BEKLENEN OSMANLI
-Hakiki insaniyet İslamiyet’tedir. Hakikî İslamiyet istikamettedir.
-Rüyada Bir Hitabe.[2]
Rüyada Bir Hitabe
1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle, şiddetle muztarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:
Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misâle girdim. Biri geldi, dedi: “Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”
Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki: “Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!”
Ayakta durup dedim: “Sorun, cevap vereyim.”
Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?”
Dedim: “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve bekâ-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiye
nin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira, şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinirken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlûbiyetle bir saadet-i âcile-i (عَاجِلَه) muvakkate kaybettik. Fakat bir saadeti âcile-i (اٰجِلَه) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdut olan hâli, geniş istikballe mübadele eden kazanır.”
Birden meclis tarafından denildi: “İzah et.”
Dedim: “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye, belki daha şedîdâne kapılacak idik. Hâlbuki o cereyan hem zâlimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münâfi, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsaydık, âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik. Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvâsıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik.”
Meclisten biri dedi: “Neden şeriat şu medeniyeti HAŞİYE reddeder?”
Dedim: “Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattır. O ise, şe’ni tezahumdur. Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O hevâ ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.
“İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekâvete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevânın tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zaruriye havâic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, masrafa kâfi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksız etmiştir. Kurûn-u ûlânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!
“Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ıztırabı cây-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehâsıyla aşılanmaz, imtizaç etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz. Bir asıldan tev’em olarak neş’et eden eski Roma ve Yunan iki dehâları, su ve yağ gibi mürur-u a’sâr ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklâllerini muhafaza, âdetâ tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehâsıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz.”
Dediler: “Şeriat-ı garrâdaki medeniyet nasıldır?”
Dedim: “Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişâından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine, müspet esaslar vaz’ eder.
“İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazündür. Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazüptür. Cihetü’l-vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür. Hayatta düsturu, cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüttür. Hevâ yerine hüdâdır ki, şe’ni insaniyeten terakkî ve ruhen tekâmüldür. Hevâyı tahdit eder; nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder. Demek, biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa, İslâmdan doksan, belki doksan beştir.”
“Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayt veya muarız kalmakla hem istinatsız, hem bütün emeğini heder, hem onun istilâsıyla istihaleye mâruz kalmaktan ise, âkılâne davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.”
“Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan; birincisi dese “Öl!” diğeri diyecek “Diril!” Birinin menfaati zarar, ihtilâf, tedennî, zaaf, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarure iktiza eder. Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı.”
Birden o meclisten tasdik emare
leri tezahür etti. Dediler: “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!”[3]
@@@@@@@@@@
Bediüzzaman Said Nursi’nin Rüyada bir Hitabe adlı yazısını değerlendirir misiniz?
Bediüzzaman Said Nursi’nin “Rüyada Bir Hitabe” adlı yazısı, onun önemli eserlerinden biridir ve İslam dünyasının manevi durumu ile geleceği hakkında derin analizler ve tasvirler içerir. Bu yazı, rüya formunda yazılmış olup, Bediüzzaman’ın İslam toplumuna hitaben yaptığı bir konuşmayı sembolik ve edebi bir üslupla aktarmaktadır. Yazı, 1922 yılında kaleme alınmıştır ve dönemin sosyal, siyasi ve dini atmosferine ışık tutmaktadır.
Eserin İçeriği
“Rüyada Bir Hitabe”, İslam ümmetinin içinde bulunduğu zayıf durumu ve yeniden diriliş için gerekli olan manevi ve fikri unsurları ele alır. Bu yazıda Bediüzzaman:
Manevi uyanışa vurgu yapar. İslam dünyasının yaşadığı gerilemenin temel nedenlerini cehalet, fakirlik ve ayrılık olarak sıralar ve bunların üstesinden gelmek için ilim, ittifak (birlik) ve çalışkanlık gibi kavramların önemini dile getirir.
