KÂİNATTAN HÂLIK’INI SORAN BİR SEYYAHIN MÜŞAHEDESİ

KÂİNATTAN HÂLIK’INI SORAN BİR SEYYAHIN MÜŞAHEDESİ[1]

Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.

O seyyah biz olarak o musahedatimizi nasıl ifade edebiliriz
Konuyla ilgili hikmetli,ibretli ve düşündürücü bir makale yazar mısın

Kâinattan Hâlık’ını Soran Bir Seyyahın Müşahedatı

İnsan, şu dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren büyük bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk, sadece doğum ile ölüm arasındaki bir ömür serüveni değil; aynı zamanda hakikati arama, varoluşun sırrını çözme ve yaratılışın arkasındaki kudreti anlama çabasıdır. İşte bu sebeple insan, kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyah gibidir. O, her gördüğüne, her hissettiğine ve her düşündüğüne bir anlam yükler; varlığın arkasındaki hakikati arar.

Bu seyyah olarak biz, gözlerimizi kâinat kitabına çevirir, her sayfasında Yaratıcı’nın tecellilerini görmeye çalışırız. İşte o müşâhedelerden birkaçı:

1. Semanın Sessiz Feryadı: Sonsuzluk ve Kudret

Geceleri yıldızlı bir gökyüzüne baktığımızda, uçsuz bucaksız bir âlemin içinde olduğumuzu fark ederiz. Binlerce, hatta milyarlarca yıldız, belli bir düzen içinde hareket eder. Samanyolu gibi devasa galaksiler, içlerinde trilyonlarca yıldız barındırır ama bu dev sistemde en ufak bir düzensizlik yoktur.

Bu noktada bir seyyah olarak kendimize şu soruyu sorarız:
Bu sistem nasıl var oldu?
Eğer bir saat kendi kendine meydana gelemiyorsa, göklerin ve yıldızların bu muhteşem nizamı nasıl sahipsiz olabilir?

Gökler, sonsuz bir kudretin eseri olduğunu fısıldar bize. İşte bu noktada seyyah olan biz, “Sübhânallah! Bu sonsuz düzen, sonsuz bir ilim ve kudreti göstermez mi?” deriz.

2. Bahar: Yeniden Dirilişin ve Rahmetin Müşahedesi

Kışın soğuk ve ölü toprağı altında saklanan tohumlar, baharla birlikte canlanır. Kurumuş dallar yeşerir, her yer çiçeklerle süslenir, ağaçlar meyve vermeye başlar. Oysa bahar öncesinde her şey ölü gibidir. İşte bu noktada bir seyyah olarak düşündüğümüzde şu gerçekle yüzleşiriz:

Ölü gibi duran bir tohum nasıl canlanır?
Kim, kuru bir dalı yemyeşil yapraklarla donatabilir?
Bu dönüşüm kendi kendine mi olur, yoksa Rahîm bir Yaratıcı’nın kudretiyle mi gerçekleşir?

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ölü toprağa hayat veren Biziz.” (Kâf, 11)

O halde baharı seyreden bir seyyahın diliyle konuşacak olsak:
“Ey Rahman! Senin rahmetin her yere ulaşmış. Senin kudretinle ölü toprak diriliyor, Senin ihsanınla biz rızıklanıyoruz.” deriz.

3. İnsan: Sanatkârını Gösteren En Büyük Delil

Kendi varlığımıza baktığımızda, her şeyin mükemmel bir ölçüyle yaratıldığını görürüz. Bir damla sudan yaratılan insan, aklıyla kâinatı çözmeye çalışır, sanatıyla eserler ortaya koyar, duygularıyla derin anlamlar keşfeder. Gözümüz, elimiz, kalbimiz, beynimiz ve ruhumuz… Hepsi mükemmel bir uyum içindedir.

Seyyah olarak bu büyük gerçeği fark ettiğimizde sorarız:

Bu düzen nasıl ortaya çıktı?
Bir hücreden göz, kulak, akıl ve kalp nasıl meydana gelir?
Görmek için göz, duymak için kulak gerekmez mi? O halde gözü yaratan, görmeyi de bilen değil midir?

İnsan, varlığıyla bile kendi Hâlık’ını gösteren en büyük delildir. O hâlde biz seyyah olarak bu müşâhedemizi şöyle ifade ederiz:

“Ey Rabbim! Beni yoktan var eden Sensin. Bana görmeyi, düşünmeyi, hissetmeyi, anlamayı veren Sensin. Senin eserlerin içindeyim ve her yanımda Senin sanatını görüyorum.”

