MAKALELER – 2 –

MAKALELER  – 2 –

“İnsan, Seyyiatından Mes’uldür: Özgür İradenin Bedeli”
Evet:
“İnsan, seyyiâtından tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur.” (Risale-i Nur)

Yolların ikiye ayrıldığı, İyilik ve kötülük arasındaki tercih. “İnsan, seyyiâtından tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur.” sözü, sadece bir ahlak dersi değil, aynı zamanda insanın özgür iradesine ve bu iradenin getirdiği ağır sorumluluğa dair mantıki bir beyandır.
Tarih boyunca, nice düşünür ve hikmet erbabı, insanın iyi ve kötü arasındaki tercihini sorgulamıştır. Hristiyanlıkta “İlk Günah” kavramı, insanlığın doğuştan getirdiği bir zaafı işaret ederken, İslam, insanın fıtratının temiz olduğunu, ancak kötüye yönelme eğiliminin nefis ve şeytanın etkisiyle oluştuğunu belirtir. Ancak bu söz, tüm mazeretleri ortadan kaldırır ve insanı kendi eylemlerinden sorumlu tutar. Kötülüğü, günahı, yanlışı seçen ve isteyen, bizzat insanın kendisidir. Bu, kader inancıyla çatışmaz; aksine, kaderin, insanın özgür iradesine müdahale etmediğini, ona sadece iyilik ve kötülük yollarını gösterdiğini hatırlatır.
Bu söz, insana vicdan muhasebesi yapmayı öğretir. Kötü bir şey yaptığında, “Şeytan beni kandırdı” demek kolaydır. Ancak bu söz, asıl kandırılanın kendi nefsi olduğunu, kendi iradesinin bu kötü eyleme meylettiğini gösterir. Bu, suçu başkasına atmak yerine, sorumluluğu üstlenmeyi ve hatalardan ders çıkarmayı gerektirir. Kötülük, dışarıdan gelen bir zorlama değil, içeriden gelen bir arzudur. Bu nedenle, insan kötü arzularını terbiye etmek, nefsine hakim olmak ve doğru yolu seçmekle yükümlüdür.

Sonuç olarak, Her gün, her an iyilik ve kötülük yollarının kesiştiği bir kavşakta duruyoruz. Risale-i Nur’un bu hikmetli sözü, bize hangi yolu seçersek seçelim, sonuçlarından tamamen sorumlu olduğumuzu hatırlatır. Kötülüğü seçen, kendi iradesiyle seçer ve o kötülüğün tüm bedelini ödemekle yükümlüdür. Bu, hem dünyada hem de ahirette geçerli olan temel bir ilkedir. İnsan, ancak bu sorumluluğu idrak ettiğinde, özgür iradesini doğru ve hayırlı işlerde kullanabilir.

Özet: Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan “insan, seyyiâtından tamamen mes’uldür” sözünü ele almaktadır. Yolların ayrımıyla ilişkilendirilerek, insanın iyilik ve kötülük arasındaki seçiminden bizzat sorumlu olduğu fikri işlenir. Makale, bu sözün insanın özgür iradesini ve bu iradenin getirdiği sorumluluğu ifade  ettiğini belirtir. Kötülüğün dışarıdan gelen bir zorlama değil, içeriden gelen bir arzu olduğunu anlatarak, insanı nefis muhasebesi yapmaya davet eder.
Sonuç olarak, makale, insanın özgür iradesiyle yaptığı seçimlerin tüm sonuçlarından sorumlu olduğunu ve bu sorumluluğun idrak edilmesinin doğru yolu bulmada kritik bir rol oynadığını ortaya koyar.

************

“Âhiret: Kuruyan Toprağın Yeşil Umudu”
“Madem Allah var, elbette âhiret vardır.” (Risale-i Nur)