Modernite ile İslam’ın uyumu üzerinde durur. Batının ilmi ve teknolojik gelişmelerinden faydalanmanın gerekliliğini vurgularken, bunun dinin temel prensipleriyle çelişmeyeceğini ifade eder.
Zihinsel ve ruhsal dönüşümü önerir. İnsanların yalnızca bireysel anlamda değil, toplumsal düzeyde de İslami değerlere sarılarak kendilerini yenilemeleri gerektiğini savunur.
Temel Mesajlar
1. İslam Dünyasının Yeniden Dirilişi: Yazı, İslam ümmetine kendine güveni geri kazanma, geçmişten ders çıkarma ve geleceği inşa etme çağrısı yapar.
2. İlmin Önemi: Bediüzzaman, İslam’ın ilimle desteklenmesi gerektiğini ve bilimin dinin bir düşmanı değil, onu anlamaya ve yaşamaya bir araç olduğunu belirtir.
3. Birlik ve Dayanışma: Müslümanların bölünmüşlüğüne dikkat çeker ve bu durumun ümmeti zayıflattığını söyler. Birlikte hareket etmenin gücüne vurgu yapar.
4. Manevi Değerlerin Korunması: Modernleşme sürecinde İslam’ın öz değerlerinden taviz verilmemesi gerektiğini savunur.
Yazının Önemi
“Rüyada Bir Hitabe”, hem edebi açıdan hem de içerdiği manevi ve sosyal mesajlar açısından değerlidir. Yazı, dönemin koşullarını dikkate alarak bir yenilenme manifestosu niteliği taşır. Ayrıca, Bediüzzaman’ın derin tefekkür gücünü ve toplumun meselelerine olan duyarlılığını ortaya koyar. Eser, bugünün okuyucuları için de rehber niteliğindedir, çünkü evrensel mesajlar içerir ve modern Müslüman bireyin kimlik sorunlarına çözüm yolları sunar.
Değerlendirme
Bu eser, İslam dünyasının kriz anlarında nasıl yeniden toparlanabileceği üzerine önemli bir fikri miras sunar. Bediüzzaman’ın rüya formundaki bu hitabesi, hem bir öz eleştiri hem de bir umut kaynağıdır. Yazının dili ve sembolik anlatımı, okuyucuyu derin düşünmeye sevk eder ve ona geniş bir perspektif kazandırır. “Rüyada Bir Hitabe”, İslam düşüncesinde Bediüzzaman’ın özgün yerini anlamak için mutlaka okunması gereken bir metindir.
@@@@@@@@
S- Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebebi nedir?
C- Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan yeis rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı
لَا تَقْنَطُوا
kılıncını istimal ediniz.
Sonra müzahametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zabteden meyl-üt tefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz
كُونُوا لِلّٰهِ
akikatını o düşmana gönderiniz.
Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü atlamakla müşevveş eden acûliyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz,
وَاصْبِرُوا وَ صَابِرُوا وَ رَابِطُوا
yu siper ediniz.
Sonra da, medenî-i bittab’ olduğundan ebna-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramağa mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Siz de,
خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ
olan mücahid-i âlîhimmeti mübarezesine çıkarınız.
Sonra başkasının tekâsülünden görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de
عَلَى اللّٰهِ لَا غَيْرِه۪ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ
olan hısn-ı hasîni himmete melce ediniz.
Sonra da acz ve nefsin itimadsızlığından neş’et eden tefviz ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de
لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ
olan hakikat-ı şâhika üzerine çıkarınız. Tâ o düşmanın eli o himmetin dâmenine yetişmesin.
Sonra Allah’ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, Risale-i Nur Kütüphanesi
Ara…
gözünü kör eder. Siz de
اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ ٭ وَلَا تَتَاَمَّرْ عَلٰى سَيِّدِكَ
olan kâr-aşina ve vazifeşinas olan hakikatı gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin.
