ESMA-İ İLAHİYYE

ESMA-İ İLAHİYYE[1]

– “Bin bir esmâ-i İlâhiyenin herbirinde pekçok tabakàt-ı hüsün ve cemâl ve fazl ve kemâl bulunduğu gibi, pekçok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardır. İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliyâ, “Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudâtın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudâttaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir” demişler. Onlardan birisi demiş:

Yani, muhabbet-i İlâhiyenin tecellîsinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir.”[2]

-“Dünyada yalnız zayıf gölgeleri gösterilen esmâ, o Cennetin aynalarında en şâşaalı bir sûrette gösterilecektir.”

-Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatında Allah’ın esmasının tabaka ve mertebelerini nasıl izah etmektedir?


Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nda Allah’ın isimleri (esmâ) konusunda derin açıklamalar yapar ve bu isimlerin farklı tabaka ve mertebelerle tecelli ettiğini ifade eder. Esmâ-i Hüsnâ’nın kâinatta, insan hayatında ve her varlıkta farklı seviyelerde zuhur ettiğini vurgular. Bu izahı yaparken tabaka ve mertebe kavramlarını kullanarak Allah’ın isimlerinin tecellilerindeki çeşitliliği açıklar.

1. Tabaka:

Tabaka kavramı, Allah’ın isimlerinin farklı alanlarda, seviyelerde ya da boyutlarda tecelli ettiğini belirtir. Bediüzzaman, Allah’ın isimlerinin, âlem-i şehâdet ve âlem-i gayb gibi farklı âlemlerde tecelli ettiğini vurgular. Örneğin:

Tabiat âleminde (kâinatta) Allah’ın isimleri, yarattığı varlıkların düzeninde, güzelliğinde, faydalarında tecelli eder. Her varlık, Allah’ın bir isminin aynası gibidir.

İnsan âleminde ise Allah’ın isimleri, insanın yaratılışı, ruh yapısı, aklı ve iradesi gibi hususlarda farklı şekillerde tecelli eder. İnsan, Allah’ın isimlerinin en kapsamlı tecelli ettiği varlıktır.

Melekler âleminde de Allah’ın isimleri farklı tabakalarda tecelli eder, ancak bu tecelli, meleklerin kendi yaratılışlarına ve görevlerine göredir.

2. Mertebe:

Mertebe ise Allah’ın isimlerinin bir varlık ya da olay üzerinde farklı yoğunluklarda ve seviyelerde tecelli etmesidir. Bediüzzaman, Allah’ın her bir isminin sonsuz anlam derinliğine sahip olduğunu ve bu isimlerin, olaylara, varlıklara ve insanlara farklı derecelerde tecelli ettiğini belirtir. Örneğin:

Er-Rahmân ismi, tüm varlıklara merhamet eden anlamını taşırken, bu isim her varlıkta farklı yoğunlukta tecelli eder. İnsanlardaki tecellisi ile hayvanlardaki tecellisi aynı seviyede değildir.

Er-Razzâk ismi de her varlığa rızık verici olarak tecelli eder ancak bu tecelli, kâinatın farklı boyutlarında ve farklı varlıklarda farklı mertebelerde görünür.

3. Tecelli ve İsimlerin Yansıması:

Bediüzzaman, Allah’ın isimlerinin her varlıkta ve olayda tecelli ettiğini, ancak her ismin tecellisinin farklı olduğunu vurgular. Mesela, bir çiçekte Allah’ın Cemâl ismi tecelli ederken, aynı zamanda Halık ismi de tecelli eder. Ancak bu iki ismin tecellisi farklı yoğunluklarda olabilir. Cemâl ismi daha belirginken, Halık ismi onun arkasında bir hikmet boyutuyla bulunur.

Sonuç olarak, Bediüzzaman Risale-i Nur’da Allah’ın isimlerinin farklı tabakalarda ve mertebelerde tecelli ettiğini, bu tecellilerin hem varlık âleminde hem insanın iç dünyasında çok katmanlı bir yapıya sahip olduğunu vurgular. Esmâ-i Hüsnâ, kâinatın her köşesinde, her varlıkta ve olayda farklı şekilde, hikmetli bir düzende zuhur eder.