Güneşin kavurduğu, çatlamış bir toprak üzerinde filizlenen yeşil bir yaprak…Risale-i Nur’dan alınan veciz sözün en çarpıcı ifadesi “Madem Allah var, elbette âhiret vardır.”
Bu söz, sadece bir inanç beyanı değil, aynı zamanda varoluşun ve adaletin temel bir mantıki sonucudur. Yeryüzünün, sonsuz kudret ve hikmet sahibi bir yaratıcı tarafından var edildiği gerçeği, bu yeryüzünde yaşanan her şeyin bir karşılığının olması gerektiği fikrini zorunlu kılar.
Tarih boyunca, insanlar, ölümden sonra bir hayat olup olmadığını merak etmişlerdir. Pek çok medeniyetin, ölülerini ahiret inancına göre hazırladığı görülmüştür. Antik Mısır’da firavunların mezarlarına eşyalarının konulması, eski Türklerde kurganlara ölülerin atlarıyla birlikte gömülmesi, hep bu sonsuzluk arayışının birer yansımasıdır. Zira insan fıtratı, bu dünyada yaşanan adaletsizliklerin, çekilen acıların ve yapılan iyiliklerin karşılıksız kalmayacağını hissetmektedir. Bir zalimin zulmünün yanına kalması, bir mazlumun acısının dinmemesi, bu sonsuz adalet hissini zedeler. İşte ahiret inancı, bu zedelenmiş hissi onarır ve evrensel bir adalet vaadi sunar.
Kurumuş topraktan yeşeren taze bir filiz, bu inancın en güzel sembolüdür. Nasıl ki ölüm zannettiğimiz bir tohumdan, yepyeni bir hayat filizleniyorsa, nasıl ki kışın cansız görünen tabiat, baharın gelmesiyle yeniden diriliyorsa, insan da öldükten sonra yeniden diriltilecektir. Bu, yaratılışın bir kanunudur ve bu kanun, ölümün bir yok oluş değil, aksine sonsuzluğa açılan bir kapı olduğunu gösterir. Ahiret, bu dünyadaki tüm güzelliklerin, tüm iyiliklerin ve tüm adalet arayışlarının asıl karşılığını bulacağı yerdir.

Sonuç olarak, “Madem Allah var, elbette âhiret vardır” sözü, sadece bir iman ilkesi değil, aynı zamanda aklı ve kalbi tatmin eden bir hakikattir. Bu söz, bizi, dünyanın geçiciliğinde boğulmak yerine, ahiret için çalışmaya, adaleti tesis etmeye ve iyilikleri çoğaltmaya davet eder. Çünkü biliyoruz ki, çatlamış topraktan filizlenen o küçük yeşil yaprak gibi, ölüm de bir son değil, sonsuzluğun bir başlangıcıdır.

Özet: Bu makale, “Madem Allah var, elbette âhiret vardır” sözünü, çatlamış bir topraktan yeşeren filiz temsiliyle ilişkilendirerek ele almaktadır. Makale, ahiret inancının sadece dini bir dogma değil, aynı zamanda evrensel bir adalet ve mantık sonucu olduğunu anlatır. Tarihten örneklerle, insanların daima sonsuzluk arayışında olduğunu gösterir. Kurumuş topraktan yeşeren filiz metaforuyla, ölümün bir son değil, sonsuzluğun bir başlangıcı olduğu fikrini işler.
Sonuç olarak, makale, ahiret inancının insanın dünyadaki eylemlerini anlamlandırdığını ve ona bir umut kaynağı sunduğunu belirtir.

***********

“Âhirzaman Fitnesi: Nefsin Esaretinden Kurtuluş”

“Rivayette var ki: ‘Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.’ Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş…” (Şuâlar)

Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, günümüz dünyasının manevi atmosferine dair derin bir tahlil sunar.
“Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz” ifadesi, sadece dini bir uyarı değil, aynı zamanda modern insanın yaşadığı deruni krizin bir tasviridir. Bu çağda, bilgiye erişimin kolaylığı, dünyevi zevklerin çeşitliliği ve nefsin bitmek bilmeyen arzuları, insanı adeta bir girdaba sürüklemektedir. Bu girdapta, nefsin esaretinden kurtulmak, en büyük cihad haline gelmiştir.
Tarih boyunca, İslam ümmeti, Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) miras kalan bir bilinçle, bu büyük fitneden Allah’a sığınmıştır. Cihadın kılıçla yapılanı kadar, nefisle yapılanı da önemlidir. Hatta bir rivayette, asıl cihadın, nefisle yapılan mücadele olduğu belirtilmiştir. Âhirzaman, bu cihadın en çetin geçtiği zamandır. Zira şeytanın ve nefsin vesveseleri, en görünmez ve en sinsi yollarla kalplere nüfuz etmektedir. Bilgi kirliliği, ahlaki yozlaşma ve materyalist yaşam tarzı, nefsi terbiye etmeyi neredeyse imkansız hale getirmektedir.
Ancak bu söz, bir umutsuzluk mesajı değil, aksine bir kurtuluş reçetesidir. Binüçyüz yıl boyunca tüm ümmetin bu fitneden istiaze etmesi, yani Allah’a sığınması, bize yol gösterir. Bu, sadece dua etmekle kalmayıp, aynı zamanda aktif bir şekilde nefse karşı mücadele etmek, manevi bağları güçlendirmek ve ilahi hakikatlere sarılmak demektir. Bu çağın fitnesinden korunmanın yolu, Kur’an’ın hikmetine sarılmak, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetini takip etmek ve manevi hayatı canlı tutmaktır.