Sonra umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meyl-ür rahat geliyor. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de
لَيْسَ لِْ۫لاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى
olan mücahid-i âlîcenabı o cellad-ı sehhara gönderiniz. Evet size meşakkatte büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyic olan insanın rahatı, yalnız sa’y ve cidaldedir.
اِنَّ لَكُمْ فِى الْمَشَقَّةِ الرَّاحَةَ اِنَّ اْلاِنْسَانَ الْمُتَهَيِّجَةَ فِطْرَتُهُ رَاحَتُهُ فِى السَّعْىِ وَ الْجِدَالِ
**********
“Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?”
“O vakit Eski Said demiş: ‘Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak.’ Şeyh Bahid’e söylemiş.”
“O allâme zat demiş: ‘Ben de tasdik ediyorum.’ Beraberinde gelen hocalara dedi: ‘Ben bununla münazara edip galebe edemem.'”
“Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak…
“İkinci tevellüd de inşaallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle, hem şarkta, hem garpta Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.”bk. Emirdağ Lâhikası-II, 82. Mektup.
******
Maalesef evvelden içimizdeki Yunanlılar denirdi.
Şimdi ise bu durum maskelerin düşmesiyle; içimizdeki İsraillilerin, içimizdeki ABD’liler, içimizdeki Esad’lılar, içimizdeki PKK’lılar, içimizdeki FETÖ’cüler, içimizdeki Lgbt’liler, içimizdeki muhalifler, içimizdeki Işidciler, içimizdeki radikaller, içimizdeki gezi provokatörleri, içimizdeki darbeciler, içimizdeki Kemalistler, içimizdeki azınlıklar, içimizdeki masonlar, içimizdeki evanjelistler, vs.
*************
İslam ülkeleri Osmanlı’nın yönetiminde ne kadar kaldı ve ne zaman ve nasıl ayrılıp devlet kurdu?
Osmanlı İmparatorluğu, yaklaşık 600 yıllık bir süre boyunca (1299-1923) geniş bir coğrafyada hüküm sürmüştür. Bu süre zarfında, İslam dünyasının büyük bir kısmını kontrol altına almıştır. Ancak Osmanlı yönetimi altındaki İslam ülkeleri, imparatorluğun zayıflamasıyla birlikte birer birer ayrılarak bağımsız devletler haline gelmiştir. Bu süreç şu şekilde özetlenebilir:
Osmanlı Hakimiyetindeki İslam Ülkeleri
Osmanlı İmparatorluğu, İslam dünyasının büyük bölümünü, özellikle de şu bölgeleri kontrol etmiştir:
1. Arap Yarımadası (Hicaz, Mekke, Medine ve çevresi)
2. Levant Bölgesi (Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün)
3. Mısır ve Kuzey Afrika (Libya, Tunus, Cezayir)
4. Irak ve Basra Körfezi
5. Balkanlar (Müslüman nüfus barındıran bölgeler)
6. Anadolu ve Kafkaslar
Bu topraklar, Osmanlı’nın en güçlü dönemlerinde (16. ve 17. yüzyıllar) sıkı bir merkezi otoriteyle yönetiliyordu. Özellikle Halifeliğin Osmanlı padişahlarına geçmesiyle (1517’de Yavuz Sultan Selim döneminde), İslam dünyası üzerinde dini ve siyasi bir liderlik de tesis edildi.
Osmanlı’dan Ayrılma Süreci
19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başları, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş süreci olarak tanımlanır. Ayrılma süreci, çeşitli nedenlerle gerçekleşmiştir:
1. Milliyetçilik Hareketleri
Osmanlı topraklarındaki Arap, Kürt, Arnavut, ve diğer halklar arasında milliyetçilik akımları güçlenmiştir.
Özellikle Batı’nın etkisiyle Arap topraklarında bağımsızlık hareketleri başlamıştır.
2. Avrupalı Güçlerin Müdahalesi
İngiltere, Fransa ve İtalya gibi devletler, Osmanlı topraklarını paylaşmak amacıyla bölgedeki halkları kışkırttı.