@@@@@@@@

“Bin bir esmâ-i İlâhiyenin herbirinde pekçok tabakàt-ı hüsün ve cemâl ve fazl ve kemâl bulunduğu gibi, pekçok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardır. İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliyâ, “Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudâtın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudâttaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir” demişler. Onlardan birisi demiş:

Yani, muhabbet-i İlâhiyenin tecellîsinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir.”
Bediüzzaman Said Nursî’nin bu cümleleri, Allah’ın isimlerinin (Esma-i İlahiye) kâinattaki ve varlıklar üzerindeki çok yönlü tecellilerini ve özellikle Vedûd isminin tecellisini anlamaya yönelik derin bir açıklama sunar. Bunu şu başlıklar altında izah edebiliriz:

1. Esmâ-i İlâhiyenin Tabakaları ve Mertebeleri:

Bediüzzaman burada Allah’ın 1001 isminin her birinin, pek çok güzellik, fazilet, kemâl (olgunluk) ve cemâl (güzellik) tabakalarına sahip olduğunu ifade eder. Bu isimlerin her biri, farklı derecelerde yücelik, sevgi, övgü ve izzet içerir. Yani Allah’ın her ismi hem kâinatta hem de varlıklar üzerinde çeşitli seviyelerde ve boyutlarda yansımaktadır. Her bir isim, farklı varlıklar üzerinde değişik şekillerde tecelli eder, ancak bu tecelliler farklı tabakalarda ve mertebelerde olur.

2. Vedûd İsmi ve Muhabbetin Merkezi:

Vedûd ismi, Allah’ın sonsuz sevgisini ve şefkatini temsil eder. Bediüzzaman, bu ismin kâinatta muazzam bir etkiye sahip olduğunu ve evliya ve arifler (muhakkikîn-i evliyâ) tarafından anlaşıldığını belirtir. Onlara göre, kâinatın özü muhabbetle (sevgiyle) doludur. Yani, Allah’ın varlıklara olan sevgisi, kâinatın yaratılışının ve işleyişinin temel unsurudur.

3. Muhabbetin Evrenselliği:

Bediüzzaman, evliyanın görüşüne atıfta bulunarak, kâinatta görülen bütün hareketlerin ve çekim kanunlarının temelinde muhabbet (sevgi) olduğunu söyler. Evrende var olan her şeyin bir çekim gücüyle bir arada kalması, bu ilahî sevginin bir sonucudur. Bu ifade, hem fiziki âlemde (örneğin, gezegenlerin birbirine çekim kuvvetiyle bağlı olması) hem de manevi âlemde (insanların, varlıkların birbirine olan ilgisi ve sevgisi) muhabbetin etkili olduğunu ifade eder.

4. Şarab-ı Muhabbet:

Bediüzzaman, Allah’ın sevgisinin her varlık üzerinde farklı şekillerde tecelli ettiğini belirtir. Şarab-ı muhabbet tabiri, bu sevginin her varlık üzerinde mest edici bir etkisi olduğunu anlatır. Her varlık, kendi istidadına (yetenek ve kapasitesine) göre Allah’ın sevgisinden etkilenir ve bu sevginin yansımasıyla harekete geçer. Bu, tıpkı bir şarabın insanı mest etmesi gibi, Allah’ın sevgisinin de varlıkları cezbedici ve harekete geçirici bir etki yaptığını ifade eder.

5. Muhabbetin Tecellisi:

Bediüzzaman’ın işaret ettiği en önemli noktalardan biri, Allah’ın sevgisinin her şeyde tecelli etmesi ve bu sevginin kâinattaki düzenin ve hareketin kaynağı olmasıdır. Muhabbet-i İlâhiyye, tüm varlıkların yaratılışında ve devamlılığında en temel unsurdur. Varlıklar, bu ilahî muhabbetten aldıkları hisseyle hareket eder ve birbirlerine çekilirler. Bu da kâinatın varoluşsal dinamiğini oluşturur.

Sonuç:

Bediüzzaman, bu cümlelerinde Allah’ın isimlerinin özellikle Vedûd isminin kâinattaki en önemli güçlerden biri olduğunu, tüm varlıkların ilahî sevgi ile hareket ettiğini ve bu sevginin her varlıkta farklı derecelerde tecelli ettiğini vurgular. Allah’ın sevgi tecellisi, evrendeki her hareketin ve ilişkilerin temelini oluşturur. Kısaca, Bediüzzaman bu ifadeleriyle Allah’ın sevgisinin kâinatın varlığı ve işleyişindeki merkezi rolünü derin bir şekilde izah etmektedir.

*”Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar.” İzah eder misiniz, kâfirler kasten inkâr etmiyorlar mı?