Sonuç olarak, âhirzaman fitnesi, insanı nefsine esir etme tehlikesi taşır. Ancak bu tehlike, aynı zamanda büyük bir manevi uyanışın da kapısını aralar. Nefsine hakim olmakta zorlanan her insan, kendisini bu büyük cihadın bir neferi olarak görmeli ve Allah’a sığınarak, manevi gücünü artırmalıdır. Bu bilinçle hareket edenler, âhirzamanın dehşetinden kurtulur ve nefsin esaretinden azat olarak, gerçek özgürlüğe kavuşurlar.

Özet: Bu makale, “Âhirzaman fitnesi o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz” rivayetini ele almaktadır. Günümüzün manevi krizini bu fitne kavramıyla ilişkilendirir ve nefsin esaretinden kurtulmanın en büyük cihad olduğunu anlatır. Tarih boyunca ümmetin bu fitneden nasıl Allah’a sığındığını anlatarak, bu durumun bir kurtuluş reçetesi sunduğunu belirtir.
Sonuç olarak, makale, âhirzaman fitnesinden korunmanın yolunun, manevi bağları güçlendirmek ve nefisle mücadele etmekten geçtiğini anlatarak okuyucuyu bir uyanışa davet eder.

**********

“Ey Âlem-i İslam UYAN! Kur’an’a sarıl; İslamiyete maddi ve manevi varlığınla müteveccih ol!” (Risale-i Nur)

Sözler, sadece harflerden ibaret değildir; bazıları, içinde bulunduğumuz zamanın ve mekanın ruhunu sarsan birer feryat, birer davet haline gelir. Risale-i Nur’dan alınan bu çağrı da, “Ey Âlem-i İslam UYAN!”, tam da böylesi bir feryattır. Bu söz, İslam dünyasının içinde bulunduğu dağınıklığa, pasifliğe ve manevi gaflete karşı yükselen, tarihi bir ikazdır.
Tarih, İslam’ın en parlak dönemlerinde, Müslümanların Kur’an’a ve İslamiyet’e maddi ve manevi varlıklarıyla yöneldikleri zamanlar olduğunu gösterir. Endülüs’te ilmin, sanatın ve mantığın zirveye çıktığı, Osmanlı’nın adalet ve hoşgörüyle üç kıtaya hükmettiği dönemler, hep bu uyanışın birer neticesidir. O dönemlerde Müslümanlar, sadece ibadetlerini yerine getirmekle kalmamış, aynı zamanda bilime, sanata, ticarete ve toplumsal adalete de tüm varlıklarıyla sarılmışlardır. Bu, İslam’ın sadece bir ibadetler bütünü değil, aynı zamanda bir medeniyet ve yaşam biçimi olduğunu gösterir.
Ancak, ne yazık ki, günümüzde bu uyanışın yerini, bir nevi uyku hali almıştır. İslam dünyası, siyasi parçalanmışlık, ekonomik geri kalmışlık ve manevi zayıflıkla boğuşmaktadır. Bu durum, bizi, “Kur’an’a sarıl!” çağrısının ne kadar hayati olduğunu yeniden düşünmeye sevk eder. Kur’an, sadece bir okuma kitabı değil, aynı zamanda bir hayat rehberidir. O, bireylere ahlakı, toplumlara adaleti, devlete ise yönetim ilkelerini öğretir. Kur’an’a sarılmak, sadece onun ayetlerini okumak değil, aynı zamanda onun ilkelerini hayata geçirmek, onun adaletini tesis etmek ve onun merhametini yaşatmaktır.