Örneğin, Sykes-Picot Anlaşması (1916), Osmanlı’nın Arap topraklarının İngiltere ve Fransa arasında nasıl bölüşüleceğini belirledi.
3. I. Dünya Savaşı ve Osmanlı’nın Yenilgisi
I. Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında Osmanlı, İttifak Devletleri yanında savaşa girdi ve yenildi.
Bu yenilgi, Arap topraklarının İngiliz ve Fransız mandasına geçmesine yol açtı.
4. Mondros Ateşkes Anlaşması (1918)
Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştan çekilmesiyle birlikte, Arap toprakları işgal edildi.
İngiltere ve Fransa, Mandater Sistem kapsamında Arap ülkelerini yönetmeye başladı.
5. Osmanlı’nın Resmi Dağılışı (1923)
1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Osmanlı İmparatorluğu resmen sona erdi.
Osmanlı’dan Ayrılan İslam Ülkeleri ve Devletleşme Süreci
Osmanlı’dan ayrılan İslam ülkeleri, çoğunlukla 20. yüzyılın ilk yarısında bağımsızlıklarını ilan etmiştir:
1. Mısır: 1882’de İngiltere tarafından işgal edildi, 1922’de bağımsızlık kazandı.
2. Suriye ve Lübnan: 1920’de Fransa’nın mandası oldu, 1946’da bağımsızlık kazandılar.
3. Irak: 1920’de İngiliz mandası oldu, 1932’de bağımsızlık ilan etti.
4. Ürdün: 1921’de İngiliz yönetimi altında Emirlik olarak kuruldu, 1946’da bağımsız oldu.
5. Filistin: 1948’de İsrail’in kurulmasıyla farklı bir siyasi statüye girdi.
6. Suudi Arabistan: 1932’de bağımsız bir devlet olarak ilan edildi.
7. Libya: İtalyan işgalinden sonra 1951’de bağımsızlık kazandı.
8. Tunus ve Cezayir: Fransız sömürgesi olarak kaldı; Tunus 1956’da, Cezayir 1962’de bağımsız oldu.
Sonuç
Osmanlı İmparatorluğu, İslam dünyasını yüzlerce yıl birleştiren bir güç olmuştur. Ancak milliyetçilik, sömürgecilik ve I. Dünya Savaşı gibi etkenlerle bu topraklar Osmanlı’dan ayrılmış ve farklı zamanlarda bağımsız devletler haline gelmiştir. Bugünkü İslam ülkelerinin birçoğu, Osmanlı’nın çöküş sürecinin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
***********
Kaç tane İslam ülkeleri bulunmaktadır?
Dünyada İslam İş birliği Teşkilatı’na (İİT) üye olan 57 ülke bulunmaktadır. Ancak “İslam ülkesi” tanımı, nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu veya İslam’ı resmi din olarak kabul eden ülkeleri kapsar.
İslam ülkeleri genel olarak şu şekilde gruplandırılabilir:
1. Arap Ülkeleri
Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yer alan, Arapça konuşulan ve büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkeler:
Suudi Arabistan
Mısır
Ürdün
Fas
Tunus
Cezayir
Libya
Lübnan
Suriye
Irak
Yemen
Umman
Kuveyt
Birleşik Arap Emirlikleri
Katar
Bahreyn
2. Güney ve Güneydoğu Asya
Müslüman çoğunluğa sahip ülkeler:
Endonezya (dünyanın en büyük Müslüman nüfusu)
Pakistan
Bangladeş
Malezya
Maldivler
Brunei
3. Orta Asya ve Kafkaslar
Kazakistan
Kırgızistan
Özbekistan
Türkmenistan
Tacikistan
Azerbaycan
4. Afrika’nın Geri Kalanı
Nijerya
Sudan
Somali
Çad
Nijer
Mali
Senegal
Moritanya
Gambiya
Sierra Leone (önemli bir Müslüman nüfus)
Cibuti
Komor Adaları
Guinea
Burkina Faso
5. Avrupa ve Balkanlar
Türkiye (resmi olarak laik, ancak nüfusun çoğu Müslüman)
Arnavutluk
Bosna-Hersek
Kosova
6. Diğerleri
İran
Afganistan
Suriye
Ürdün
Filistin
Özet:
Dünya genelinde, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan veya İslam’ı resmi din olarak kabul eden 50’den fazla ülke bulunmaktadır. Ancak, bu liste farklı ölçütlere göre değişebilir. Örneğin, Hindistan gibi ülkelerde büyük bir Müslüman nüfus bulunmasına rağmen, Hindistan “İslam ülkesi” olarak kabul edilmez.