4. Ölüm: Sonsuz Hayatın Habercisi

Bir seyyah olarak en büyük müşâhedelerimizden biri de ölümdür. İnsan bu dünyada doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ama her gidenin yerine yenisi gelir. Tıpkı mevsimlerin dönüşümü gibi, insan da bir süre yaşar, sonra bu dünyadan ayrılır.

Ancak aklımıza şu soru gelir:
Ölüm, gerçekten bir son mudur?
Eğer her bahar, ölü toprağı canlandırıyorsa, insanı yaratan kudret de onu yeniden diriltmeye kadir değil midir?

Bir meyve çekirdeği bile toprağa düşüp yeniden ağaç oluyorsa, insan ruhu neden sonsuz hayata kavuşmasın? İşte burada seyyah olarak biz, Rabbimizin şu vaadini hatırlarız:

“Sizi ilk defa yaratan Allah, sizi yeniden diriltmeye de kadirdir.” (Rum, 27)

O halde, seyyahın diliyle konuşursak:

“Ey ebedi hayat sahibi olan Rabbim! Ölüm bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Senin rahmetinle insan yok olup gitmez, Senin kudretinle yeni bir hayata doğar. Sen, her şeyi hikmetle yaratan ve her şeye hükmedensin.”

Sonuç: Seyyahın Son Sözü

Kâinata bakan bir seyyah, gözlemledikleriyle yaratılışın delillerini okur. Gökler, yıldızlar, bahar, insan, ölüm ve hayat… Her biri Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren açık işaretlerdir.

Ve en sonunda seyyah olarak biz, haykırırız:

“Ey Rabbim! Kâinatın her köşesi Senin varlığını ve birliğini ilan ediyor. Göklerde ve yerde her şey, Senin kudretini gösteriyor. Ben de bu hakikati gördüm, anladım ve Sana teslim oldum. Sen, her şeyi hikmetle yaratan Hâlık’sın!”

İşte, kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşâhedatı budur. Hakikati görebilen gözler için, kâinat büyük bir kitaptır ve her satırı Allah’ı anlatmaktadır.

 

*************   

‘’Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadiden gelen temerrüt, bu zamana nispeten pek azdır. Eskiden küfür cehaletten geliyordu Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise; eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş.’’


Zamanın Değişimi ve İnançların Değişimi: Eski ve Yeni Dönemler Üzerine Bir Düşünce

Zamanın akışı, sadece fiziksel dünyayı değil, insan düşüncesinin ve inançlarının da değişimini şekillendirir. Her dönem, kendine has bir düşünce iklimi oluşturur; bu iklim, insanlığın dünyayı, gerçeği ve maneviyatı nasıl anladığını da etkiler. Geçmişteki insanlara dair bir bakış açısı oluştururken, onları çağlarındaki şartlar ve inançlarla değerlendirmek önemlidir. İslam’ın ilk yıllarında, küfrün, dalaletin ve temerrüdün kökü çoğunlukla cehaletle ve katı bir inatla ilişkilendiriliyordu. Ancak zamanla, küfrün ve sapkınlığın çok daha çeşitli ve karmaşık bir hal aldığı, insanın aklının ve bazı bilgilerin bu sapmalara zemin hazırladığı bir döneme girildi.

1. Eski Zamanlarda Küfrün Temeli: Cehalet ve İnat

Eski zamanlarda, küfür genellikle cehaletten kaynaklanıyordu. İnsanlar doğruyu, gerçeği bilmedikleri ya da anlamadıkları için sapkın yollara sapabiliyorlardı. Bu dönemin özelliklerinden biri de, insanların dine ve inanca karşı daha çok bilinçsizce bir uzaklık duyuyor olmalarıydı. İslam alimleri, doğruyu anlatmak için insanlar üzerinde güçlü bir etki bırakıyor ve Allah’ın varlığına, peygamberlerin öğrettiklerine dair verilen dersler, doğrudan kalplere hitap ediyordu. Bu, büyük ölçüde halkın imanını kuvvetlendiriyor, yanlış inançları ve dalaletleri yok ediyordu. Eski İslam muhakkikleri, hüccetlerini ve delillerini o dönemde etkili bir şekilde sundular; Allah’a ve ahirete iman çok daha yaygın, insanlar arasında daha güçlüydü.

Bu dönemde, bir kişinin yanlış yolda olması, genellikle bilgi eksikliğinden ya da doğruyu görmeyen kalpten kaynaklanıyordu. Küfür, genellikle cehalet ve inatla birleştirilmişti; yani, insanlar bildikleri için değil, bilmedikleri için sapıyordu. Çoğu insan, Allah’ı tanımadığından sapkınlıklar içinde kayboluyor ve doğru yolu bulmakta zorlanıyordu. Ancak bu cehalet, bir şekilde düzeltilebiliyordu; çünkü insanlar, doğruyu öğrenmeye istekliydiler ve bir rehber arayışı içindeydiler.