Sonuç olarak, bu çağrı, İslam dünyasının içinde bulunduğu durumdan kurtuluşunun reçetesini sunar: Uyanmak, Kur’an’a sarılmak ve İslamiyet’e tüm maddi ve manevi varlıkla yönelmek. Bu, sadece bir temenni değil, aynı zamanda bir zorunluluktur. Zira ancak bu uyanışla, İslam dünyası, geçmişindeki parlak günlere geri dönebilir, zalimin karşısında dimdik durabilir ve insanlığa yeniden huzur ve adalet getirebilir.

Özet: Bu makale, “Ey Âlem-i İslam UYAN! Kur’an’a sarıl” çağrısını ele almaktadır. Bu sözün, İslam dünyasının içinde bulunduğu dağınıklığa ve gaflete karşı bir ikaz olduğunu belirtir. Tarihten Endülüs ve Osmanlı gibi örneklerle, Müslümanların Kur’an’a tüm varlıklarıyla sarıldıklarında nasıl bir medeniyet inşa ettiklerini anlatır. Günümüzdeki problemlerin, bu uyanışın kaybedilmesinden kaynaklandığını anlatır.
Sonuç olarak, makale, İslam dünyasının kurtuluşunun ancak Kur’an’ın ilkelerini hayata geçirmekle mümkün olacağını belirtir.

***********

“Âhiret ve Kıyamet: Sarayların Harabesi”

“Mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise: Bir anda bir seyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbanî ile küremize, misafirhanemize çarpması; bu hanemizi harab edebilir. On senede yapılan bir saray, bir dakikada harab olması gibi…” (Risale-i Nur – Şuâlar)

Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, dünyanın ve kıyametin sonunu, insana en anlaşılır ve en etkileyici bir şekilde anlatır. “On senede yapılan bir saray, bir dakikada harab olması gibi…” benzetmesi, dünya hayatının geçiciliğini ve kıyametin ne kadar ani ve yıkıcı olabileceğini edebi bir dille ifade eder. Bu, sadece bir kıyamet senaryosu değil, aynı zamanda insanın fani varlığına dair derin bir ibrettir.
Tarih boyunca, nice kavim ve medeniyet, kendi saraylarını, kalelerini, şehirlerini inşa ederken, bunların sonsuza dek süreceğini sanmıştır. Roma’nın ihtişamı, Babil’in asma bahçeleri, Mısır’ın piramitleri, hepsi insanlığın sonsuzluk arayışının ve dünyevi gücün birer simgesi olmuştur. Ancak zamanın ve ilahi takdirin hükmü karşısında, hepsi birer harabeye dönüşmüştür. Bu, dünyevi olanın geçiciliğini ve sonsuzluğun sadece Allah’a ait olduğunu gösterir.
Bu söz, aynı zamanda insanın hayatı inşa etme çabasıyla, o hayatın ani bir şekilde sona ermesi arasındaki tezatı da gözler önüne serer. İnsan, bir ömür boyu çalışır, çabalar, mal mülk edinir, evler yapar, ancak ölüm ve kıyamet, tüm bu çabaların bir anda anlamsız hale gelebileceğini hatırlatır. Tıpkı on yılda inşa edilen bir sarayın, bir dakikada harab olması gibi, bir ömürlük birikimler ve planlar da bir anda anlamsız hale gelebilir. Bu, insanın dünyevi hırslarını sorgulamasına, asıl yatırımını sonsuzluk için yapması gerektiğine dair bir uyarıdır.
Sonuç olarak, bu söz, kıyameti, bilimsellikten ve soyutluktan çıkararak, somut bir metaforla anlatır. “Misafirhanemiz” olarak adlandırılan küremizin, ilahi bir emirle bir anda harab olabileceği gerçeği, bizi, bu misafirhanede ne kadar sorumlu olduğumuzu düşünmeye davet eder. Bu, hem dünyayı imar etmekten vazgeçmemeyi, hem de onun geçiciliğini asla unutmamayı öğütler. Zira asıl gaye, geçici olanı sonsuzluğa bağlamaktır.
Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin kıyameti, bir sarayın bir dakikada harab olması benzetmesiyle anlatan sözünü ele almaktadır. Makale, bu benzetmenin, dünya hayatının geçiciliğini ve kıyametin ne kadar ani olabileceğini belirtir. Tarihteki medeniyetlerin yıkılışından örnekler vererek, dünyevi olanın fani olduğunu gösterir. Sözün, insanın dünyevi hırslarını sorgulamasını ve asıl yatırımını ahiret için yapması gerektiğini öğütlediğini anlatır.
Sonuç olarak, makale, dünyanın geçiciliğinin ve kıyametin yakınlığının, bizi daha sorumlu ve anlamlı bir hayata yöneltmesi gerektiğini anlatır.