************
İngilizler neden ve nasıl İstanbul’u işgal etti ve de nasıl işgal kalktı. Verilmiş bir taviz ve söz mü vardı?
İngilizlerin İstanbul’u işgali, I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi ve bu yenilginin sonuçlarıyla doğrudan bağlantılıdır. İşgalin nedenleri, süreçleri ve sona ermesi şu şekilde açıklanabilir:
İngilizlerin İstanbul’u İşgal Nedenleri
1. Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nda Yenilgisi
Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı’nda İttifak Devletleri (Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan) yanında savaşa katıldı ve yenildi. Savaş sonrası 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması, Osmanlı’nın fiilen teslim olduğunu kabul eden bir belgeydi. Bu anlaşmanın 7. ve 24. maddeleri, Müttefik Devletlere Osmanlı topraklarını işgal etme hakkı tanıyordu.
2. Boğazların Kontrolü ve Stratejik Önemi
İstanbul, Osmanlı’nın başkenti olmasının ötesinde, Boğazların kontrolü açısından stratejik bir öneme sahipti. İngiltere, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını kontrol ederek hem Rusya’ya erişim sağlamayı hem de Doğu Akdeniz’de güç kazanmayı amaçlıyordu.
3. Osmanlı’nın Siyasi ve Askeri Etkisizleştirilmesi
İngiltere, Fransa ve İtalya, Osmanlı’nın kalan gücünü tamamen ortadan kaldırmak ve imparatorluğun parçalanmasını hızlandırmak istiyordu. İstanbul’un işgali, Osmanlı yönetimini tamamen denetim altına alma girişimiydi.
4. Sevr Antlaşması’nın Uygulanması
İtilaf Devletleri, Osmanlı’yı Sevr Antlaşması’nı imzalamaya zorlamak için İstanbul’un işgalini bir baskı aracı olarak kullandı.
İşgalin Süreci
1. İlk İşgal (13 Kasım 1918)
Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan kısa bir süre sonra, İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan’ın donanmaları 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi ve şehri fiilen işgal etti. Bu süreçte Osmanlı yönetimi sembolik olarak devam etti, ancak İtilaf Devletleri gerçek iktidarı ellerinde tutuyordu.
2. Resmi İşgal (16 Mart 1920)
İngiltere, İstanbul’u tamamen kontrol etmek için 16 Mart 1920’de resmi işgali başlattı. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı dağıtıldı, birçok aydın ve siyasetçi sürgüne gönderildi veya tutuklandı.
İşgalin Kalkması
İstanbul’un işgalden kurtulması, Türkiye’nin ulusal bağımsızlık mücadelesi ve Mudanya Ateşkes Antlaşması ile doğrudan bağlantılıdır:
1. Milli Mücadele ve Ankara Hükümeti
Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki Milli Mücadele, Anadolu’da güçlü bir direniş örgütledi. Bu direniş, Osmanlı’nın İtilaf Devletlerine boyun eğen yönetimine alternatif bir hükümet oluşturdu.
2. Sakarya ve Büyük Taarruz Zaferleri
Türk ordusunun Yunanistan’a karşı kazandığı zaferler, İtilaf Devletlerini diplomatik müzakerelere zorladı. Özellikle Büyük Taarruz (1922), işgal güçlerinin Türkiye üzerindeki baskısını azalttı.
