitap eden evrensel bir güzellik taşıdığını anlatır.

*********

“İnkâr ve Mağlubiyetin Kaderi”
“İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz…” (Âl-i İmrân Sûresi, 12)

Âl-i İmrân Suresi’nin bu ayeti, sadece inkâr edenlere yönelik bir uyarı değil, aynı zamanda tarihin tecellisinin ve ilahi adaletin bir beyanıdır. Ayet, inkârın ve zulmün sonunda mağlubiyeti ve ahiretteki cezayı kaçınılmaz bir son olarak gösterir. Bu, sadece geleceğe dair bir kehanet değil, aynı zamanda geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan her zalimliğin ortak kaderidir.
Tarih, bu ayetin haklılığını isbatlayan sayısız örnekle doludur. Firavun’un kudretli ordusunun denizde boğulması, Nemrut’un kibirle kurduğu imparatorluğun yıkılışı, zalimlerin zulümlerinin kendi sonlarını getirmesi, hep bu ilahi kanunun tecellisidir. En güçlü ordular, en sarsılmaz görünen imparatorluklar dahi, inkâr ve zulüm üzerine kurulu olduklarında er ya da geç mağlubiyete uğramışlardır. Bu, sadece askeri bir yenilgi değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir çöküştür.
Ayet, bugünün dünyasına da ışık tutar. Kendini yenilmez sanan, güç ve kibirle hareket eden her zulüm odağı, bu ilahi kanunun bir hedefi haline gelir. Zira zulüm, kendi içinde yıkım tohumlarını taşır. Mazlumların ahı, zalimlerin saltanatını sarsar ve en nihayetinde o saltanatın yıkılışına neden olur. Bu, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda toplumsal bir kanundur: Zulmün olduğu yerde huzur, adalet ve barış kalıcı olamaz.
Ancak ayetin en ibretlik tarafı, mağlubiyetin sadece dünyevi bir sonla sınırlı kalmayacağını, aynı zamanda cehenneme sürüklenme gibi sonsuz bir cezayla da sonuçlanacağını belirtmesidir. Bu, zulmün ve inkârın asıl ve en büyük bedelinin ahirette ödeneceğini hatırlatır. Bu nedenle, bu ayet, sadece zalimlere bir uyarı değil, aynı zamanda mazlumlara bir umut kaynağıdır. Zalimin geçici zaferlerinin, sonsuz bir mağlubiyetin habercisi olduğunu bilmek, mazlumlara sabır ve direnç verir.
Özet: Bu makale, Âl-i İmrân Suresi’ndeki, inkâr edenlerin mağlup olacağı ve cehenneme sürükleneceği mealindeki ayeti ele almaktadır. Makale, bu ayetin sadece bir uyarı değil, aynı zamanda tarihin tecellisi ve ilahi adaletin bir beyanı olduğunu anlatır. Firavun ve Nemrut gibi tarihi örneklerle, inkâr ve zulüm üzerine kurulu her gücün er ya da geç mağlup olduğunu gösterir. Ayetin, zulmün sadece dünyevi bir sonla kalmayıp, sonsuz bir cezayla da sonuçlanacağını hatırlattığı belirtilir. Sonuç olarak, makale, bu ayetin zalimlere bir uyarı, mazlumlara ise bir umut kaynağı olduğunu ortaya koyar.

*********

“Musibetler ve Şükür: Kula Yakışan Duruş”
“Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, ‘Eyyvah! Of!’ deyip, ‘Ben ne ettim ki, bu başıma geldi’ diyerek, âciz insanların dikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.” (Risale-i Nur – Mektubat – 281)

İnsan hayatı, musibetler, sıkıntılar ve imtihanlarla doludur. Bu zorlu anlarda, insanoğlunun ilk tepkisi genellikle şikayet etmek, isyan etmek ve başına geleni başkalarına anlatmak olur. Ancak Risale-i Nur’dan alınan bu hikmetli söz, musibetlere karşı takınılması gereken en doğru duruşu gösterir. Musibeti “Allah’a şekva etmek”, yani sabırla, tevekkülle ve dua ile Allah’a yönelmek, kula yakışan asil bir davranıştır.
Tarih boyunca, nice büyük şahsiyet, musibetlere karşı bu tevekkül ve sabır duruşunu sergilemiştir. Peygamberler, en ağır imtihanlardan geçerken bile isyan etmemiş, aksine musibetleri birer dua kapısı olarak görmüşlerdir. Hz. Eyyub’un (a.s.) sabrı, Hz. Yakub’un (a.s.) evlat acısıyla çektiği hüzün, hep Allah’a yönelişle ve O’ndan yardım dilemeyle neticelenmiştir. Bu örnekler, musibetlerin sadece birer ceza değil, aynı zamanda kulun Allah’a daha çok yakınlaşması için birer vesile olduğunu gösterir.
Sözün diğer kısmı ise, musibeti insanlara şikayet etmenin “zarar ve manasız” olduğunu vurgular. “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, başkalarının merhametini veya dikkatini çekmeye çalışmak, aslında bir nevi Allah’ı insanlara şikayet etmektir. Bu, hem Allah’ın takdirine karşı bir isyan belirtisi taşır, hem de insanı aciz ve zayıf gösterir. Zira insanlar, musibetler karşısında bize ne bir fayda ne de bir zarar verebilirler. Aksine, bizim bu zor anlarda sığınacağımız tek merci, her şeye gücü yeten Yüce Yaratıcı’dır.
Sonuç olarak, musibetler karşısında doğru duruş, ne isyan ne de şikayettir; o, sabır, şükür ve tevekküldür. Musibeti Allah’a şikayet etmek, aslında O’nun takdirine razı olmak ve O’ndan yardım dilemektir. Bu, hem ruhumuzu güçlendirir, hem kalbimizi huzurla doldurur, hem de musibeti birer manevi yükseliş basamağına dönüştürür. Unutmamalıyız ki, zor zamanlarda sığınacağımız tek liman Allah’ın rahmetidir ve O’na tevekkül edenlerin kalbi asla yalnız kalmaz.
Özet: Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan, musibetler karşısında takınılması gereken doğru duruşu anlatan sözü ele almaktadır. Musibetlerin Allah’a şikayet edilmesi gerektiği, yani sabır ve dua ile O’na yönelinmesi gerektiği anlatılır. Peygamberlerin musibetlere karşı sabır ve tevekkül örnekleri verilerek, zor zamanların kulun Allah’a yakınlaşması için birer vesile olduğu belirtilir. Musibeti insanlara şikayet etmenin ise manasız ve zararlı olduğu, bu durumun Allah’a karşı bir isyan belirtisi taşıdığı ifade edilir. Sonuç olarak, makale, musibetler karşısında sabır, şükür ve tevekkülün önemini anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 11th, 2025