************

“Rabbim! Gönlüme Ferahlık Ver: Kalbin Huzuru İçin Dua”

“Rabbim! Gönlüme ferahlık ver.” (Tâ-Hâ 25)

Tâ-Hâ Suresi’ndeki bu dua, sadece Hz. Musa’nın (a.s.) zalim Firavun’a karşı tebliğ vazifesine başlamadan önce ettiği bir yakarış değildir; aynı zamanda, tarihin her döneminde, zorluklarla, sıkıntılarla ve endişelerle dolu bir hayatta, insanın kalbinin huzur bulması için sığınabileceği en güzel dualardan biridir. “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver” ifadesi, insanın iç dünyasındaki karmaşaya, sıkıntıya ve bunalıma karşı en güçlü ilacı sunar: İlahi bir huzur ve ferahlık talebi.

Tarih boyunca, nice peygamberler, alimler, dervişler ve sıradan insanlar, zor zamanlarda bu duaya sığınmışlardır. Hz. Musa, Firavun’un zulmü karşısında bu duayı ederek, kalbinin ferahlamasını, dilinin bağının çözülmesini ve tebliğ vazifesini kolayca yerine getirmeyi dilemiştir. Bu, bize, gönül ferahlığının sadece bir konfor meselesi değil, aynı zamanda zorlu görevlerin üstesinden gelmek için gereken manevi bir güç kaynağı olduğunu gösterir. Gönlü ferah olan bir insan, en zor anlarda bile sabırla ve dirayetle hareket edebilir.
Modern çağın insanı için, bu duanın anlamı daha da derindir. Teknolojinin getirdiği hız, rekabetin getirdiği stres ve dünyevi kaygıların getirdiği yorgunluk, insan kalbini adeta daraltmakta, sıkıntıya boğmaktadır. Bu durumda, dışarıdaki huzur arayışları yetersiz kalır. Asıl huzur, kalpte başlar. Bu dua, insana, dış dünyanın karmaşasından uzaklaşarak, kendi iç dünyasına dönmeyi ve bu dahili huzuru doğrudan Yaratıcı’dan dilemeyi öğretir.

Sonuç olarak, “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver” duası, sadece bir sözden ibaret değildir; o, insanın kalbindeki tüm sıkıntıları gidermek, ruhunu aydınlatmak ve hayatın zorluklarına karşı güç kazanmak için bir anahtar gibidir. Bu duaya sığınanlar, en karanlık anlarda bile bir umut ışığı bulur, kalplerindeki huzurla hem kendilerine hem de çevrelerine ferahlık saçarlar.

Özet: Bu makale, Tâ-Hâ Suresi’ndeki “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver” duasını ele almaktadır. Bu duanın sadece Hz. Musa’ya özel olmadığını, zor zamanlarda kalbin huzuru için en etkili yakarışlardan biri olduğunu belirtir. Hz. Musa’nın Firavun karşısındaki duruşuyla bu duanın, zor görevler için manevi bir güç kaynağı olduğu anlatılır. Makale, modern çağın getirdiği stres ve sıkıntıya karşı asıl huzurun kalpte başladığını ve bu duanın bu deruni huzuru sağlamada bir anahtar olduğunu anlatır.

**********

“Zulme Karşı Yakınlık ve Adaletin Bedeli”

“Zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın.” (Hud, 113) ve “Nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak… adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer bîçarelere yüzer merhametsizliktir.” (Risale-i Nur)