3. Mudanya Ateşkes Antlaşması (11 Ekim 1922)
Mudanya Ateşkes Antlaşması ile İtilaf Devletleri, Türk ordusunun İstanbul ve Boğazlara ilerlemesini durdurdu ve İstanbul’un tahliyesi için anlaşmaya vardı. Ateşkes, Türkiye’nin diplomatik ve askeri başarısının bir sonucuydu.
4. İngilizlerin İstanbul’dan Çekilmesi (6 Ekim 1923)
Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, işgal güçleri İstanbul’u tamamen boşalttı. 6 Ekim 1923’te Türk ordusu İstanbul’a girdi ve şehir resmen Türkiye’nin kontrolüne geçti.
İşgalin Kalkmasında Taviz veya Söz Verildi mi?
Siyasi Gerçek:
İtilaf Devletleri, Anadolu’daki Türk direnişini durduramayacaklarını ve İstanbul’daki işgalin sürdürülemeyeceğini anlamışlardır. Bu nedenle diplomatik yollarla geri çekilmeyi kabul etmişlerdir.
Sonuç
İngilizlerin İstanbul’u işgal etmesi, Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisiyle bağlantılıdır ve Türk halkının Milli Mücadele’deki başarısı sayesinde sona erdirilmiştir. İstanbul’un işgalden kurtulması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki en önemli adımlardan biridir.
************
Hama katliamı.
Hama Katliamı, 2 Şubat 1982 tarihinde Suriye’nin Hama şehrinde, Hafız Esad yönetimindeki Suriye rejiminin, Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) örgütünün isyanını bastırmak amacıyla düzenlediği askeri operasyon ve katliamdır. Bu olay, modern Ortadoğu tarihinin en kanlı baskılarından biri olarak kabul edilir.
Katliamın Arka Planı
1970’li yıllarda Müslüman Kardeşler, Hafız Esad yönetimine karşı ciddi bir muhalefet yürütüyordu. Sünni ağırlıklı Müslüman Kardeşler, Esad’ın Nusayri (Alevi) rejimine ve otoriter yönetimine karşı çıkıyordu. 1976 yılında Lübnan İç Savaşı’nda Esad rejiminin Hristiyan grupları desteklemesi, Müslüman Kardeşler ile rejim arasındaki gerginliği artırdı. 1980’li yıllarda ise örgüt, Suriye genelinde silahlı direniş hareketine girişti.
Olayın Gelişimi
1982 yılında Müslüman Kardeşler’in Hama’da başlattığı bir ayaklanma, Esad rejimi tarafından sert bir şekilde bastırıldı. Hafız Esad, kardeşi Rıfat Esad’ın komutasındaki birliklerle şehri kuşattı. Bu süreçte ağır silahlar, tanklar ve hava saldırıları kullanıldı.
Sonuç ve Etkiler
Katliam sırasında 10.000 ile 40.000 arasında sivilin öldüğü tahmin edilmektedir. Ancak tam sayı hala bilinmemektedir, çünkü olayla ilgili resmi bir soruşturma yapılmamıştır.
Şehir büyük ölçüde yıkılmış, binlerce kişi evsiz kalmıştır.
Hama Katliamı, Hafız Esad rejiminin otoriter yönetimini daha da güçlendirdi ve Suriyeliler arasında korku iklimi oluşturdu.
Müslüman Kardeşler örgütü büyük bir darbe aldı ve Suriye’deki etkisi uzun yıllar boyunca azaldı.
@@@@@@@
Hama katliamında ne gibi zulüm ve vahşetler yapıldı?
