Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür
Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür
İnsanoğlu, bu dünyaya Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür
İnsanoğlu, bu dünyaya boşuna gönderilmemiştir. Varoluşunun derin bir hikmeti ve yüce bir gayesi vardır. Kur’an Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” ifadeleri, bu temel gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, kâinatın Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman etmek ve ibadetle kulluk vazifesini yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda insanın fıtratına, yani yaratılışına uygun olan en yüce gayedir. Marifetullah, yani Allah’ı bilmek; iman-ı billah, yani Allah’a gerçek bir imanla inanmak; iz’an ve yakîn ile O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmek, insanın temel sorumluluğudur.
Şems-i Tebrizi’nin hikmetli sözü de bu varoluşsal arayışı destekler niteliktedir:
“Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nereden geldiğini unutmaması için.” Bu söz, insanın sadece geleceğe değil, aynı zamanda köklerine, yaratılış amacına ve geçmişine de bakması gerektiğini hatırlatır. Nereden geldiğini unutan, nereye gideceğini de şaşırır. Bu öz geçmiş ve gelecek muhasebesi, insanı gafletten uyandırır ve hakiki istikamete yönlendirir.
Ancak insanlık tarihi, sadece bu yüce gayenin peşinde koşmakla değil, aynı zamanda adaletsizliklerin ve zulümlerin acısıyla da doludur.
Gazze’deki insanlık dramını hatırlatan “GAZZEYE BİZ ÖLÜNCE Mİ GELECEKSİNİZ” feryadı, insanlığın vicdanına saplanan bir ok gibidir.
Bu feryat, Nisa Suresi 4/75’te zikredilen “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” ayetini adeta yankılar. Bu ayet, inananlara, zulüm altında inleyen zayıf, çaresiz, kadın ve çocukların yanında durma, onlar için mücadele etme ve Allah yolunda savaşma sorumluluğunu yükler. Tarih boyunca bu çağrılara kulak tıkayanlar, insanlık vicdanında büyük yaralar açmışlardır. Gazze, bugün bu çağrının en acı tecellilerinden biridir.
Modern çağın karmaşası ve dalalet rüzgarları, insanı varoluş gayesinden uzaklaştırıp, hayatı anlamsız bir tesadüfler zinciri olarak görmeye itebilir.
Bediüzzaman Said Nursi, “Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tesadüfü, tabiatı, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma…” (Sözler 478) sözleriyle bu yanılgıya karşı sert bir uyarıda bulunur.
Kâinattaki her şey, bir düzen, bir gaye ve bir hikmetle yaratılmıştır. Bu muazzam işleri tesadüfe, tabiata veya abesiyete bağlamak, hem kâinatın güzelliğine hakaret, hem de insanın kendi varoluşuna karşı bir cehalettir.
İman hakikatleri, bu tesadüf ve abesiyet perdesini yırtar, insanı dalaletten kurtarır ve her şeyin arkasındaki yüce Kudreti görmesini sağlar.
Kur’an’ın nurani caddesi, işte tam da burada devreye girer. “Kur’an’ın cadde-i nuraniyesi ise bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.” (Sözler)
Bu ifade, Kur’an’ın sadece bir hidayet rehberi değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi yaraların şifa kaynağı olduğunu gösterir. Dalaletin, yani sapkınlığın ve doğru yoldan uzaklaşmanın sebep olduğu tüm acıları, kederleri, boşlukları ve anlamsızlıkları, iman hakikatleri ile tedavi eden yegane yoldur Kur’an.
İnsanlık, tarih boyunca nice buhranlar geçirmiş, nice bunalımlar yaşamıştır. Her dönemde, Kur’an’ın sunduğu iman hakikatleri, karanlıkları aydınlatan, yaraları saran ve gönüllere huzur veren bir ışık olmuştur.
Sonuç olarak, insanın dünyaya gönderiliş gayesi, kâinatın yüce Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bu temel hakikati unutan insan, hem kendi varoluş boşluğunda kaybolur hem de çevresindeki adaletsizliklere karşı duyarsızlaşır. Kur’an’ın nurani yolu ve iman hakikatleri, bu dalalet yaralarını sarar, insanı köküne ve gayesine döndürür. Gazze’deki feryatların vicdanları uyandırdığı, zulmün ve haksızlığın karşısında durma sorumluluğunun idrak edildiği bir çağda, insanlığın asıl kurtuluşu, varoluşun gayesine dönmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti tesis etmekle mümkündür.
Özet:
Bu makale, insanın dünyaya gönderiliş amacını, yani Allah’ı tanıma, iman etme ve ibadet etme gayesini Risale-i Nur perspektifinden ele almıştır.
Şems-i Tebrizi’nin “nereden geldiğini unutmama” sözüyle insanın köklerine dönme ihtiyacı anlatılmıştır.
Ardından, Gazze’deki insanlık dramı üzerinden zalimlere karşı durma ve zayıfları koruma sorumluluğu Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kâinattaki düzenin tesadüfe bağlanmaması gerektiği ve iman hakikatlerinin dalaletin yaralarını tedavi edici özelliği açıklanmıştır.