Hud Suresi’ndeki bu ayet ve Risale-i Nur’dan alınan bu hikmetli söz, adalet kavramının en temel ve en hassas noktasını aydınlatır: Zulme karşı duruş. “Zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın” uyarısı, sadece zulme ortak olmaktan değil, aynı zamanda ona sessiz kalmaktan, ona destek vermekten de kaçınmayı emreder. Bu, insanın vicdani ve ahlaki bir sorumluluğudur.
Tarih, zulme yakınlık gösterenlerin, o zulmün ateşinde nasıl yandığını gösteren sayısız örnekle doludur. Zalim hükümdarların çevresindeki dalkavuklar, onların zulümlerine ortak olarak kendi sonlarını hazırlamışlardır. Bu, sadece dünyevi bir cezayla sınırlı kalmamış, aynı zamanda onların ahiretteki konumlarını da tehlikeye atmıştır. Ayetteki “ateş” uyarısı, bu dünyevi ve uhrevi sonuçların bir habercisidir. Zulüm, bir veba gibidir; ona yakın duran herkesi kendi ateşiyle yakar.
Risale-i Nur’dan alınan ikinci kısım ise, adalet ve merhamet arasındaki ince çizgiyi çizer. “Bir zalimi cezalandırmak… mazlumlara bin rahmettir.” Bu söz, merhametin yanlış anlaşılmaması gerektiğini ifade eder. Bir zalimi affetmek, o zalimin zulmünün devamına izin vermek ve dolayısıyla nice masumun canına, malına ve onuruna zarar vermek demektir. Bu, bir tek kişiye gösterilen yanlış bir merhamete karşılık, yüzlerce masuma karşı işlenmiş büyük bir merhametsizliktir. Bu, adaletin, merhametten önce geldiğini ve gerçek merhametin, zulmün kökünü kazımakla mümkün olduğunu gösterir.
Bu hikmet, bugün de geçerliliğini korur. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan zulümlere karşı sessiz kalanlar, bu zulümlerin devamına dolaylı olarak ortak olmaktadırlar. Zalimin cezalandırılmasını istemeyenler, aslında mazlumların acılarının devam etmesini istemektedirler. Bu, vicdanları sarsan, insanlığı sorgulatan bir durumdur.
Özet: Bu makale, Hud Suresi’ndeki “Zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin” ayeti ve Risale-i Nur’dan alınan adalet hakkındaki sözü ele almaktadır. Makale, ayetin zulme sessiz kalmamanın önemini ifade ettiğini ve zalime yakın duranların o zulmün ateşinde yanacağını belirtir.
İkinci kısımda ise, adalet ve merhamet arasındaki ilişki işlenir; bir zalimi cezalandırmanın binlerce mazluma rahmet olduğu, onu affetmenin ise büyük bir merhametsizlik olduğu anlatılır. Sonuç olarak, makale, zulme karşı aktif bir duruş sergilemenin ve adaleti tesis etmenin, hem dünyevi hem de uhrevi bir sorumluluk olduğunu anlatır.

***********

“Mü’minlerin Misali: Vahdetin Beden-i Temsili”

“Birbirlerini sevmede, birbirlerini merhamette, birbirlerini şefkatte müminlerin misali, bir bedenin misalidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler.” (Hadis-i Şerif)

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu Hadis-i Şerifi, İslam ümmetinin ideal birliğini, edebi ve akılda kalıcı bir metaforla anlatır: Vahdetin beden-i temsili. Bir bedenin uzuvları gibi, Müslümanlar da birbirlerine sevgi, merhamet ve şefkatle bağlı olmalıdır. Bu, sadece bir toplumsal ilişki tavsiyesi değil, aynı zamanda manevi bir bütünlüğün ve dayanışmanın temel ilkesidir.
Tarih boyunca, Müslümanların bu vahdet bilincine en güçlü şekilde sarıldıkları dönemler, aynı zamanda en güçlü ve en parlak oldukları dönemlerdir. Asr-ı Saadet’te Ensar ve Muhacir’in kardeşliği, farklı köklerden gelen Müslümanların bir araya gelerek büyük medeniyetler kurması, hep bu bedenin bir uzvu gibi hareket etme bilincinin bir sonucudur. O dönemlerde bir Müslüman, dünyanın diğer ucundaki bir Müslümanın derdine derman olmaya çalışır, onun acısını kendi acısı bilir, onun sevincine ortak olurdu.
Ancak, ne yazık ki, günümüzde bu beden-i temsili parçalanmış, uzuvlar birbirinden kopmuştur. İslam dünyasının bir köşesinde kan akarken, diğer köşelerinde Müslümanlar buna sessiz kalabilmektedir. Bu, Hadis-i Şerif’in ruhuna aykırı bir durumdur. Bir uzvun rahatsızlığına, diğer uzuvların uykusuzluk ve hararetle iştirak etmemesi, o bedenin hasta olduğunun en açık göstergesidir. Bu parçalanmışlık, İslam dünyasını zayıflatmakta, zalimlerin zulmüne karşı savunmasız bırakmaktadır.
Bu Hadis-i Şerif, bize sadece Müslümanların birbirine olan sorumluluğunu hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda bir ibret vesilesi olarak, vahdetin gücünü ve parçalanmışlığın zayıflığını gösterir. Vahdet, sadece siyasi bir birlik değil, aynı zamanda kalbi bir birlikteliktir. Müslümanlar, kalplerini birbirine bağladıklarında, aralarındaki mesafeler ve farklılıklar anlamsız hale gelir ve büyük bir güç doğar.
Özet: Bu makale, Müminlerin birbirini seven, merhamet eden ve şefkat gösteren bir bedenin uzuvları gibi olduğunu anlatan Hadis-i Şerifi ele almaktadır. Makale, bu Hadis’in, İslam ümmetinin ideal birliğini ve dayanışmasını sembolize ettiğini belirtir. Tarihten Asr-ı Saadet dönemindeki kardeşlik gibi örneklerle, bu bilincin Müslümanları nasıl güçlü kıldığını anlatır. Ancak günümüzde bu vahdetin zayıfladığını ve bunun İslam dünyasının gücünü azalttığını anlatır.
Sonuç olarak, makale, Müslümanların yeniden bu vahdet bilincine dönerek güçlenmesi gerektiğini ortaya koyar.