                                                                   ************  

Küfür, mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısımdır. Mutlak küfür, Allah’ın varlığını ve birliğini tamamen inkârdır ki, bu itikad ve fikirde olanlar çok azdır. Bunlara ateist denir. Mukayyed küfür ise, Allah’ın varlığını kabul edip O’nun isim ve sıfatlarını inkâr edenlerdir ki, kâfirlerin ekseriyeti bu sınıfa giriyor.

Meselâ; Hristiyan ve Yahudiler Allah’ı inkâr etmiyorlar, lakin O’nun şanına ve Zat-ı Akdesine yakışmayan sıfatlar isnad ediyorlar. Teslis inancı buna güzel bir misaldir. Müşrikler de mutlak manada Allah’ı inkâr etmiyorlar, ama putları O’na şerik yapıyorlar. Yahudiler meleklere -hâşâ ve kella– Allah’ın kızları diyorlar. Bunların hepsi küfür sebebidir, lakin mutlak küfür sınıfına girmiyorlar.

İnsanlığın yaratılışından bu yana, fıtrî olan inanma hissini tatmin etmek isteyen insanlardan bir kısmı kendileri gibi bir mahlûk olan güneşe, ateşe, nehre, yıldızlara ve sığıra tapmışlardır. Hıristiyanlar ise Allah’ın varlığına inanmakla beraber, Papazı Allah’ın yeryüzündeki vekili olarak görüp, onun günahları bağışlayacağına inanmış, bir kısım Hıristiyanlar Hz. İsa’yı –hâşâ-, Allah’ın oğlu olarak görmüş, bir kısmı da ona ulûhiyet sıfatı vererek dalalete düşmüşlerdir. Yahudiler de Hz. Üzeyir’e, “Allah’ın oğlu.” diyerek dalalete düşmüşler. Allah’a inanmak böyle mi olur? Böyle bir iman nasıl makbul olabilir?

Allah’a Kur’an’ı Kerim’in bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (sav.)’in ders verdiği gibi inanmak ve öyle itikad etmek lazımdır ki, makbul ve kâmil bir iman olsun. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri de “Allah’ı bilmek, O’nun varlığını bilmenin gayrısıdır.” ifadesiyle bu hakikati nazara vermektedir.

Üstad Hazretleri de şöyle buyurur:

“Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve ‘Lâ ilahe illallah’ kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa ‘Bir Allah var.’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci’ tanımak ve her şeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.”(Sözler)

Bu çeşit kâfirler Allah’ın varlığını mutlak manada inkâr etmiyorlar, sadece O’nun Zat’ı ve varlığı kadar mühim ve lazım olan sıfatlarını inkâr ediyorlar. Böyle bir iman da Allah katında makbul olmadığı için, onlar da kâfirler sınıfındandır.

Üstad Hazretlerinin; “Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar” tabiri bu mukayyed sınıfından olan kâfirler içindir. Yoksa az ve mutlak küfürde olan ateistleri kast etmiyor. Zaten bu ateistlerin ciddiye alınacak bir tarafları da yok. Çünkü Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Öyle ise bu akılsız ahmakların mutlak inkârları Allah’ın varlığı hususundaki umumî ittifakı bozmaz.

Cenab-ı Hakk’ın Zatını, isim ve sıfatlarını Kur’an-ı Kerîm’in beyan ettiği veçhile bilenler, O Zât-ı Akdes’i ulûhiyetinin şanına yakışmayan her türlü batıl fikirlerden, hayallerden, vehimlerden tenzih ederler. Mutlak kemalin ancak ve ancak Allah u Teâlâ’nın Zat ve sıfatlarına mahsus olduğunu bilir, bütün mahlûkata takılan izzet ve kemallerin O’nun nihayetsiz kemalinin cilveleri olduğunu idrak ederler.

İmanları taklitten, tahkike yükselir, insî ve cinnî şeytanların ifsatlarına ve nefislerinin desiselerine kapılmaz, tereddüd ve şüphelere düşmezler.[3]

MEHMET ÖZÇELİK

22-09-2024

[1] https://www.youtube.com/watch?v=SOd75NZd2bw

[2] https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/otuz-ikinci-soz/570

[3] https://sorularlarisale.com/kafirler-allahi-inkar-etmiyorlar-yalniz-sifatinda-hata-ediyorlar-izah-eder-misiniz-kafirler-kasten-inkar-etmiyorlar-mi 

 

Loading

No ResponsesEylül 22nd, 2024