Makale, insanın gerçek kurtuluşunun varoluş gayesini idrak etmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti sağlamakla mümkün olduğu sonucuna varmıştır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
boşuna gönderilmemiştir. Varoluşunun derin bir hikmeti ve yüce bir gayesi vardır. Kur’an Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” ifadeleri, bu temel gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, kâinatın Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman etmek ve ibadetle kulluk vazifesini yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda insanın fıtratına, yani yaratılışına uygun olan en yüce gayedir. Marifetullah, yani Allah’ı bilmek; iman-ı billah, yani Allah’a gerçek bir imanla inanmak; iz’an ve yakîn ile O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmek, insanın temel sorumluluğudur.
Şems-i Tebrizi’nin hikmetli sözü de bu varoluşsal arayışı destekler niteliktedir:
“Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nereden geldiğini unutmaması için.” Bu söz, insanın sadece geleceğe değil, aynı zamanda köklerine, yaratılış amacına ve geçmişine de bakması gerektiğini hatırlatır. Nereden geldiğini unutan, nereye gideceğini de şaşırır. Bu öz geçmiş ve gelecek muhasebesi, insanı gafletten uyandırır ve hakiki istikamete yönlendirir.
Ancak insanlık tarihi, sadece bu yüce gayenin peşinde koşmakla değil, aynı zamanda adaletsizliklerin ve zulümlerin acısıyla da doludur.
Gazze’deki insanlık dramını hatırlatan “GAZZEYE BİZ ÖLÜNCE Mİ GELECEKSİNİZ” feryadı, insanlığın vicdanına saplanan bir ok gibidir.
Bu feryat, Nisa Suresi 4/75’te zikredilen “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” ayetini adeta yankılar. Bu ayet, inananlara, zulüm altında inleyen zayıf, çaresiz, kadın ve çocukların yanında durma, onlar için mücadele etme ve Allah yolunda savaşma sorumluluğunu yükler. Tarih boyunca bu çağrılara kulak tıkayanlar, insanlık vicdanında büyük yaralar açmışlardır. Gazze, bugün bu çağrının en acı tecellilerinden biridir.
Modern çağın karmaşası ve dalalet rüzgarları, insanı varoluş gayesinden uzaklaştırıp, hayatı anlamsız bir tesadüfler zinciri olarak görmeye itebilir.
Bediüzzaman Said Nursi, “Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tesadüfü, tabiatı, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma…” (Sözler 478) sözleriyle bu yanılgıya karşı sert bir uyarıda bulunur.
Kâinattaki her şey, bir düzen, bir gaye ve bir hikmetle yaratılmıştır. Bu muazzam işleri tesadüfe, tabiata veya abesiyete bağlamak, hem kâinatın güzelliğine hakaret, hem de insanın kendi varoluşuna karşı bir cehalettir.
İman hakikatleri, bu tesadüf ve abesiyet perdesini yırtar, insanı dalaletten kurtarır ve her şeyin arkasındaki yüce Kudreti görmesini sağlar.
Kur’an’ın nurani caddesi, işte tam da burada devreye girer. “Kur’an’ın cadde-i nuraniyesi ise bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.” (Sözler)
Bu ifade, Kur’an’ın sadece bir hidayet rehberi değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi yaraların şifa kaynağı olduğunu gösterir. Dalaletin, yani sapkınlığın ve doğru yoldan uzaklaşmanın sebep olduğu tüm acıları, kederleri, boşlukları ve anlamsızlıkları, iman hakikatleri ile tedavi eden yegane yoldur Kur’an.
İnsanlık, tarih boyunca nice buhranlar geçirmiş, nice bunalımlar yaşamıştır. Her dönemde, Kur’an’ın sunduğu iman hakikatleri, karanlıkları aydınlatan, yaraları saran ve gönüllere huzur veren bir ışık olmuştur.
Sonuç olarak, insanın dünyaya gönderiliş gayesi, kâinatın yüce Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bu temel hakikati unutan insan, hem kendi varoluş boşluğunda kaybolur hem de çevresindeki adaletsizliklere karşı duyarsızlaşır. Kur’an’ın nurani yolu ve iman hakikatleri, bu dalalet yaralarını sarar, insanı köküne ve gayesine döndürür. Gazze’deki feryatların vicdanları uyandırdığı, zulmün ve haksızlığın karşısında durma sorumluluğunun idrak edildiği bir çağda, insanlığın asıl kurtuluşu, varoluşun gayesine dönmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti tesis etmekle mümkündür.
Özet:
Bu makale, insanın dünyaya gönderiliş amacını, yani Allah’ı tanıma, iman etme ve ibadet etme gayesini Risale-i Nur perspektifinden ele almıştır.
Şems-i Tebrizi’nin “nereden geldiğini unutmama” sözüyle insanın köklerine dönme ihtiyacı anlatılmıştır.
Ardından, Gazze’deki insanlık dramı üzerinden zalimlere karşı durma ve zayıfları koruma sorumluluğu Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kâinattaki düzenin tesadüfe bağlanmaması gerektiği ve iman hakikatlerinin dalaletin yaralarını tedavi edici özelliği açıklanmıştır.
Makale, insanın gerçek kurtuluşunun varoluş gayesini idrak etmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti sağlamakla mümkün olduğu sonucuna varmıştır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com