*********

“İnsan Kalbinin Cihatları”

“Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.” (Sözler)

İnsan, sadece etten ve kemikten oluşan bir varlık değildir. O, içinde akıl, kalp, ruh gibi manevi “cihazat” ve “letaif” barındıran, çok katmanlı ve karmaşık bir yapıdır. Risale-i Nur’dan alınan bu söz, bu iç dünyamızın zenginliğini ve her bir manevi duygunun ayrı bir vazifesi, lezzeti ve hatta acısı olduğunu anlatır. Bu söz, bizi, hayatı sadece maddi bir boyutta yaşamak yerine, iç dünyamızın derinliklerine yolculuk yapmaya davet eder.
Tarih boyunca, büyük düşünürler ve maneviyat önderleri, insanın bu iç dünyasını keşfetmeye çalışmışlardır. Mevlana’nın “Ney’den” bahsederken, kalbin ve ruhun çektiği aşkın acısından bahsetmesi, İbn-i Arabi’nin “Vahdet-i Vücud” felsefesiyle, ruhun ilahi bir varlıkla birleşme arzusunu dile getirmesi, hep bu deruni yolculukların birer eseridir. Her bir manevi duygu, kalbin bir dileği, aklın bir sorgulaması, ruhun bir özlemi olarak ayrı bir maceradır. Bu macerada, her birinin farklı bir lezzeti olduğu gibi, farklı bir acısı ve zorluğu da vardır. Aklın şüpheyle yüzleşmesi, kalbin kırılması, ruhun gurbet acısı çekmesi, bu acıların birer tecellisidir.
Ancak bu acılar, birer yok oluş değil, aynı zamanda manevi bir terbiye aracıdır. Acı çeken bir kalp, merhameti öğrenir. Şüpheyle yoğrulan bir akıl, imanı daha sağlam bir temele oturtur. Gurbet acısı çeken bir ruh, asıl vatanına olan özlemini pekiştirir. Bu, hayatın sadece keyifli anlardan ibaret olmadığını, aynı zamanda elemlerin de manevi gelişim için birer vesile olduğunu gösterir.

Sonuç olarak, bu söz, insanı tek boyutlu bir varlık olmaktan çıkarır ve onun içindeki manevi zenginliği keşfetmeye davet eder. Akıl, kalp ve ruh gibi letaiflerin ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri olduğunu idrak etmek, hayatın her anını daha anlamlı hale getirir. Bu dahili cihada sarılanlar, sadece kendi benliklerini değil, aynı zamanda varoluşun sırlarını da keşfederler.

Özet: Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan, insanın iç dünyasındaki akıl, kalp ve ruh gibi manevi duyguların ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri olduğunu anlatan sözü işlemektedir. Makale, bu sözü, insanın dahili bir yolculuğa daveti olarak yorumlar. Mevlana ve İbn-i Arabi gibi tarihi figürlerden örneklerle, bu dahili keşfin maneviyat için önemini anlatır. Acıların ve elemlerin manevi bir terbiye aracı olduğunu belirterek, hayatın çok boyutlu yapısını anlatır. Sonuç olarak, makale, insanın iç dünyasını keşfetmesinin, hayatı daha anlamlı kıldığını ve varoluşun sırlarını açığa çıkardığını belirtir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesAğustos 11th, 2025