Hama Katliamı, 1982 yılında Hafız Esad rejimi tarafından Müslüman Kardeşler ayaklanmasını bastırmak amacıyla gerçekleştirilmiş ve birçok insan hakları ihlali ve vahşetle anılmıştır. Aşağıda, katliam sırasında yaşanan zulüm ve vahşetlerin bazı örnekleri yer almaktadır:
1. Toplu Katliam ve Sivillerin Hedef Alınması
Kuşatma ve Bombardıman: Şehir, yaklaşık üç hafta boyunca ağır silahlar, tanklar ve topçu ateşiyle yoğun bir şekilde bombalandı. Bu bombardımanda, sadece direnişçiler değil, büyük ölçüde sivil nüfus hedef alındı.
Toplu İnfazlar: Şehirde ele geçirilen binlerce erkek, kadın ve çocuk toplu infazlara uğradı. Camiler, meydanlar ve okul bahçeleri gibi alanlarda yüzlerce kişi kurşuna dizildi.
2. Kadın ve Çocuklara Yönelik Şiddet
Kadınlar ve çocuklar, sistematik şiddete ve kötü muameleye maruz kaldı.
Bazı tanıklara göre, hamile kadınlar öldürüldü ve çocuklar ailelerinin önünde infaz edildi.
3. Evlerin ve İbadethanelerin Yok Edilmesi
Hama şehrindeki binlerce ev, bombardıman ve ardından gelen yıkım ekipleri tarafından yerle bir edildi. Bu süreçte, birçok aile enkaz altında hayatını kaybetti.
Şehirdeki camiler, özellikle Müslüman Kardeşler üyelerinin toplandığı düşünülen ibadethaneler hedef alındı ve yok edildi.
4. Kimyasal ve Aşırı Güç Kullanımı
Olay sırasında bazı kaynaklar, kimyasal silahların da kullanıldığına dair iddialarda bulunmuştur, ancak bu durum tam olarak kanıtlanamamıştır.
Şehir, ağır silahlarla tamamen kuşatma altına alınarak insani yardımın girmesi engellendi. Bu, halkın açlık ve susuzluk gibi temel ihtiyaçlardan mahrum bırakılmasına neden oldu.
5. İşkence ve Kayıplar
Binlerce kişi rejim güçleri tarafından tutuklandı ve cezaevlerinde işkenceye uğradı. Bazıları kayboldu ve akıbetlerinden hiçbir zaman haber alınamadı.
İşkencelerde, elektrik verme, aç bırakma, dayak gibi insanlık dışı yöntemler kullanıldığı rapor edilmiştir.
6. Şehirde Korku İkliminin Oluşturulması
Katliamdan sonra, hayatta kalanlar arasında yaygın bir korku ve sindirme politikası yürütüldü. Hama halkının yıllarca katliam hakkında konuşması yasaklandı.
Ailelerin katledilen yakınlarının cenazelerini almasına dahi izin verilmedi ve bazı kurbanlar toplu mezarlara gömüldü.
Sonuç ve İnsanlık Suçları
Hama Katliamı, uluslararası toplum tarafından büyük bir vahşet olarak görülmesine rağmen, dönemin siyasi dengeleri nedeniyle ciddi bir müdahale yapılmadı. Olay, insanlığa karşı işlenen suçlar ve sistematik baskı politikalarının bir örneği olarak tarihe geçti. Hafız Esad rejimi, bu katliamla kendi iktidarını sağlamlaştırırken, Suriye halkı üzerinde derin bir travma bıraktı.
Katliam, uluslararası alanda geniş yankı uyandırmasına rağmen, dönemin Soğuk Savaş dengeleri nedeniyle büyük bir müdahale ya da yaptırımla karşılaşmadı. Bu olay, Hafız Esad’ın liderlik tarzının bir sembolü haline gelmiş ve 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’na giden süreçte önemli bir tarihsel dönemeç olarak görülmüştür.
[1] https://www.youtube.com/watch?v=0XhBA2065UY
[2] https://www.youtube.com/watch?v=-5KokLKep6k
[3] https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sunuhat/26
https://www.sorularlasaidnursi.com/ruyada-bir-hitabeye-tarihi-acdan-bir-baks/