ŞERLERİN VE MUSİBETLERİN YARATILIŞTAKİ HİKMETLERİ
ŞERLERİN VE MUSİBETLERİN YARATILIŞTAKİ HİKMETLERİ
BAK: https://www.youtube.com/watch?v=ov3OEqIn9-Q
Şerlerin ve musibetlerin yaratılıştaki hikmetleri.
-Her bir insan inanç düşünce yaşayışıyla kendi kişiliğini ve kimliğini, hüviyetini oluştururken, bir yandan da o kişiliğinin yaşayacağı mekânı ister cennet, ister cehennem, ister cennette farklı mekan, ister cehennemde farklı mekanını bizzat tesis etmektedir. Kişilik ve duygularının istidat ve kabiliyetlerinin latifelerinin açılımın nispetinde karşılığını bulacak, görecek artık o tamamen kendisidir.
-Şerlerin ve musibetlerin yaratılıştaki hikmetleri.
Şerlerin ve musibetlerin yaratılıştaki hikmetleri, hayatın derin anlamını kavramada önemli bir yere sahiptir. İlk bakışta olumsuz gibi görünen bu olaylar, aslında daha büyük bir planın parçalarıdır ve insanın hem dünyada hem de ahirette olgunlaşmasına hizmet eder. Bu hikmetleri birkaç başlık altında açıklayabiliriz:
1. İmtihan Dünyası
Dünya, insanın sınandığı bir meydandır. Şer ve musibetler, insanın iradesini, sabrını ve şükrünü ölçmek için birer imtihan vesilesidir.
İnsan, bu olaylarla karşılaştığında gösterdiği tavır ile ruhsal derecesini yükseltme fırsatı bulur. Kur’an’da bu gerçek şöyle ifade edilir:
“Sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınarız. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155).
2. Hikmeti Anlama ve Farkındalık
Şer olarak görülen olaylar, insanın acziyetini ve sınırlılığını fark etmesine vesile olur. Bu farkındalık, insanı Yaradan’a yönlendirir ve Allah’ın kudretini daha derinden idrak etmesini sağlar.
Kötülük gibi görünen olaylar, iyilik ve güzelliklerin kıymetini anlamak için bir karşıtlık oluşturur. Tıpkı karanlık olmadan ışığın fark edilmemesi gibi.
3. İnsanın Manevi Tekâmülü
Şer ve musibetler, insanı ruhen olgunlaştırır ve ahlaken yüceltir. Zorluklarla karşılaşan insan, sabretmeyi, dayanıklılığı ve teslimiyeti öğrenir.
Musibetler, insanın kibir ve bencillik gibi nefsani zaaflarından arınmasına vesile olur. Bu da insanı daha olgun, anlayışlı ve merhametli bir hale getirir.
4. Hayır ve Şer Dengesi
Evrende hayır ve şer, dengeyi sağlayan unsurlardır. Şer gibi görünen olaylar, daha büyük bir iyiliğe hizmet edebilir. Kur’an’da bu hakikat şöyle dile getirilir:
“Sizin hoşlanmadığınız bir şey, sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de, sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216).
Bazen bir musibet, daha büyük bir belayı önler ya da insana önemli bir ders verir.
5. Şefkat ve Merhametin Gelişimi
Şer gibi görünen olaylar, insanın empati duygusunu artırır ve diğer canlılara karşı daha duyarlı olmasını sağlar. Acı çeken insan, başkalarının acılarını anlama ve onlara yardım etme yeteneği kazanır.
6. Dünya Hayatının Geçiciliğini Hatırlatması
Musibetler, dünyanın geçici ve faniliğini insana hatırlatarak, onu ebedi hayata yönlendirir. Bu olaylar, insanın dünyevi bağlarını gevşetip ahiret saadetine yönelmesine vesile olur.
Örneğin, bir hastalık veya kayıp, insanın bu dünyaya bağımlılığını azaltır ve ebedi hayatın önemini kavramasını sağlar.
7. İlahî Adalet ve Hikmetin Tecellisi
Şer gibi görünen olaylar, bazen Allah’ın adaletinin tecelli etmesi için bir araçtır. İnsanların yanlışlarından ve zulümlerinden doğan sonuçlar, bir uyarı ve ders niteliği taşır.
İlahi hikmet, bazen görünürdeki şerlerden hayır çıkararak, insanı şaşırtır ve derin düşünmeye sevk eder.
8. Birlik ve Dayanışmayı Güçlendirme
Toplumsal musibetler, insanları bir araya getirir, yardımlaşmayı ve dayanışmayı artırır. Büyük zorluklar, insan topluluklarının ortak hedefler için bir araya gelmesini sağlar.
9. Mutlak Hayır ve Hikmet Perspektifi
Allah’ın yarattığı hiçbir şey, mutlak anlamda kötü değildir. İnsan, sınırlı bilgi ve bakış açısıyla bir olayı şer olarak değerlendirebilir. Ancak ilahi planda o olay, daha büyük bir hayır ve hikmete hizmet eder.
İmam Gazali, “Şer, Allah’ın yaratmasında değil, insanın bakışında vardır” diyerek bu gerçeği ifade eder.