2. Bugünün Zorlukları: Bilginin Artışı ve İman Krizi

Ancak bugün, durum oldukça farklıdır. Teknolojik gelişmeler, bilimsel ilerlemeler ve bilgiye ulaşmanın kolaylaşması, insanın aklını farklı yönlere çekiyor. Bugün, eski zamanlardaki gibi sadece cehaletle değil, aksine fazlasıyla bilgiyle dolmuş, fakat imanla bağlarını zayıflatmış bir toplumla karşı karşıyayız. Eskiden bir kasabada bir kişi küfr-ü mutlakta olabilirken, şimdi yüzlercesi olabilir. Artık insanlar, sadece yanlış anlamalar ya da eksik bilgiler yüzünden doğruyu bulamıyorlar; bunun yerine, bilgiye sahip olmalarına rağmen, insan ruhunun manevi ihtiyaçlarını göz ardı ederek batıl inançlara yöneliyorlar.

Bu yeni nesil, bilgiyle yoğrulmuş ancak kalpten ve ruhi derinlikten mahrum bir hale gelmiş durumda. Bilim, insanları yanılgıya düşürmek bir yana, doğruyu arayanların elinde bazen bir kalkan, bazen de bir sarmal haline gelebiliyor. İnsanlar artık sadece fiziki dünyayı değil, manevi dünyayı da bilimsel metotlarla analiz etmeye çalışıyorlar. Bu, doğruyu bulmayı zorlaştırıyor çünkü insanın kalbi, yalnızca maddi ölçülerle anlaşılabilecek bir varlık değildir. Din ve iman, sadece akıl yoluyla değil, ruhi bir anlayış ve derinlik ile de anlaşılmalıdır. Modern toplumlar, teknik ve bilimsel bilgiyle donanmış olsa da, deruni bir boşluk ve maneviyat eksikliği ile karşı karşıyalar.

3. Sonsuz İman ve Bilgi Arayışı: İman, Zihin ve Kalp Dengesini Kurmak

İslam’ın ilk yıllarında, doğruyu öğrenmek ve kabul etmek daha kolaydı çünkü insanlar, temel inançlarını ve değerlerini bilmeden yaşamıyorlardı. Ancak bugünün dünyasında, insanlar çok daha karmaşık düşünme biçimleriyle şekillenmiş durumda. Bilgiye olan bu güçlü arayış, insanları bazen gerçeğe değil, daha çok zihinsel ve duygusal bir karışıklığa sürükleyebiliyor. Bu da, yanlışlıkların ve sapmaların daha karmaşık hale gelmesine neden oluyor. İşte bu noktada, eski alimlerin ve muhakkiklerin öğrettikleri devreye giriyor. Onlar, sadece akılla değil, aynı zamanda kalp ve ruhla da doğruyu aramayı öğretiyorlardı.

Bugün, insanın hem aklını hem de kalbini dinlendirecek bir anlayışa ihtiyaç vardır. Bilgi tek başına kurtuluş getirmez; insan, bu bilgiyi doğru bir iç disiplin ve imanla harmanlayabilmelidir. Kişinin kendisini yalnızca akılla değil, iç derinlikle de değerlendirmesi gerekir. Kalp ve akıl arasında bir denge kurmak, insanı batıl inançlardan ve dalaletlerden koruyacak en güçlü silah olacaktır.

4. Sonuç: Maneviyatın Gücü ve Akıl ile Kalbin Birleşimi

Zaman değiştikçe, insanın doğruyu bulma yolculuğu da değişiyor. Eski zamanlarda, insanın cehaletinden doğan dalalet, kolayca düzeltilen bir durumdu. Ancak bugün, insan bilgiyle dolmuş ve derin bir manevi boşlukla karşı karşıya kalmıştır. Bu yüzden doğruyu aramak, sadece akıl yoluyla değil, kalp yoluyla da olmalıdır. İslam’ın ruhuna dönmek, sadece dış bilimsel başarılar elde etmekle değil, aynı zamanda iç manevi derinliği keşfetmekle mümkündür.

Eski zamanların İslam muhakkiklerinin öğrettikleri, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Onların dersleri, insanın hem akıl hem de kalp düzeyinde doğruyu bulmasını sağlayacak bir rehberdir. Zamanın değişmesiyle birlikte, insanoğlu yeniden kendi iç yolculuğuna dönmeli, sadece bilimin değil, ruhun da derinliklerine inmeli ve her iki tarafı da dengeleyerek gerçeği keşfetmelidir.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=7KhHJcZatWU&t=453s

Loading

No ResponsesMart 15th, 2025