Sonuç
Şer ve musibetler, insanın hem bireysel hem de toplumsal gelişimine hizmet eden önemli unsurlardır. Bu olayları birer imtihan, uyarı ve terbiye vesilesi olarak görmek, insanın bu zorluklarla başa çıkmasını kolaylaştırır. İlahi hikmete güvenmek ve her olayda hayır aramak, insanın ruhen olgunlaşmasını ve ebedi hayatını kazanca dönüştürmesini sağlar.
@@@@@@@
Bediüzzaman’ın 12. Mektupları soru cevap beyanında,
“İkinci Sualiniz: Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenâb-ı Hak şeytanı ve şerleri halk etmiş; hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabîhin halkı kabîhtir.
Elcevap: Hâşâ, halk-ı şer şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünkü, halk ve icad bütün netâice bakar. Kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netâice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; bütünü de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, “Yağmurun icadı rahmet değildir” diyemez, “Yağmurun halkı şerdir” diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faydalar var; bütünü de hayırdır. Fakat bazılar, sû-i kesbiyle, sû-i istimaliyle ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünkü, ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış. Belki o, kendi sû-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.
Elhasıl: Hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesiri intaç eden bir şer terk edilse, o vakit şerr-i kesir irtikâp edilmiş olur. Meselâ, cihada asker sevk etmekte, elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesir var ki, İslâm, küffârın istilâsından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terk edilse, o vakit hayr-ı kesir gittikten sonra, şerr-i kesir gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesir olur.
İşte, kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları şer ve çirkin değildir; çünkü çok netâic-i mühimme için halk olunmuşlardır. Meselâ, melâikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sâbittir, tebeddül etmez. Kezâ, hayvânâtın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nâkıstır.
âlem-i insaniyette ise, merâtib-i terakkiyat ve tedenniyat, nihayetsizdir; Nemrutlardan, Firavunlardan tut, tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.
İşte, kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervâh-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba’s-ı enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. âlâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.
Demek, şeyâtin ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil. Belki, sû-i istimâlâttan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler kesb-i insana aittir; icad-ı İlâhîye ait değildir.
Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. “El-hükmü li’l-ekser” kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer şerdir; hattâ bi’set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir.
Elcevap: Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, “Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu”? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz.
Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, “Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu”? Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.
İşte, nev-i beşer, bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra nevinden olan küffârı ve münafıkları kaybetti.
Üçüncü Sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi?
Elcevap: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san’atkâr bir zat, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp, gayet san’atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, “Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin”? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin. Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl göz, kulak, lisan gibi duygularla murassâ, gayet san’atkârâne bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmâsının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, müptelâ eder, aç eder, tok eder, susuz eder, bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmâsını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor. Sen eğer desen, “Beni niçin bu mesâibe müptelâ ediyorsun?” Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak.
Zaten sükûn ve sükûnet, atâlet, yeknesaklık, tevakkuf, bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül vücuttur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemâlâtını bulur, beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat, cilve-i esmâ ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffî eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderâtını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini ifa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.”
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mektubat/on-ikinci-mektub/47
*************
KADERDEN ATILAN TAŞLAR
Kader adildir,kader ilimdir,Allah zulmetmez,insan zulmeder.Kadere iman eden kederden emin olur.Kaderden atılan taşa itiraz parmağını uzatma.
Meczubun biri köylü çocuklarının kendisini sürekli bir şekilde taşlamasından dolayı muzdarip olmaktadır.Çocuklar bir yandan kendisiyle deli diyerek dalga geçerken,diğer yandan da korkutmak amacıyla kendisine taş atmaktadırlar.
Bu durumdan muzdarip olan deli köyü terk etmeye karar verir.Ve bir gün köyden ayrılır.
Yolda yürürken iki kişinin kavga ettiğini görerek aralarına girip ayırmaya çalışır.Ancak baş edemez.
Kavga neticesinde birisi tutar öbürünü öldürerek oradan kaçar.Meczub ise ölen kişinin başucuna eğilerek bir şeyler yapmaya çalışır ancak elinden bir şey gelmez.
Uzaktan bir şeylerin olduğunu fark eden köylüler koşarak gelir bakarlar ki meczubun eli kanlı ve ölen kişinin başında duruyor.Katil zannıyla bunu yakalarlar.Öldüren ise çoktan görünmezlere karışmıştır.
Yapılacak hiçbir iş olmadığı,durumun aleyhine dönmüş olmasından dolayı meczub idama mahkum edilir.İdama götürülürken ağlamaya başlar.Sebebini sorduklarında ise;kendisinin korkudan dolayı ağlamadığını ancak Allah’ın kader tarafından atmış olduğu küçük taşlardan kaçmış,kendi kayalarımın kafamı kırmasına göz yumduğuma ağlıyorum,demiştir.
Kaderi tenkid eden başını örse vurur,kırar.Kaderi tenkid etme.
*********
Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin. Bu sır bazı risalelerde bir temsille izah edilmiş. İcmâli şudur ki:
Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. “Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?” deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, “Aman, ne yaptım böyle başıma geldi?” diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir. Âkıl odur ki, sırrıyla teslim olup sabretsin, tâ o hastalık vazifesini bitirsin, gitsin.
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/yirmi-besinci-lem-a/217